23 Ağustos 2014 Cumartesi

Haram Olan Yiyecekler ve Haramlığın Tespiti Meselesi

Allah cc tarih boyunca insanlar içinden seçtiği elçileri vasıtası ile emirlerini ve nehiylerini onlara bildirmiştir. Son elçi Muhammed as ile aynı durum tekrarlanmış ve din artık kemale erdirilmiştir. Kur'an içindeki bilgiler bizlere haram ve helalin tayininde de yeterli bilgiyi vermiş olmasına rağmen son elçi Muhammed as a yüklenen kur'an dışı görevde haram helal tayininde onunda Allah cc gibi yetkili olduğu gibi bir düşünce oluşturulmuş ve bu düşünce uydurma rivayetler ve kur'an içindeki bazı ayetlerin hevaya uygun te'vili sonucu çoğunluk tarafından kabul görmüştür.

Muhammed as ın ordu komutanı sıfatı gereği olarak savaş stratejisi içinde ehli eşeklerin kesilmemesi emri, sanki ehli eşek etinin kıyamete değin haram olduğu gibi bir algı oluşturmuş ve müslümanlar arasında elçinin haram ve helal koyma yetkisi tartışmalara sebeb olmuştur. Yönetici makamında olanlar durum gereği bir takım yasaklamalar koyarak toplumun menfaatleri doğrultusunda karar alma yetkisine sahiptirler ve Muhammed as da Medine de yönetici makamında olduğu için bir takım yasaklar getirmiştir , onun bu yasakları Allah cc nin koyduğu yasaklar ile aynı seviyede asla olamaz. Erike hadisi adı altında uydurulan rivayette , "kendisine kur'an ile beraber başka bir şeyin verildiği ve onun yasaklarının aynen kur'an yasağı gibi olduğu" gibi bir iftira uydurularak kitaplara sokulmuştur. 

Şu noktayı hatırlatmakta fayda görmekteyiz; Muhammed as ın haram helal koyma yetkisi gündeme geldiğinde , böyle bir yetkisi olmadığını düşünenler , böyle bir yetkisi olduğunu düşünenler tarafından tekfire varan sözlerle ilzam edilmektedir, Muhammed as "bende böyle yetki var" deyip te bizler onu red etmiş değiliz , ancak onlar kur'anın ona yüklemediği bir yetkiyi uydurma rivayetler ile yükleyerek ona iftira atmaktadırlar.

Bugün kola ,sigara, deterjan vs gibi bazı ürünlerin sahiplerinin yabancı olması ,sağlığa zararlı veya ondan elde edilen gelirlerin müslümanlar aleyhine kullanılması gibi bir durum hasıl olduğunda yöneticler o tür ürünler ile ilgili olarak yasaklama getirme yetkisine sahiptirler,
ancak bu yasaklamayı getirirken "haram" hüküm koymak gibi bir yetkileri asla yoktur.
Haram kelimesini ıstılahi anlamda yani sadece Allah cc nin yetkisinde olan bir yasaklama olarak değilde, lügat anlamı olarak kullandığımızda yöneticilerin veya bir doktorun hastasına bazı şeyleri yasaklamaların kendi yetkilerinde olduğunu söylemek mümkündür.

Elçi demek bir makamdan alınan mesajı makam sahibinin iletilmesini istediği kimselere iletmek anlamına gelmektedir , bunu derken Muhammed as ın sadece postacı seviyesinde olduğunu söylemek istemiyoruz , elçi getirdiği mesaj ile kendiside muhatap olduğu için o mesajın ona yüklediklerini  kendi hayatı içinde yaşayarak örnek olmuştur. Ancak mesaja haram helal şeklinde yeni hükümler ilave etmek gibi bir yetkisi asla yoktur.

Haram kelimesi , yasaklamak anlamında olup bu kelimenin kur'an içinde Allah cc ile ilgili anlamı onun bizler için koymuş olduğu kıyamete kadar geçerli olan bir takım kuralları kapsamaktadır. Bu kurallar içinde en geniş biçimde maide s. 3. ayetinde okuduğumuz yenilmesi haram olan yiyeceklerde bulunmaktadır. Bizler için seçmiş olduğu islamın yegane hüküm koyucusu olarak haram kıldığı yiyecekler şunlardır.  

 [005.003]  Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fasıklıktır. Bugün, inkar edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Doğrusu Allah Bağışlayan'dır, merhametli olandır.

Muhammed as ın bu yasaklara ilave olarak kıyamete kadar geçerli olacak bir yasaklama getirme yetkisine sahip olmadığına göre adı verilen liste harici bazı hayvanların kedi ,köpek vs etlerinin hükmü konusunda bir takım tereddütler oluştuğuna şahid olmaktayız. Muhammed as ın haram helal yetkisi ile ilgili diğer zamanlarda yazmış olduğumuz yazılar mevcut olduğu için konuyu uzatmamak adına teferruata girmiyoruz. 

 [005.001]  Ey İnananlar! Akidleri yerine getirin. İhramda iken avlanmayı helal görmeksizin, size bildirilecek olanlar dışında, hayvanlar(behimetül enam) helal kılındı; Allah dilediği hükmü verir. [022.030]  İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğinedir. (Haram olduğu) size okunanlar dışında kalan hayvanlar, size helal kılındı. O halde pis putlardan sakının; yalan sözden kaçının.

"Haram olduğu bildirilenler dışındakilerin helal olması" ibaresi önemli bir noktaya işaret etmektedir. Kemale erdirilmiş dinde yenilmesi haram olan olanları en teferruatlı biçimde maide s. 3. ayetinde görmekteyiz, bu demektirki okunanların dışında olanlar helaldir. 

"Eşyada asıl olan ibahadır" yani helal olmasıdır şeklindeki mecelle kaidesi doğru bir kaide olup bir şeyin haramlığına dair kesin nas yani hükmü ve delaleti kat'i olan bir karine olmadan "bu haramdır" şeklinde bir hüküm vermek asla doğru değildir. Delaleti ve hükmü zanni olan hadis rivayetlerini önce gayri metluv vahiy kategorisine koyup ayet hükmüne getirmek ,sonra delaleti ve hüküm kat'i nas yerine koyarak hadislerden haram esası çıkarmak nahl s. 116. ayeti ile bizleri yüzyüze getirir. 

 [016.116]  Diliniz yalana alışmış olduğu için, «şu haram, bu helaldir» demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise, saadete şüphesiz erişemezler.

Bu tür ayetleri kendi üzerimize alma alışkanlığımız olmadığı için, "bu ayetin hükmü müşrikler içindir" demeden, din adına delaleti ve hükmü kat'i bir nas olmadan "şu haramdır bu helaldir" demenin ne anlam geldiğini beyan etmektedir.

İnsanlarda "damak tadı" denilen bir olgunun var olduğunuda burada belirtmek gerekmektedir, rivayetlerde Muhammed as ın kabak yemeğini sevdiği , keler etini , soğan ve sarmısağı sevmediği yönünde bilgilere rastlamaktayız, bu onun insan olmasının bir tezahürü olup onun sevdiği kabağı herkesin sevmesi , sevmediği keler etini veya soğan sarmısağı herkesin sevmemesi gibi bir zorunluluk yoktur. Damak tadı dediğimiz olgu kişilerin yaşadıkları topluma göre değişkenlik arz edebilir . Bir toplumda çok sevilen yiyecekler başka bir toplumda nefret edilen yiyecekler olabilir. 

İnsan olarak, herhangi bir yiyecek konusunda sevmek yada sevmemek gibi tercihlerimiz olabilir ama  "haramdır" şeklinde bir hüküm koymak hakkına sahip değiliz. Kur'anda beyan edilmeyen fakat dünyanın bazı ülkelerinde yenilen kedi, köpek ,böcek vs hayvanların haram olup olmadığı meselesi kafalarda soru işaret olarak gezmekte olduğu da malumdur. 

Kur'anda haram olarak beyan edilmeyen bazı hayvanları başkalarının mutfak kültürü içinde yer almış olması onların damak tadı ile ilgili bir durum olup haram helal gibi bir telakki içinde olaya bakmamaktadırlar. Bizlerin böyle bir damak tadı olmaması veya mutfak kültürümüzde yer almaması onların haram olduğunu göstermez. Fıkhi mezheplerden malikilere baktığımzda bu konuda diğer fıkhi mezheplerden daha geniş bir yelpazeye sahip olduklarını söyleyebiliriz. 

Sonuç olarak; kur'anda haram olarak beyan edilenlerin dışında "şu haramdır" şeklinde bir haramlılık tesbiti yapmak Muhammed as dahil kimsenin yetki dahilinde değildir. Kedi , köpek ,ayı ,yılan gibi bir takım hayvanların yenilmeme hükmü onların haram oldukları için değil, bizlerin alışkanlığı olmadığı için olup yiyemediğimiz hayvanlar olup, bu tür hayvanlar için "haramdır" hükmü vermek nahl s. 116. ayetinin hükmü içine girmek demektir. Bu gibi hayvanları yemek veya yememek haram veya helallik ölçüsünde değil genelde damak tadı ile ilgili bir durumdur. Ülkemiz genelini düşünecek olursak böyle bir kültürümüzün olmaması onları haram kategorisine koyulduğu için yenilmemesi gerektiği gibi bir düşünceye yol açmıştır. 

Bizim kur'ani bakış açısı olarak bakmamız gereken taraf , kur'anda adı konulan yiyeceğin haram olmasıdır , şayet adı konulmamış ise onun haram olma gibi bir durumu olamaz ve şayet yemekten bir tiksinti duymaz isek yiyebiliriz , onları yememenin ölçüsü asla haram oldukları için olmamalıdır, insan yapı itibarı ile helal olan şeyleride sevmeyebilir bu normal bir durumdur,ama ben yemiyorum diye haramdır diyemez , aynı şekilde kur'anda haram olarak geçmeyen fakat geleneksel kültürde yenilmeyen şeyleride haram kategorisine sokmaya kimsenin hakkı olamaz. Fıkhi mezheplerdeki gördüğümüz farklı haramlılık görüşleri olayı kur'ani boyutunun göz ardı edilmesi sonucu ortaya çıkmış olup kimsenin şahsi olarak bir şeye haram damgası vurmaya hakkı yoktur.  

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Maun ve Kevser Sureleri Bağlamında Salat'ın Nuzül Dönemi Arka Planı

Salat kelimesi kur'anda en fazla yer tutan çok anlamlı kelimelerden birisidir. Kur'an nazil olduğu zaman salat adı altında yapılan bir kulluk gösterisi mevcut olup , kur'an bu kelimenin anlamını asli şekline yani olması gereken boyutuna döndürmek amacı ile nazil olmuştur. Bu yazımızda Maun ve Kevser sureleri bağlamında bu kelimenin nuzül öncesi arka planı hakkında düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Allah cc bütün insanların fıtratına kendisini rab olarak bilmeleri ile alakalı bilgileri kodlağını araf s. 172-173. ayetlerinde mealen şöyle beyan etmektedir. 

 
Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim» demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: «Evet şahidiz» demişlerdi. Bu, kıyamet günü, «Bizim bundan haberimiz yoktu» dersiniz veya «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?» dersiniz diyedir.


Bu ayetin beyanına göre kıyamet gününde istisnasız herkes , Allah cc yi rab olarak bilip bilmediğinden sorulacağı için yaratılışlarında bu bilgi onlara kodlanarak , Allah'ın dışında rabler edindikleri takdirde doğacak olan durumdan kendilerinin sorumlu olacakları bildirilmektedir. Muhammed as a kadar gelen bütün elçiler bu sorumluluğunu unutarak Allah cc dışında ilah ve rabler edinenleri uyarmak ve korkutmak için gönderilmişlerdir.

[024.041] Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi salatını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyle bildi.

Nur s. 41. ayeti araf s. 172-173 de beyan edilen durumu pekiştiren bir ayettir. Allah cc yaratmış olduğu bütün varlıklara uyması gereken kuralları beyan ederek bir düzen içinde hareket etmelerini sağlamıştır. İnsan kendisine verilen seçme serbestiyeti sonucunda hür iradesini kullanarak tesbih ve salatını başka Allahın dışındaki varlıklara hasredebilmekte ve bunun kur'ani adı şirk olmaktadır. Muhammed as a kadar gelen bütün elçiler "salatı ayakta tutma" emrini tebliğ ederek bir olana kulluğa çağırmışlardır.

[011.087]  «Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin» dediler.

Hud s.87. ayetinde kavminin Şuayb as a söylediği söz bizlere salat kelimesinin altının doldurulmasında önemli bilgi vermektedir. Şuayb as ın kıssasının hatırladığımız zaman Allaha şirk koşan ölçü ve tartıda haksızlık eden kavmine yaptığı tebliği onun Allaha olan salatının bir sonucu ve salatın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bizlere bilgi vermektedir. Buna göre salat sadece belli ritüelleri yerine getirerek, değil daha geniş bir çerçevede anlaşılarak kulluğun Allaha has kılınması şeklinde bir anlama sahiptir.

 [019.059] Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, salatı zayi ettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir.

Meryem s. 59. ayeti , bu ayet öncesi  zikri geçen elçilerin adı anıldıktan sonra beyan edilerek salatın zayi edilmesinden yani salatın olması gereken yönünden başka bir tarafa kaydığı haberini vermektedir.

[029.045] Sana kitabtan vahyolunanı oku, salatı ayakta tut . Muhakkak ki salat, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak ki en büyüktür. Ve Allah; yaptıklarınızı bilir.

Ankebut s. 45. ayeti, Şuayb as ve diğer bütün elçilerin salatın altını nasıl doldurmaları gerektiğinin yaşayarak örneklenmesine paralel bir ayet olup salatı ayakta tutmanın hayasızlık ve kötülüklerden uzak durmak  olacağı bildirilmektedir. Meallerde namaz olarak çevrilen salat kelimesinin bu şekil bir çevirisi kelimenin anlamını daralttığını düşünmekteyiz, namaz adı ile maruf ibadet bir takım ritüellerden oluşmakta olup günün belli vakitlerine tahsis edilmiştir. Namaz, salat kelimesinin içinde bir cüz olup sadece namaza indirgenmesi, namaz kılıp fakat onu kötülüklerden alıkoymayan birisinin yaptıkları hatalar bazılarının elinde kalkan olarak kullanılarak namazı delme çalışmalarına malzeme olmaktadır.

[107.001-7]Dini yalan sayanı gördün mü?İşte o, yetimi itip kakar; Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; Vay haline salat edenlerinki ki, Onlar salatlarından gafildirler.Onlar gösteriş yaparlar. En ufak bir yardımı esirgerler.

Maun suresi salatın zayi edilerek şirkin ayyuka çıktığı Mekke şehrinde ilk nazil olan surelerden olarak şehir ahalisinin genel bir portresini çizmektedir. Hitabı yerel bazda düşünecek olursak bu hitabın ilk muhatabı Mekkeli müşriklerdir ,( bu surenin bizlere bir mesajı yoktur anlamında değildir). Salatın kötülüklerden alıkoymasından hareketle onların böyle bir şuur içinde olmadıkları vurgulanmaktadır. Maun suresi içinde bahsedilen , yetim hakkını gözetmemek , yoksulu doyurmamak gibi özellikler Mekkede nazil ilk surelerde çokça vurgulanan bir durum olması salat ettiğini iddia edenlerin yaptıkları salatın olması gereken kapsama alanı ile ilgili bilgiler içermektedir.

[008.035]  Onların Beyt'in yanındaki salatları; sadece ıslık çalmak veya el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse devamedegelmekte olduğunuz küfürden dolayı tadın azabı.

Enfal s. 35. ayeti Mekkeli müşriklerin yaptıkları salatın değerini anlatan ayetler olarak, o salatın onlara azab olarak geri döneceğini bildirmektedir.

Ayetlerin öncelikle yerel hitab dediğimiz , nuzül dönemi muhatapları ile ilgili olarak verdiği mesajlarının anlaşılmaya çalışıldığı takdirde şöyle bir resim ortaya çıkacaktır. İbrahim as ın tebliğinden ulaşan salat kelimesi ile ifade edilen kulluk bilinci zaman içinde zayi edilmiş şirk bulaştırılmış bir hale getirilmiştir , kevser suresi ayetleri de yakın dönem Mekki ayetleri olarak zayi edilen salatın kime hasredilmesi gerektiğini beyan eder.  

[108.001-3]  (Resûlüm!) Kuşkusuz biz sana Kevser'i verdik. Şimdi sen Rabbine salat et ve  nahr et . Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.

Kevser suresinde emredilen salatın rabbe olmasının arka planında, salatın alemlerin rabbi olan Allah cc dışındakilere hasredilmiş olduğu anlaşılmakta ve asıl yerine oturtulması gerekeni beyan eden bir sure olarak karşımıza çıkmaktadır. Mekkelilerin yapmış olduklarının şirk olduğunu onlara tebliğ eden elçinin karşısına , her elçide olduğu gibi o kavmin mütekbirleri olanca güçleri ile karşı koyarak engellemeye çalışmışlardır , alak s. benzeri surelerde buna vurgu yapılmaktadır. 

[096.009-13]  Gördün mü şu men edeni. Salat ederken bir kulu.Gördün mü; ya o kul doğru yolda ise?Veya kötülüklerden sakınmayı emrettiyse?Gördün mü; ya yalan saydı ve yüz çevirdi ise?

Şuayb as örneğinde görüldüğü üzere Muhammed as da aynı şekilde , salatın kötülükten alıkoyması noktasında tebliğine devam etmesine karşın muhalifler var güçleri ile bunu engellemeye çalışmaktadırlar. Salatın bu şekilde genel bir çerçevesi çizildikten sonra bu kelime ile zikredilen namaz adı ile maruf ibadetin neliği ve nasıllığı konusuna.

Secde , ruku ve kıyam kelimeleri ile ifade edilen kelimelerin şekilsel olarak bir araya gelerek günün belli zamanlarında el yüz , baş ve ayağın su ile yıkanarak yapılan ritüelin adına namaz denilmektedir (4.103/4.43/5.6). 

Secde ,ruku ve kıyamın şekilsel olarak ifade ettiği anlam kişinin ululadığı bir varlığın önünde ona olan saygısının bir gösterisidir. Bu şekillerle yapılan eylemler insanlık tarihi ile aynı bir zaman sürecine sahiptir. İnsan fıtrat olarak yüce olarak bildiği birisine tabi olma itiyadında yaratıldığı için bu itiyadın Allah cc kendisine has olması gerektiğini kullarına beyan etmiştir. Toplu halde yaşamanın yine insanın fıtri bir özelliği olduğunu hesaba katacak olursak birlikte yaşamanın gereklerinden biriside düşünce birlikteliğidir , farklı düşünen insanların bir arada yaşamaları hele bu farklılık çok keskin bir biçimde oluşmuş ise bunun zorluğuna hepimiz şahid olmuşuzdur. İnsanlara Allah cc tarafından elçi ve kitablar ile gönderilen birlikte yaşama klavuzunda bu ihtiyaçlarına uygun olan kulluk gösterileri diyebileceğimiz ritüellerde tarif edilmiştir. Zaman içinde bu monoteist yapı değişi arzederek şirke dönüşmüş ve bu ritüeller Allah cc dışında varlıklara hasredilmeye başlanmıştır. 

Mekke şehrinin kur'an öncesi yapısı bu şekilde idi, secde ,ruku ve kıyam ile yapılan şekilsel gösteriler İbrahim ve İsmail as tarafından yapılan Beytullahın içine doldurulmuş olan putlara yapılmaktaydı. Bu arka plan içinde yapılan bu eylemlerinde sadece Allaha has kılınması istenerek , Allah cc ile kulun arasına konan her ne olursa olsun, şirk vasfını taşıdığı beyan edilmiştir. 

Muhammed as Mekkenin bir ferdi olması nedeniyle böyle bir alt yapı bilgisine sahip bir insan olarak Mekkelilerin yaptığı bu eylemin yanlış olduğunu bilmekteydi , bunu nasıl biliyordu diye sorulacak olursa kur'anı nuzül sırası ile okuyacak olursak Muhammed as ın bozulmamış bir insan olduğu görülecektir,kendisina nazil olan ayetler onun ayetlerin ifade ettiği bilginin alt yapısına sahip olduğunu göstermektedir. "Sen kitab nedir iman nedir bilmezdin" (42.51) ayetini onun imansız olduğuna dair bir bilgi olarak değil, kendisine indirilen kitab dahilindeki bilgilere daha önce sahip olmadığı, kavminin üzerinde bulunduğu dininde kabul edilemez olduğunu bildiği şeklinde okumak gerektiğini düşünmekteyiz , özellikle kıssaların geçtiği ayetlerde "sen bunları daha önce bilmezdin" şeklindeki ayetleri bu şekil bir bilmezlik olarak düşünebiliriz. Duha suresinde "seni dalalette iken hidayet erdirmedimi?" ayetini, bu bağlamda düşünecek olursak onun dalalette olmasını putlara tapmak şeklinde değil bir arayış içinde olmasının işareti olarak okuyabiliriz.

Salatın şekilsel boyutunu özetledikten sonra esas meselenin onun ilmihal bilgileri ile donatılmış şeklinin nasıl olacağından daha fazla, altının nasıl doldurulması gerektiği meselesidir. Gelenekteki yapının namazı ilmihal bilgileri ile boğmasına mütekabil , bu tür bilgilere karşı söylem üretenlerin bir kısmının karşı ilmihal bilgileri içinde boğulduğunu görmekteyiz. 

 Bu konu ile alakalı olarak yanlış olduğunu düşündüğümüz rivayetler üzerinde durmak gerekmektedir, namaz ibadetin sanki ilk defa Muhammed as ve kur'an ile emredildiği gibi bir düşünce oluşturularak , Cibril'in elçiye namazı öğrettiğine dair olan rivayetlerin güvenilmez olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Kur'anın genel mantık örgüsünden hareketle hiç kimsenin bilmediği ilk defa insanların duydukları bir bilgi kur'anda yer almaz,aksine insanların bildiği ama yanlış olan şeylerin doğrusu anlatılır veya önceden uygulandığı gibi bırakılır. Bundan hareketle namaz diye bilinen ritüeldeki yapılanlar, müşrikler tarafından putlara yapılan ta'zimle bir benzerlik arz etmektedir. Bu yapılan ta'zim in putlara değil, her şeyin yaratıcısı olan Allah cc ye olması gerektiği vurgusu ayetlerde yapılmaktadır. Abdest'in Medinede inen surelerde emredilmesi , vakitlerin farklı zamanda inen surelerde bildirilmesi namazın 23 senelik nuzül süreci içinde tedricen düzenlenmeye gidildiğini göstermektedir.

Bugün müslümanlar olarak yapılan tartışmalar , namaz denilen bir ibadetin olup olmadığı ,varsa kaç vakit olduğu , vakitlerdeki kılınacak rekatlerin nasıl belirleneceği üzerindeki tartışmalar sonu gelmeyen bir kısır döngü halinde sürüp gitmektedir. Tartışılacak bir taraf varsa şudurki; bugün anlamı saptırılmış kuru kuru yapılan bir ibadet haline gelen namazın Allah cc dışındaki ilah ve rableri red etmeye yönelik tarafının gündeme getirilerek yapılan secdenin ,rukunun , kıyamın hayat içine yansıyan taraflarıdır. Namazdaki secdeyi camide yapıp sonra Allah cc dılındaki ilahlara eğilenler ile , namaz diye bir şey yok scde diye bir şey yok deyip şeytana secde edenler arasında herhangi bir fark yoktur.

Toparlayacak olursak; Salat kelimesi ile ifade edilen , kulun ululadığı bir varlığa yönelimi zaman içinde mecrasından çıkarılarak şirk unsuru haline getirilmiş , elçiler salatın bu şekil değişimine asli yönüne çevirmek için gönderilmişlerdir. Muhammed as böyle bir zayi edilişin yaşandığı zaman içinde insanlara gönderilerek salatın kime ve nasıl olmasını muhataplarına tebliğ etmiştir. Salat kelimesi ile ifade edilen , zamanlı ve abdest alınarak eda edilen namazın bugünkü tartışılması gereken tarafı onun ilmihal boyutu olan vakti ,rekatları gibi tarafı değil onun Allah cc ye olan ta'zim göstergesi olması ve belirli şekilleri belirli zamanlar içinde eda edip , sonrasında diğer zamanları Allah cc nin dışındakilere hasretmek şeklinde tezahür eden anlayış salatın asli boyutundan çıkarılmış hali ile Mekkelilerin nuzül öncesi yaptıkları hataya eşdeğerdir. Allah cc bizden ilah olarak sadece ona yönelmemizi istemekte diğer ilah ve rableri red etmemizi istemektedir,namaz içinde bunu dil ile beyan edip namaz sonrası yaşantı ile söylediklerimizi red eden eylemlerde bulunmak yine kur'an ifadesi ile el çırpmaya veya ıslık öttürmeye benzer. Salatın sadece ritüel boyutu ile değil, 24 saatimizi kapsayan bir şekilde sadece Allaha yönelmek diğer ilahları red etmek şeklinde olması gereken boyutu, tarih boyunca gelen bütün elçilerin tebliği olup bizlerinde kuru tartışmalar yerine pratiğe aktarılmış bir salat içinde olmamız gerekmektedir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

19 Ağustos 2014 Salı

Hırsızlık Cezası Bağlamında Had Cezalarının Uygulanabilme Sorunu

İnsanlar yaratılış itibarı ile birlikte yaşamaya uygun bir yapıya sahiptirler , bu birliktelik bir kısım insanın diğer bir kısım insana karşı olarak hak ihlallerini de beraberinde getirdiği malum bir durumdur. Birlikte yaşamak demek, o insanların tabi olmak zorunda olduğu bir takım kurallara uymak zorunda olması demektir,hiç bir insan diğer bir insana canının istediği şekilde haksızlık yapmaya hakkı yoktur,böyle bir cürüm işlediği takdirde toplumun ceza kuralları devreye girerek haksızlık yapanı cezalandırır.

Allah cc alemlerin yegane rabbi ve ilahı olarak arz üzerinde yaşayan insanlara tabi olacakları kuralları elçileri vasıtası ile bildirerek dünya ve ahirette huzurlu bir hayat sürmelerini temin etmiştir. Son elçi Muhammed as vasıtası ile gönderdiği kitap, diğer kitaplar gibi arz üzerinde yaşayan insanların dünya ve ahiretteki huzurlarını sağlamak için bir takım emirler ve nehiyleri kapsamakta olup , bunlara işlenen bazı suçlara verilecek olan cezalarda dahildir. 

Kur'anda , hırsızlık ,cinayet , zina, iftira,yol kesicilik gasp gibi suçlara verilecek olan cezalar beyan edilmiştir. Bugün bu cezaların uygulanabirlik sorunu tartışılmakta olup , tarihselci görüşe sahip olan bir kısım insan özellikle hırsızlık cezasının uygulanabirliği konusunda, "cezada asıl olan caydırıcılık ise bu caydırıcılığı el kesme ile yapmak zorunda değiliz" türünden görüşler beyan ettiğine şahit olmaktayız. 

Bizce asıl konuşulması gereken şey 1400 sene inen bir kitabın muhatapları zamanındaki hırsızlık şeklinin bugün daha geniş bir alana yayılmış olması nedeniyle her suça aynı ceza verilir mi konusu olmalıdır. Bu yazımızda başta hırsızlık cezası olmak üzere had cezalarının kur'anda beyan edildiği şekli ile nasıl uygulanabileceği konusu üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

 [005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayeti üzerinde bir takım modernist yorumlar ile el kesme cezasının hakiki bir anlam olarak değil mecazi bir anlam olarak anlaşılması gerektiğini düşünenler ile ilgili olarak burada herhangi bir konuya girmeyeceğiz , bu konu ile ilgili olarak müstakil bir yazımız mevcuttur. 

Yazacak olduğumuz görüşler İslam kanunları tarafından yönetilen bir belde olduğu varsayımı ile olacağı için ve böyle bir beldede önce suçun önlenmesine yönelik tedbirler alınması zorunluğu olması gerektiğinin bilinmesi gerekmektedir. Siz eğer hırsızlık yapmayı gerektirecek kadar insanları aç bırakırsanız hırsızlık yapana vereceğiniz ceza zulüm olacaktır öncelikle bunun bilinmesi gerekir , bütün önlemler alındıktan sonra eğer bir kişi hırsızlık yapıyorsa ona verilecek ceza hak olacaktır. Ömer r.a nın kıtlık zamanı hırsızlık cezasının uygulamadığı rivayetleri böyle bir kaygının ürünü olup Ömer r.a nın yapmış olduğu içtihat örnek bir davranıştır. Hatırlatmak isteriz ki bu görüşleri hukukçu kimliği olarak değil , Müslümanlar arasında konuşulan bir konuya dair bir görüş beyanı olarak okunmalıdır.

 Kur'anın hırsıza verdiği el kesme cezasından maksadın caydırıcılığı kuvvetli ve başkalarına ibret olması gereken bir ceza olduğu muhakkaktır. Bu cezayı bugüne taşıyacak olursak karşımıza değişik hırsızlık cezaları çıktığı zaman her hırsızlığa bu cezayı uygulayabilirmiyiz sorusu haklı olarak sorulacaktır.

Bugün bize herhangi bir beldeyi verip , "Alın burayı sadece Kur'ana göre yönetin" deseler elimizde olan kur'ana göre bir beldede ortaya çıkan suçlara kitabın içinden gerekli olan cezayı bulamayacağımız muhakkaktır , 1400 sene öncesindeki yaşanan hayatın şartlarına göre yaşadığımız zaman şartları içinde hırsızlık olarak görülebilecek bir çok farklı suç ortaya çıkmıştır. Adam kitap yazıyor başkası onun kitabının korsan baskı yaparak satıyor ve yazarın emeğini çalıyor,ha keza sanatçı bir müzik albümü çıkarıyor hemen onun korsanı yapılarak sanatçının emeği çalınıyor bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ,  her hırsızlık el kesmeyi gerektirecek bir cezayı mı gerektirir? sorusu burada ortaya çıkarak cevap beklemektedir.
 
Mezhep ve içtihat kavramları bugün özellikle sadece kur'an söylemi içinde olan bir takım insanların nefret ettiği bir kelimedir. Biz bu kelimelerin geçmişte içinin nasıl doldurularak hatalar yapıldığı konusunu konuşmayacağız , ancak bu kelimelerin geçmişteki işlevinin gerekli olduğunu savunarak bu gün Kur'anın hayat içinde uygulama sorunu diyebileceğimiz , ceza konusundaki her ihtiyaç olan ayeti kur'anda bulamayacağımız bizleri bu iki kelime ile ifade edilen şeyleri yapmaya mecburen sevk edecektir. 

Bugünün şartları içinde karşımıza çıkan farklı hırsızlık suçlarına tek tip bir ceza uygulamanın mümkün olmayacağı açıktır. Hukukçular , karşılarına çıkan hırsızlık suçunun ağırlığı nisbetinde bir ceza öngörüsü yapabilir bunun adı İÇTİHAT , eğer hukukçuların her biri karşılarındaki suça farklı cezalar öngörüyorlarsa bunun adı da MEZHEP olacaktır. Bir kısmımızın nefret ettiği bu iki kelime şayet kur'an ile bir yönetim tarzı ortaya konulacak ise olmazsa olmazlardan olarak karşımıza çıkacaktır. Kur'an ceza mantığı olarak caydırıcılık ve başkalarına ibret öngörmekte, suçluya acıma duygusu içinde bir hafifletme öngörmemektedir. 

Bugün eğer kur'an ile bir yönetim şekli sergilemek durumunda kalırsak karşımızdaki sorun kur'andaki cezaların uygulanabilirliğinden çok Kur'anda net olarak belirtilmeyen suçlara karşı verilecek cezalar veya genel çerçevesi çizilmiş olan suçların hangisine denk olarak bu cezaların verileceği sorunudur. 

 [005.033]  Allah ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır.

Maide s. 33. ayetinde bir had cezası görmekteyiz ," yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların" şeklinde bir ibarenin altını nasıl dolduracağımız yine net bir şekilde belirtilmemiştir. El ve ayağın çapraz kesilmesi veya sürülmesi şeklinde bir cezayı hak edenler aynı şekilde hukukçuların içtihadı ile belirlenecektir. 1-öldürülmek 2-el ve ayağın çapraz kesimi 3- sürülmek şeklinde beyan edilen 3 farklı ceza çeşidi suçun derecesine göre tayin edilerek uygulanacaktır. Bu uygulamadan önce hangi suça hangi ceza verileceği hukukçuların tayini ile olacaktır. 

 [004.016]  İçinizden zina eden iki kimseye eziyet edin, tevbe edip düzeltirlerse onları bırakın. Doğrusu Allah tevbeleri daima kabul ve merhamet eder.

Nisa s. 16. ayetinde zina eden iki erkeğe eziyet edilmesinin nasıl olacağı yine Kur'anda belirtilmemiştir. Eziyet şeklinde ifade edilen kelimenin altını doldurmak herhalde işkence olmayacaktır, bu zina türü bugün tedavi edilebilir bir noktaya gelmiş olup , eziyet kelimesinin altını , "o tür fiil işleyenleri o fiilden uzaklaştırmak için gerekli olan işleri yapmak" şeklinde dolduracak olursak tedavi olmak isteyene tedavi ile , istemeyeni o fiili yapmaması için lazım gelen engellemenin hukukçuların tayini yani içtihadı ile belirlenmesi gerekir. 

[004.015]  Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu isbat edecek aranızdan dört şahid getirin, şehadet ederlerse, ölünceye veya Allah onlara bir yol açana kadar evlerde tutun.

 Nisa s. 15. ayeti kadınların birbiri ile olan zinasında uygulanacak olan yolu belirlerken yine ucu açık olarak uygulamayı insanların içtihadına bırakmıştır. Evler de tutmak onları hapis ederek bu işi yapmalarını engellemek demek olup eğer ıslah olmak istiyorlarsa onların ıslah olmasına yönelik her türlü tedbir alınması gerekmektedir, tevbe etmeleri onların bu işi bir daha yapmamaları demek olup bu tevbelerini kolaylaştıracak tıbbı tedavi dahil her türlü önlemin alınarak onlar topluma kazandırılacaktır.

Zina ve hırsızlık suçlarının cezalarına baktığımız zaman bu cezadaki maksatlardan birinin o suçu işleyeni toplum içinde ifşa etmek ve bu suçu işleyenlere acımamak gibi bir şeye matuf olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir maksadı gözeterek kur'anda cezası bulunmayan tecavüz suçunun cezası zina cezasından daha ağır olmak şartı ile hukukçuların içtihadı ile belirlenecektir. 

[002.178]  Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.

Cinayet suçunun cezası ile ilgili olarak , maktulun yakını tercih ettiği takdirde katilin diyet ödeyerek kurtulma şansı vardır , bu diyetin tespiti yine kur'an tarafından tayin edilmemiş yaşandığı zaman ve mekanın şartlarına bırakılmıştır. Bu şekil bir ucu açıklık kur'anın had cezalarının tarihsellikten evrenselliği çıkarılması anlamını taşır , insiyatifi insanlara bırakarak yaşandığı zaman ve mekanın şartlarına göre değişkenlik arz eden şartlara uyum sağlamak amacı güdülmektedir.

Nisa s. 92. ayetinde hata ile adam öldürmenin hükmü beyan edilirken diyet olarak "mü'min bir köle" azad edilmesi gerektiği buyurulmaktadır, bugün içinde bulunduğumuz şartlar bizi bu şekil bir diyet ödemekten mahrum kılmış olması kölelik müessesesinin yeniden canlandırmaya mecbur bıraktığını söyleyemeyiz , bu şekil bir diyet yerine hukukçuların bunun yerini tutacak bir diyet içtihadında bulunmaları gerekmektedir.

Sonuç olarak ; kur'an insanların dünya hayatını düzenleyen bir takım kurallar getirmiştir , bu kuralların içinde insanların birbirlerinin haklarını çiğnedikleri zaman dünya hayatında onlara uygulanacak olan cezalarda mevcuttur. 1400 yıl önce belli bir zaman ve mekana hitab eden bir kitab olarak inen kur'andaki had cezalarını sadece o zaman has kılırak tarihselliği gömmek taraftarı değiliz. 

Kur'an insanlar için kıyamete kadar hayat rehberi olacaksa ki olacaktır , o zamana kadar yaşayacak insanların ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler getirmiştir. Had cezalarındaki maksat üzerinden gidilerek kur'anda net olarak hükmü bulunmayan bazı suçların hukukçular tarafından tayin edilerek uygulanmasına açık kapı bırakılmış olması kur'anın eksik olması değil onun çağlara hitap eden bir kitap olmasındandır. Bu açıdan bakıldığında bir beldenin yönetimi eğer kur'an ile olacaksa öncelikle o suçları işlemeye sevk edecek unsurların ortadan kaldırılarak suça teşvik edilmesi ortadan kaldırılır , bu sağlandıktan sonra eğer birisi suç işlerse caydırıcı ve başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırılır ki bir daha bu suçun işlenme olasılığı azalsın. 

Bu noktada "sadece kur'an" söyleminin bazı sıkıntılı tarafları da ortaya çıkmış olduğunu belirtmek isteriz. Eğer bir belde sadece kur'an içindeki hükümler ile yönetilecek diye bir düşüncemiz olduğu takdirde Kur'an içinden bütün hükümleri net olarak bulmamız imkansızdır. Burada insan faktörü devreye girerek kur'anda net olarak hükmü bulunmayan konularda yine Kur'an mantığından hareketle uygun çözümler bulmak hukukçulara düşmektedir. Hukukçuların bu şekil bir çıkarım çalışmasının adı içtihat , hukukçuların kendi aralarında aynı konu üzerindeki farklı görüşleri mezhep olacaktır , her ne kadar bu iki kelimeden bazılarımız ürperse de kur'anı eğer insan yönetiminde kullanacak olursak bu iki kelime ile ifade edilen işler mutlaka olacaktır. 

Yine hatırlatmak isteriz ki , bugün konuşulması gereken şey öncelikle kur'anın hayat içindeki kuralları düzenleyen bir kitap olduğu ve had cezalarının uygulanabirliğinden ziyade Kur'anda hükmü bulunmayan cezaların veya çağdaş ihtiyaçların , Kur'ana bağlı kalarak hüküm çıkarma kabiliyetine haiz olan hukukçuların yetiştirilmesi çabası olmalıdır .

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

17 Ağustos 2014 Pazar

Helakın Evrenselliği Noktasında Kur'anda Bir Gezinti

Malum olduğu üzere Kur'anın pek çok yerinde Muhammed a.s dan önce gelen elçilerin kavimlerinin helak edilmesi ile ilgili bölümlere rastlamaktayız, yine malumdur ki bu helak olaylarının devam eden bir süreç olup olmadığı, şimdi bu tür helaklerin neden devam etmediği gibi tartışmalara da rastlamaktayız. 

Kur'anın helak olaylarını anlatım üslubunun din dili denilen bir üslup içinde anlatılmış olmasının bu olayların sadece gelen elçileri kabul etmeyen , Allah c.c ye şirk koşmaya devam eden kavimlerin başına gelen olaylar şeklinde sınırlayıp, "artık bu tür helak olmaz" şeklinde bir düşüncenin doğru olmadığını düşünmekteyiz. 

Kavimlerin yıkımı onları bu yıkıma götüren sebeplere sarılmaları , dolayısı ile yıkımı hak etmeleri neticesinde gerçekleşmiş olup evrensel yasalar dediğimiz kurallar içinde gerçekleşmiş bir durumdur. Kavme elçi gelmiş olması onlara yaptıklarının hatalı olduğunu bildirmek için olup bilmedikleri bir suç yüzünden helak edilmiş değillerdir. 

[013.011]  Herkes için önünden ve arkasından takip eden melekler vardır, onu Allah'ın emriyle gözetirler. Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğini! Onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O'ndan başka bir vali de yoktur.

Rad s. 11. ayeti , evrensel yasa dediğimiz Sünnetullah'ın işleyişini anlatan bir ayet olarak anahtar konumundadır. Bu kurala göre işleyişin müsebbibi insan olup yaptığı olumlu ve olumsuz eylemlerden hak ettiğini Allah cc dünyada ve ahirette karşılık olarak verecektir.

Helak olayı, Allah c.c nin insanlara ve o insanların oluşturduğu toplumlar üzerine koymuş olduğu evrensel yasaların çiğnenmesinin doğal bir sonucu olup, konulan evrensel yasalar kıyamete kadar işleyeceği için helak olayları da her zaman olabilirliğini koruyacaktır, asıl mesele bu helakin nasıl gerçekleşeceğinin ipuçlarını yine kur'andan okuyabilmektir.

Bu olayların arkasında yatan sebepleri sadece yaşandığı zaman ve mekana has kılarak okuduğumuz zaman kur'anın bu olayları anlatım sebebi olan "ibret almak" şeklindeki mesajı ötelenmiş ve sadece eskilerin masalları olarak okunmuş olacaktır. Muhammed as dan artık bir elçinin gelmeyecek olması bu helaklerin yaşanmayacağı anlamına gelmemelidir.

[011.120]  Peygamberlere ait haberlerden kalbini yatıştıracak olanlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.
[003.137]  Sizden önce, Allah’ın koymuş olduğu hayat kanunlarına uygun olarak(sünen), nice olaylar, ümmetler geçti... İsterseniz dünyayı gezip dolaşın da dîni yalan sayanların âkıbetlerini görün!
[006.011]  De ki: «Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.»
[025.037]  Nuh kavmine gelince, peygamberleri yalancılıkla itham ettiklerinde onları, suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret yaptık. Zalimler için acıklı bir azap hazırladık.
[029.015]  Buna karşılık Nuh'u ve gemidekileri kurtararak bu olayı bütün insanların ders alacakları bir ayet yaptık.
[029.035]  Andolsun ki; akleden bir kavim için Biz, orada apaçık bir ayet bırakmışızdır.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerindeki örnekleri çoğaltmak mümkündür,ayetlerde helak edilen şehirlerden, sonrakilerin ibret alması istenmektedir, bu isteğin sebebi yapılan hataların tekrarlanarak aynı olayın sonrakilerin başlarına gelmesini gerektirecek kuralların işlememesini sağlamaktır.

Bu ayetleri sıraladıktan sonra helak olayının devam eden bir süreç yani Sünnetullah olduğu ile ilgili ayetleri verelim. 

 [007.034]  Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.
 [010.049]  De ki: «Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar.»
[016.061] Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, orada hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.
[015.005]  Hiçbir ümmet kendi süresini öne alamaz, geciktiremez de.

Bu ayetler ulusların sonlu olmasının bir kural olduğunu , ve bu kuralın illaki uygulanacağını bildirmektedir. Ulusların sonlarını hazırlayan bu kuralı uluslar kendi elleri ile hazırlamakta olup , Allah cc nin keyfi bir tasarrufu asla değildir. Bir çok ayetin "Allah kullarına zulmedici değildir" şeklinde gelmiş olması bu durumun müsebbiplerinin kullar olduğunu beyan eder. Peki kullar kendilerine nasıl zulmeder de kendilerinin sonlarını hazırlarlar?. 

Tabi burada şöyle bir soru akla gelecektir ; Kur'anda kavimlerin sünnetine baktığımız zaman o kavme elçi geliyor ve elçiyi ret etmenin sonucunda helak gerçekleşiyor , peki bugün elçi yok ve kıyamete kadarda gelmeyecek olduğuna göre yıkımın haksızlığı gündeme gelmez mi? . Cevap olarak ,  bu yıkım, aşağıda vereceğimiz örnek ayetler ile ekolojik ve ekonomik dengenin bozularak hayata yansıması sonucunda gerçekleşecektir diyebiliriz. 

 [030.041]  İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıktı; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.
[002.205]  O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevrip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.

Rum s. 41. ve bakara s. 205. ayetleri insanın fesada yönelik olan tarafının çalışması ile arz üzerinde dengelerin bozulduğunu beyan etmekte ve bu yaptıklarının karşılığını onlara gösterildiğini beyan etmektedir buda evrensel kural olup dünyanın dengesinin bozulması yüzünden başımıza gelen sıkıntıları hepimiz yaşamaktayız. Bu ayetlerde beyan edilen ekolojik dengenin bozulması sonucu meydana gelen felaketleri helak olarak niteleyebiliriz. 

 [007.097-98] Kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?Yahut kentlerin halkı, kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?
 [016.045] Kötü işler düzenleyenler Allah'ın kendilerini yere batırmasından yahut farketmedikleri bir yerden onlara azabın gelmesinden güvende midirler?
[012.107]  Allah tarafından, onları kuşatacak bir azaba uğramalarından veya farkına varmadan, kıyamet saatinin ansızın gelmesinden güvende midirler?
[017.068]  Onun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.

Yukarıda verdiğimiz örnek ayet meallerini sadece Mekkelileri korkutmak için indirildiği zannına kapılırsak bir çok ayetin hükmü otomatikman kalkmış sayılacaktır. İnsanlar yaptıkları ile hak ettiği sonuçlara kıyamete denk ulaşacak olup bu tür felaketlerin bugün olmaz ise yarın olmayacağını kim garanti edebilir?.

Bugün ozon tabakasının delinmesi sonucu meydana gelen felaketlerin ,önlem alınmadığı takdirde ilerleyen yıllarda daha büyük felaketlere yol açmayacağını kim bilebilir? veya kutuplardaki buzulların erimesi ile meydana gelecek olan su basmalarının Nuh as ın kavminin başına gelen tufan gibi olmayacağını kim bilebilir? 

Birde ekonomik dengenin bozulması sonucu meydana gelen helak olayları vardır, bu tür helakin gerçekleşme şekli ise ekonomik krizler şeklinde olup insanları ve ulusları derinden etkilediğine hepimiz şahit olmaktayız. Bu tür helaklere insanın nankör ve unutkan olması yol açmakta daha önceki krizleri unutarak hiç olmamış gibi bir hayat sürmeleri yeni krizlerin doğmasına sebep olmuştur ve olmaya devam edecektir. 

Kur'anın bu durumu anlatan ayetlerinden bir kaç tane örnek sıralayalım. Allah c.c Araf s. 31. ayetinde "yiyin için israf etmeyin o israf edenleri sevmez" buyurarak dengeli bir hayat sürülmesi gerektiğini beyan etmiştir. Hayat içindeki inişler ve çıkışları imtihan olgusu içinde değerlendiren Rabbimiz kullarına bu konuda sabır tavsiye ederek imtihanı başarmalarının anahtarını vermektedir. Ama insanın nankör ve unutkan tarafı bu konuda da ortaya çıkmaktadır.

[002.155]  Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.
[010.021]  İnsanlara darlık geldikten sonra onlara bolluğu taddırdığımızda, hemen ayetlerimize dil uzatmağa kalkışırlar; onlara de ki: «Hile yapanın cezasını vermekte Allah daha çabuktur.» Elçi meleklerimiz kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz yazmaktadırlar.
[011.009]  And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[030.036]  İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
[042.048]  Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.

Hayat içindeki inişler ve çıkışları imtihan olgusu içinde değerlendiren Rabbimiz kullarına bu konuda sabır tavsiye ederek imtihanı başarmalarının anahtarını vermektedir. Ama insanın nankör ve unutkan tarafı bu konuda da ortaya çıkmaktadır.

[006.042-44]  Andolsun ki, senden önce bir takım ümmetlere de peygamberler gönderdik; dinlemediler. Biz de onları yalvarıp yakarsınlar diye darlık ve sıkıntı ile cezalandırdık.Hiç değilse, onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Lakin kalbleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel gösterdi.Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.
[007.094]  Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.Sonra kötülüğün yerine iyiliği koyduk, öyle ki, çoğalıp, «babalarımız da darlığa uğramış, bolluğa kavuşmuşlardı» dediler. Bu yüzden onları haberleri olmadan, ansızın yakalayıverdik. Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.
[023.073-77]  Aslında sen, onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun.Ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan çıkmaktadırlar.Biz onlara acısak ve başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, azgınlıkları içinde bocalayıp kalırlar. And olsun ki, Biz onları azabla yakalamıştık, yine de Rablerine boyun eğmemiş ve yakarmamışlardı.Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerdeki bilgiler çerçevesinde, evrensel kural olarak görülebilecek olayların cereyan etmesi helakin elçiler sonrası zamanlar için ekonomik ve sosyal kriz şeklinde meydana gelebileceğini gösterir. 

Yusuf a.s ın , hükümdarın gördüğü rüyayı 7 sene bolluk , 7 sene kıtlık ve ardından yine bolluk olarak yorumlaması,  bizi ulusların kaderi diyebileceğimiz bir noktaya götürür. Her ulusun yaşadığı zaman içinde darlık ve bolluk şeklinde inişli çıkışlı bir hayat üzerinde gittiği herkesin malumudur. Yusuf as kıssası bu evrensel kaderi bizlere anlatarak , bolluk zamanı gelebilecek olan darlığa hazırlıklı olunmasını bizlere öğretmektedir. Bolluk zamanı ambarlarını gelecek olan darlığa karşı dolduran Yusuf as kıtlık ekonomisini başarılı bir biçimde yürütmüş ve ülkesini düze çıkarmıştır.  

Dünyanın global bir köy olarak tanımlandığı çağımızda, ülkemiz harici başka bir ülkede meydana gelen ekonomik zorluklar anında başka ülkelere de sirayet ederek neredeyse tüm dünyayı etkilemektedir. Bu gibi ekonomik krizler beraberinde sosyal krizleri de getirerek toplumların ahlaki yönden de çökmesine neden olmaktadır.

Ulusların bu duruma düşmemeleri , "herkes kapısının önünü temizlerse sokak tertemiz olur"misalinden yola çıkılarak önce kişisel bazda tedbirler ile olacaktır. İsraf, kişileri ve o kişilerin oluşturduğu ulusları yıkıma götüren en büyük faktördür. Bu gün ülkemize baktığımız zaman bir önceki krizden kurtulan insanların , o krizden ders çıkartmak yerine alabildiğince israfa yönelik bir hayat tarzına devam etmeleri evrensel kural olan yeni bir krizin çıkmasına yol açacaktır.

İstatistik verilerine baktığımız zaman milyonlarca kişinin kredi yolu ile aldığı borcun toplamı korkunç boyutları ulaşmış olup devlet tarafından buna engel olmak için bazı çareler düşünülmektedir,tüketime dayalı ekonomik sistem böyle bir engeli delmek için reklam vasıtası ile insanların şuur altlarına öyle emirler göndermektedir ki , kredi kartı olmayan veya bankadan kredi çekmeyen bir insan sanki aptalmış gibi bir hava oluşturularak bu şekil borçlanmayı körüklemektedirler. 

Bankaların bir çoğunun sahiplerinin Yahudi asıllı insanlar olması , bu bankalar tarafından alabildiğince borçlandıran insanımızın , dolayısı ile insanların oluşturduğu bu ülkenin nereye sürüklenmek istendiğinin göstergesidir. IMF denilen uluslararası para fonunun, krize giren ülkeleri kurtarmak!!! amacı ile faiz ile borç vermeleri o ülkeyi ve insanları ne hale getirdiğini uzağa gitmeye gerek kalmadan yaşadığımız ülke üzerinde hepimiz şahit olduk. 

Savaşların artık sadece askeri olarak değil ekonomik olarak yapıldığını düşünecek olursak , bir ülke diğer ülkeyi yıkıma uğratmak onu sömürmek için onu borçlandırma yoluna giderek esir almakta ve istediklerini ona dikte ettirmektedir. IMF denilen örgütün ülkemize borç vermek için koyduğu şartları hatırlayacak olursak bu borcu babalarının hayrına vermedikleri ülkeyi esir almak amacı ile verdikleri görülecektir. 

İsraf ekonomisine uygun olarak harcama yapan insanların , darlık zamanı düştükleri durumdan kurtulmak için yaptıkları gayri meşru işler olan, hırsızlık , fuhuş ,gasp, cinayet v.s eylemler toplumu rahatsız ederek herkesi diken üzerinde oturmasına sebep olmaktadır. Büyük şehirlerdeki duruma baktığımız zaman bu hal bariz biçimde görülmektedir,hatta daha küçük yerleşim birimlerine kadar bu rahatsızlık sirayet etmiştir. 

Kur'anda zikri geçen elçilere baktığımız zaman kavimlerinin şirk işlemesi ile birlikte ekonomik ve sosyal denge konusunda aykırı davranışlar sergilediklerini görmekteyiz. Salih a.s ın kavmine gönderilen dişi deveyi öldürmeleri , ekolojik dengeye ihanet , Şuayb a.s ın kavminin ölçü ve tartıda haksızlık yapmalarının ekonomik dengeye ihanet , Lut as kavminin cinsel sapkınlığı sosyal ve fıtri dengeye ihanet olarak yorumlanacak olursa toplumların yıkımını hızlandıran sebepleri , şirk , ekonomik , ekolojik ,sosyal ve fıtri dengeyi bozmaları olarak görebilir ve bu özelliklere sahip olan ulusların yıkımlarının hak olduğunu söyleyebiliriz , helak olayını illaki gökten taş yağması şeklinde olmasını beklemeye gerek yoktur toplumların bu şekil çöküşleri de onların helak olması anlamına gelmektedir. Aşağıda vereceğimiz ayet mealleri evrensel kural olarak okuyabileceğimiz ayetlerdir. 

[015.004]  Biz, hiç bir kasabayı bilinen bir yazısı olmaksızın helak etmedik.
[017.016]  Ve Biz bir beldeyi helâk etmek murad edince onun devlet sahiplerine (hakka itaat etmelerini) emrederiz. Onlar ise orada fısk (ve fücurda) bulunmuş olurlar. Artık o beldenin üzerine söz (helâkları hakkındaki hüküm) hak olmuş olur. İmdi onu (o beldeyi) tamamen helâk ile helâk etmiş oluruz.
[017.058]  Kıyamet gününden önce ortadan kaldırmayacağımız veya çetin azaba uğratmayacağımız bir şehir yoktur. Bu, Kitap'da yazılıdır.

Ulusların kaderi ile ilgili kitab , ulusların yapmış olduğu amellerin kuralıdır, yani nasıl bir hayat tarzı sürerlerse ona göre bir karşılık alacaklardır. Allah cc hiç bir ülkeyi yıkımı hak etmeden yani günahsızlar iken yıkıma uğratmaz buda bir Sünnetullah'tır, hud s. 117. ayeti bize bunu beyan etmektedir.

[011.117]  Rabbin, kasabaların halkı ıslah olmuşken, haksız yere onları yok etmez.

Kur'anda kavimlerin helaki ile ilgili ayetlere baktığımızda adı geçen elçilerden önce bir çok elçi o kavme gelmiş olup , o kavmin helak ile neticelenen sonunda içlerinde olan elçi o kavme son gelen elçidir , bu durum bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir.  

[041.013-14] Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: «İşte sizi, Ad ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir azap ile uyardım.»Kendilerine önlerinden, arkalarından elçilerimiz: «Allah’tan başkasına sakın ibadet etmeyiniz» dediklerinde onlar: «Rabbimiz olan Allah dileseydi, üstümüze melekler indirirdi, böyle olunca biz sizinle gönderilen şeylerin hepsini inkâr ettik» dediler.
[011.059] İşte Ad kavmi, Rablerinin ayetlerini inkar ettiler, resullerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular.
[025.037]  Nuh kavmini de Resulleri tekzib ettikleri vakıt gark edib kendilerini insanlara bir ıbret kıldık: hazırladık da zâlimlere elîm bir azâb
[046.021]  Âd kavminin kardeşini (Hûd'u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkaf bölgesindeki kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, demişti.

Kur'ana baktığımız zaman zikri geçen elçilerin kavimlerinin helak edilme sünneti olarak onlara elçi gelmiş olmasının gerektiği beyan edilmektedir. 

 [017.015] Kim doğru yola giderse ancak kendisi için doğru yola gitmiş olur ve her kim sapıtırsa ancak kendi aleyhine olarak sapıtmış bulunur. Ve bir günkar kimse başkasının günahını yüklenmez ve Biz bir resûl gönderinceye kadar azap ediciler olmadık.
[026.208] Uyarıcılar olmaksızın Biz, hiç bir kasabayı helak etmedik.
[028.059] Rabb'in memleketlerin ana merkezlerinin halkına ayetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe ülkeleri helâk edici değildir. Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.

Kur'anda zikri geçen elçilerin kavimlerinin toptan helak edildiği malumdur , dün helak edilen o kavimleri işledikleri suçların aynısını işleyenler de helak edilme ile karşı karşıya geleceklerdir. İçinde bulunduğumuz durumu göz önüne alarak sosyal ve ekonomik ve ekolojik olarak dünyanın geldiği hali görüp helakten farklı bir durumda olmadığımız açıktır. Durum maalesef her geçen gün dahada kötüleşerek daha büyük felaketlere gebe bir hale gelmektedir.

Sonuç olarak; kur'anda anlatılan helak olayları Allah c.c nin koymuş olduğu kurallara riayet etmeden sürülen bir hayatın sonucu olup , bu durum bir kurala yani Sünnetullah'a bağlanmıştır. Günümüzde helak olgusu ulusların , ekonomik,ekolojik,sosyal dengeleri bozarak toplumların ifsat olmalarına sebep olması şekline bürünmüştür. Her türlü dengenin bozulduğu bir toplum içinde yaşamak bizler için bir nevi helak olmak demek olup bu durumdan kurtulmak mümkündür. 

Bu mümkünlük Allah c.c nin Rad s.11. ayetinde " Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğin! Onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O'ndan başka bir vali de yoktur." şeklinde buyurulduğu gibi toplumlar nasıl ifsad olmak yolunda bir irade beyanında bulunup ,Allah cc tarafından bu iradelerine uygun yolda yürümeleri sağlandıysa , aynı şekilde ıslah olmak yolunda bir irade beyanında bulunurlarsa, Allah cc tarafından bu iradelerine uygun yolda yürümeleri sağlanacaktır. Aynı durum Enfal s. 53. ayetinde de beyan edilmekte olup insanlar ve onların oluşturduğu ulusların evrensel yasalar olarak belirlenen kaderleri dahilinde yapmış oldukları eylemlerde neyi hak ediyorlarsa onu bulmaları değişmez bir yasadır.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Nur s. 62-63. Ayetleri ve Tarihsellikten Evrenselliğe Bir Okuma

Kur'an 1400 küsur yıl önce yaşanan hayat içinde inen bir kitab olması nedeniyle, bu kitabın ayetlerinin öncelikle yaşanan zaman ve mekan ile olan ilişkisinin ortaya konulup sonra, "bize dair nasıl bir mesaj taşıyabilir?" sorusunun cevabının aranmasının gerektiğini düşünmekteyiz. "Kur'anın bütün ayetleri kıyamete kadar geçerlidir" sözünün gerçekle alakasının pek olmadığını ve bu söylemin duygusallıktan öte geçemeyeceğini hatırlatmak istiyoruz. Nur s. 62.63. ayetlerini bu düşünce çerçevesinde değerlendirerek, "bize nasıl bir mesajı taşıyabilir?"sorusunun cevabını aramaya çalışacağız.

[024.062]  Mü'minler; ancak Allah'a ve Rasulüne iman edenler ve peygamberle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin isteyip alıncaya kadar ayrılıp gitmeyenlerdir. Gerçekten senden izin isteyenler; işte onlar, Allah'a ve Rasulüne iman edenlerdir. Bir takım işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver ve Allah'tan onların bağışlanmalarını dile. Şüphesiz ki Allah; Gafur'dur, Rahim'dir.

[024.063]  (Ey müminler!) Peygamberin davetini, aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin. İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.

Ayetleri okuduğumuz zaman , mü'minlerin vasıflarından birisinin peygamber ile birlikte ortak bir karar alındığı zaman, yan çizmemek kararın gereklerini yerine getirmek şeklinde bir zorunluluk olduğu görülmektedir. Şimdi birisi kalkıp , " şu anda aramızda peygamber yok bu ayetin otomatikman hükmü kalkmışmıdır?" diye sorsa cevabımız "hayır" şeklinde olacaktır. 

Muhammed as ın yaşadığı zaman içinde nasıl bir konuma sahip olduğu konusunda şunları söyleyebiliriz. Muhammed as Allah cc nin seçmiş olduğu bir elçi ve aynı zamanda Medine'deki devletin başıdır. Bu devleti ilgilendiren bazı durumlar ayet nazil olması ile , veya onun aldığı bir karar ile verilmektedir. Elçinin aldığı karar , ayet veya şahsi içtihadı hangisi ile olsun farketmeden bağlayıcıdır o zaman yaşayan insanları bağlar ve bu bağlayıcılığa Medinede inen ayetler bağlamında şahit oluyoruz. Elçinin bize rivayetler kanalı ile uygulamalarının bağlayıcılığı konusu daha farklı bir konu olup tartışmaya açıktır.

Ayet bağlamında inen emirler o günkü tarihsel bağlamında okunarak , bugüne nasıl taşınabileceği  konusu önemli olup, ayetin tarihselliği içinden evrensellik nasıl çıkarabiliriz şeklinde bir okuma yapılması gerektiği düşünüyoruz. Bunu söylerken zorlama te'villerle ayeti tarihselleştireceğiz veya evrenselleştireceğiz şeklinde değil yaşadığımız zamana dair bir mesajı olabilirmi şeklinde düşünüp ona göre bir cevap almaya çalışabiliriz.

 [009.086]  «Allah'a inanın ve Peygamberinin yanında savaşın» diye bir sure inmiş olsa, onların gücü yetenleri sizden izin isterler ve «Bizi bırak oturanlarla beraber kalalım» derler.
[009.093]  Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyen, geride kalan kadınlarla bulunmaya razı olanlara ve Allah kalblerini mühürlemiş olduğu için bilmeyenleredir.
[033.013]  İçlerinden bir takımı: «Ey Medineliler! Tutunacak yeriniz yok, geri dönün» demişti. İçlerinden bir topluluk da Peygamberden: «Evlerimiz düşmana açıktır» diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi sadece kaçmak istiyorlardı.
[009.044-45]  Allah'a ve ahiret gününe inananlar, mallariyle, canlariyle savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak için senden izin istemezler. Allah sakınanları bilir.Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalbleri şüpheye düşüp şüphelerinde bocalayan kimseler senden izin isterler.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler Medinede nazil olan ayetlerdir , ayetlerin bağlamı can ve mal ile imanın ortaya konması gerektiği zaman geri duranlar yani münafıklardır. Ayetler evrensel bir hastalık olan münafıklığın koordinatlarını vermekte olup , dün Medinede ortaya çıkan hastalık bugün ve yarın kıyamete kadar sürecek bir hastalıktır.

Peygamber as ın yaşadığı zaman içinde inen bu ayetlerin evrensel bir boyutu olduğu muhakkaktır. Bugün bu ayetlerin mesajını anlamak için peygamberin yerine kimin konulacağı meselesi önemlidir. 

 [004.059]  Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun halini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir.

Nisa s. 59. ayeti içindeki " sizden olan emir sahipleri" ibaresi önemli bir ayrıntı olup peygamber as ın yaşadığı zaman içindeki devlet başkanı sıfatı ile yüklendiği görevi ondan sonra gelenler "emir sahibi" sıfatıyla yükleneceklerdir. Burada müslümanlara düşen görev aralarında "emir sahibi" olarak seçilecek olan kişilerin son derece feraset sahibi olması gerekmektedirki,emir sahipleri olarak alacakları kararların ümmeti bölünmeye sevketmeyecek şekilde olsun.

Bu gün müslümanların "ulul emr" sıfatına sahip bir şura heyeti oluşturamamış olması ümmeti ilgilendiren konularda ortak bir karar alınarak birlikte hareket etme imkanından yoksun olmamız bu ayetin gereğini yerine getirmemek anlamına gelmektedir. Medinede inen ayetler Muhammed as ın hem elçi hemde ulul emr sıfatına haiz olduğunu göstermektedir. Muhammed as ın elçiliğinin yerine başka kimse gelmeyecek olması ulul emr sıfatına sahip olan bir kimsenin olmayacağını göstermez. 

Nur s 62.63. ayetlere dönecek olursak bu ayeti bugün şu şekilde güncelleyerek mesajını sadece belirli bir zaman ve mekana has olmaktan çıkartabiliriz. Bugün müslümanların ortak kararı ile seçilmiş olan ulul emr sıfatına sahip şura heyetinin ümmeti ilgilendiren bir karar alığı vakit kimsenin alınan bu karara karşı çıkmak gibi bir lüksü asla olamaz , alınan karara karşı çıkmanın veya kararı delme çalışmalarının islam literatürndeki adı KÜFÜR ve NİFAK tır.

Yukarıda örneklerini verdiğimiz ayet mealleri  içinde  "izin istemek" şeklinde geçen bahaneleri üretenlerin bahanelerinin geçerli olmadığı , bu şekil bir yol ile ümmet içinde alınan karardan kaçanların MÜNAFIKlar oldukları ayan beyan ortadadır.Münafık karakteri can ve malın ortaya konmasını ortak kararlarda zuhur ederek kararı delmeye çalışır ve bu karkater sadece Medineye has değil zamanlar üstü bir karakterdir.

63. ayetteki "peygamberin davetini başkalarının daveti gibi sanmayın" ayeti aynı şekilde güncellenerek ulul emr sıfatını taşıyanların ümmeti ilgilendiren konularda verdiği kararların bağlayıcı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayeti tarihselliği içinde bıraktığımız takdirde yaşayan bir peygamberin olmaması onun yaptığı çağrının yaşadığı zaman ve mekana hapsedilmesi gibi bir durum ortaya çıkarır ki bu durum ayetin bizlere mesaj taşımaması anşamına gelir , ancak ulul emr sıfatına haiz kimselerden oluşan bir şura heyetinin oluşturulmuş olması ayetin evrensel bir mesaj taşıdığı ve bu heyetin aldığı kararların alelade bir karar olmadığı , bağlayıcılığı olduğunu , herkesin uyması gerektiğini beyan etmektedir. Bu bağlamda "Allaha ve resulune itaat edin" şeklinde geçen ayetleride "resule itaat hadise itaattır" şeklinde durağan bir düşünceden çıkarıp emir sahiplerine itaat şeklinde güncelleştirerek hadisler konusunda mevcut olan bir takım yanlış düşünceleri tartışarak bölünmeye yol açmaktan kurtulmuş oluruz,bu konu müstakil bir yazı konusu olduğu için bu kadarı ile yetiniyoruz.

Bugün islam dünyasında karar alma yetkisine sahip olan bir şura heyetinin oluşturulmuş olmaması müslümanlar arasındaki dağınıklığın bir tezahürüdür , şayet böyle bir heyet olmuş olsa idi ve bu heyetin aldığı kararların bağlayıcı olduğu düşüncesi hakim olsaydı bizlerin bugünkü durumu daha farklı olurdu. Maaleseftirki bırakın böyle bir heyetin olması , olmamasından dolayı herhangi bir sıkıntı bile duyulmamakta,böyle bir şeyin ihtiyaç olduğu gibi bir düşünceye dahi bir çoklarımızın sahip olmaması içinde bulunduğumuz durumun ne kadar içler acısı olduğunun bir göstergesidir. 
 
Bugün her cemaatin kendisine itaat ettiği bir lideri olmuş olması bu açığın kapanması değil yaranın dahada derinleşmesi anlamındadır. Her cemaat kendisine tabi olduğu kişinin din adına ortaya koyduğu düşüncesine tabi olduğu için kapanmaz yaralar oluşmakta ve tek bir kitap etrafında birleşmek gibi bir düşünce akla dahi getirilmemektedir,bu durumdan en fazla islam düşmanları memnun  olmakta, islam dünyası ve müslümanlar üzerinde istedikleri gibi at oynatabilmektedirler

Sonuç olarak; nur s. 62.63. ayetlerini baz alarak 1400 kusur yıl önce inen kitabın ayetlerinin nasıl güncel bir mesaj taşıyabileceği konusunda yapmaya çalıştığımız çalışmadan anladıklarımızı paylaşmaya çalıştık. Bugün müslümanların aralarında birliktelik oluşturarak "ulul emr" sıfatına sahip bir şura heyeti oluşturması gerektiği ve bu heyetin aldığı kararların bağlayıcı olduğu , karşı çıkan veya delmeye çalışanların literatürdeki isimlerinin ne oldukları kur'anın beyanı ile sabittir. Peygamber sıfatına sahip kimselerin gelmeyecek olması, onun ulul emr sıfatı ile yapmış olduğu görevin evrensel olması ve bu evrensel görevi devam ettirenlerin onu ve kitabı örnek almakta son derece dikkatli olması önem arzeden bir durum olup, yönetici kademelerindeki kişilerin aldıkları kararlarda sorumlu oldukları bilincine haiz olarak dünya ve ahirette ümmete hayırlı sonuçlar doğuracak kararlar alma mecburiyetleri olduğu için işin ehli  ve üstlendikleri emanetin bilincinde olmaları gerekmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

12 Ağustos 2014 Salı

Kur'an-Hadis-Sünnet : Müslümanların Teslis Akidesi

Kur'an , Hadis ve Sünnet İslam inancı içinde önemli yer tutan bilgi kaynakları olarak her Müslümanın dilinde dolaşan üç kelimedir. Bu üç kelime ile ifade edilen kaynaklar zaman içinde farklı anlayışlar çerçevesinde değerlendirilmeye başlanarak bu kaynaklara bakış açısı veya nasıl bir konuma sahip olması gerektiği meselesi Müslüman dünyasında tartışmalara yol açmış olup hala tartışılmaktadır.

Bu 3 kelime ile ifade edilen kaynakların içerikleri geleneksel İslam inancı içinde öyle kemikleşmiş bir yapıya sahip kılınmıştır ki sadece kur'anın adını tek olarak söylemek sanki büyük bir cürüm olarak görülerek , kur'anın yanına sünnet veya hadis ilavelerini yaparak konuşmayanlar hadis ve sünnet düşmanı olarak görülür olmuştur. Bu 3 kelime ile ifade edilen kaynakları nasıl bir konuma koymak gerektiğinden önce böyle bir üçlemenin nasıl bir itikadi yaraya yol açabileceği üzerinde durmak istiyoruz.

Bu durum hıristiyanların baba -oğul-ruhul kudüs şeklindeki üçlemelerini hatırlatmakta olup alevi geleneğindeki Allah -Muhammed -Ali üçlemesi gibi bir duruma yol açmaktadır. Özellikle gelenekçi kesime mensup fikir adamlarının "hadis veya sünnet olmadan kur'an boş bir metin gibidir" sözleri ile ortaya atılan görüşler kur'anı anlamak için olmazsa olmazlar mesabesinde görülmüş , üstüne üstlük kur'an ve hadis öyle bir seviyeye çıkarılmıştır ki "Mütevatir sünnet Kur'an ayetini nesheder" şeklinde korkunç bir düşünce üretilmiştir.

Önce şu tesbiti yapmamız gerekmektedir; kur'an Allah cc nin indirmiş olduğu bir kaynak , hadis ve sünnet o kitabın indirildiği şahsın sözleri ve fiileri olarak bilinen kaynaktır. Allah cc nin yanına her ne sebeble olsun oturtulan kişi ,eser ,düşünce vs nin ortak adı ŞİRK tir. Kur'an +hadis+sünnet şeklinde yapılan bir üçlemenin adı , Allah cc nin kitabının yanına ortak kaynaklar konulması şeklinde tezahür eden bir eylemin adı da aynen ŞİRK tir. 

Hadis ve sünnet olmadan kur'an anlaşılmaz diyenlerin yeri geldiği zaman kur'an ayetleri ile çelişen bir çok rivayeti nasıl öncellediği hepimizin malumudur. Bu malumatları göz önüne alacak olursak, Kur'anın hadis ve sünnet adı altında ortaya atılan bir takım uydurmaların arkasına atılarak değersizleştirilmesi İsa as a yapılan muameleden bir farkının olmadığını açıkça göstermektedir. 

Kur'an'ın bu şekil bir anılmayı müşriklere hitab eden ayetlerde zikretmiş olması , "bu ayetler onlara bize değil" diyerek göz ardı etmemizi ve mesajını anlamamamızı gerektirmez. 

[017.046] Kuran'ı anlarlar diye kalblerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Kuran'da Rabbini bir tek olarak andığın zaman, onlar ürkerek ardlarına dönerler.
[039.045]  Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler
 [040.012]  Onlara: «Yalnız Allah çağrıldığı zaman inkar ederdiniz de, O'na eş koşulunca inanırdınız. Bugün hüküm, yüce Allah'ındır» denir.

 Bu ayetler direk olarak müşrikler ile ilgilidir ama vermek istediği mesaj açısından aynı durum Allah cc ve onun kitabının yanında Muhammed as veya hadis , sünnet anılmadan herhangi bir söz edildiği zaman ortaya çıkan durum , "neden sadece Allah veya Kur'an" denildiği ,neden "Muhammed as veya hadis ,sünnet" denilmediği şeklinde bir itirazdır. 

Allah+Muhammed veya Kur'an+hadis+sünnet kelimelerinin birbirinden ayrılmadan söylenmiş olması hıristiyan inancındaki teslis akidesinden ne farkı vardır?. Baba+oğul+ruhul kudüs şeklinde bir üçlemenin hıristiyanların kafir olma sebebi olduğunu bildiren rabbimizin bu sözlerini okuyarak bizlerinde başka bir türlü bir üçleme içine girmemiz akıl alacak iş değildir. 

Ehli hadis fırkasının hadislere karşı aşırı bir yüceltmeye tabi tutmuş olması , hıristiyanların İsa as a karşı uyguladıkları aşırı yüceltmeden örnek olarak yapılmış olması bu tür teslisin bizdede yer bulmasını kolaylaştırmış olup , kur'an ayetlerini yanlı bir biçimde okuyarak, elçinin mesajını değil kendisini yüceltmel şeklinde tezahir eden bir düşünce biçimi yerleştirilmiş hatta gerekli uydurmalar ve iftiralar ile kemikleşmiş bir yapıya bürünmesi sağlanmıştır. 

Bir Müslüman kur'anın yanında sünneti zikretmeden mesela "ben sadece kur'ana iman ediyorum" dese o Müslümanın sanki hadisi veya sünneti red ediyormuşcasına bir algı oluşturularak sünnet düşmanı olarak lanse edilmesi, tabiri caizse bu konu üzerinde bir mahalle baskısı oluşmuş olduğunu göstermektedir. Buradan açık ve net olarak şunu söylemek istiyoruz; kur'anın yanında hadise iman gibi bir zorunluluk yoktur,çünkü bize Muhammed as adına gelen bütün haberler istisnasız olarak zan içermektedir, zan içeren bilgilere inanmanın imanın şartı gibi sayılması elçi hakkında oluşturulmuş olan aşırı yüceltmeci bir düşüncenin ürünü olup kur'anın bize böyle bir emri yoktur.

Gelenekte hadise iman elçiye iman ile eşdeğer bir inancın olmuş olması , bir kısım insanın hadis ve sünnet kelimelerine karşı aşırı bir allerji duyarak, bu kelimeler ile ifade edilen kaynakların tamamen atılması gerektiği şeklinde düşünceler doğurmuştur. İfrata karşı tefrit diyebileceğimiz bu tepkinin doğru bir tepki olmadığını düşündüğümüzü beyan ederek hadis ve sünneti nasıl bir konuma koymak gerektiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.

Öncelikle Allah cc nin , kullarına emir ve nehiylerini bildirmek için seçtiği kullarının bizler gibi bir beşer olduğu gerçeğini acı ama gerçek kabilinden kabul etmek zorundayız. Elçinin Allah cc nin yanına koyan her türlü düşüncenin ŞİRK olduğu gerçeği bilinmeden , elçinin konumu sadece kur'an boyutundan öğrenilerek ona göre bir konuma oturtulmadan doğru bir yaklaşımın sergilenmesinin imkansız olduğu bilinmelidir.

Kur'an elçilerin tamamı için geçerli olan bir tarif getirerek bu tarifin dışında hiç bir elçinin özel bir durumu olduğu gibi bir şeyden asla bahsetmez. Bu durumda Muhammed as a atfen onun özel bir konumu olduğu şeklindeki sözler tamamen uydurma ve iftiradan başkası değildir. Bu sözlerin sahipleri elçiyi yüceltelim derken Allah cc ye iftira attıklarının farkında olmak durumundadırlar.

Kur'an Allah cc nin elçileri için vahyi tebliğ ve yaşama örnekliği şeklinde özetleyebileceğimiz bir göreve sahip olduklarını beyan eder. tebliğ ve örneklik olarak tezahür eden bu görevin birbirinden ayrılarak sadece tebliğ olarak görülmesi , gelenekteki elçi anlayışına karşı oluşmuş olan aşırı bir tepkidir.  

 [033.021]  Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.
[060.004]  İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine şöyle demişlerdi: «Biz sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin dininizi inkar ediyoruz; bizimle sizin aranızda yalnız Allah'a inanmanıza kadar ebedi düşmanlık ve öfke başgöstermiştir.» -Yalnız, İbrahim'in, babasına: «And olsun ki, senin için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi savmaya gücüm yetmez» sözü bu örneğin dışındadır- «Rabbimiz! Sana güvendik, Sana yöneldik; dönüş Sanadır.»

 Sadece Muhammed as değil, kur'anda zikri geçen bütün elçiler ve ona tabi olanlar bizler için örneklik olarak anlatılmıştır, sadece bu örnekliğe Muhammed as ı dahil etmek elçiler arasını ayırmak anlamına gelirki bu kur'anın asla tasvip etmediği bir yaklaşımdır. Bu örnekliğin nerede ve nasıl olacağı tartışma konusu olup tabiri caizse zurnanın zırt dediği yerdir.


Karizmatik bir yapıya büründürülerek kur'anın yanına oturtulan hadis kitaplarındaki bütün rivayetler istisnasız olarak ZAN olarak ifade edeceğimiz bilgilerdir. Zan içeren bir bilginin kesinlik ifade eden bir bilgi kaynağı ile sağlamasının yapılmadan doğru olup olmadına karar vermek asla doğru bir yaklaşım değildir. Hadis denilen sözleri içeren kaynakları kısaca nasıl bir konuma sahip olması gerektiğinden sonra, sünnet dediğimiz bilgi kaynağına yüklenecek değerin nasıl olacağı konusu önemli bir yer tutmaktadır. 

Kur'andan çıkarabileceğimiz ve "sünnet" kelimesi ile ifade edilebilecek bilgiler sadece tek bir elçi ile sınırlı değildir. Bu şekil bir sınırlama hem gelenekteki , hemde yeni kur'an anlayışlarında gördüğümüz ortak bir yanlıştır. Bütün elçilere iman gibi bir vazife yüklenmiş olmamız sadece onların adına değil , kıssalar yolu ile anlatılan hayatlarındaki mücadele yöntemlerini içselleştirip hayat içine aktarmak şeklinde olması gerekmektedir.

Kur'anda zikir geçen bütün elçileri örnek alma zorunluluğu bir kısım insanın allerji kaptığı sünnet kelimesinede daha doğru bir yaklaşım sergilemesine sebeb olacaktır. Gelenekteki sünnet kelimesinin sadece Muhammed as ile sınırlandırılmış olması , içerik olarak sadece hangi el ile yemek yemek ,hangi ayak ile tuvalete girmek , sarık ,cüppe ,şalvar vs gibi gereksiz bilgiler ile donatılmış olması bazı kişilerde haklı olarak bu kelime ile ifade edilen içeriğe karşı bir allerji oluşmasına sebebiyet vermiştir.

Bazılarının yaptığı yanlışlar bizlerin o yanlışları kalkan olarak kullanmasına vesile olmamalı , aksine doğru olan şeyin ne olduğu araştırmasına vesile olmalıdır. Kur'nın tevhid merkezli bir çağrısı olduğu asla hatırdan çıkarılmadan bütün elçilerin şirki yıkmak için yapmış olduğu mücadeler yöntemleri bizler için örneklik teşkil edip bu örnekliğin literatürdeki adı SÜNNET tir. Muhammed as a anlatılan elçilerin kıssaları, o ve ona tabi olan mü'minler tarafından içselleştirilerek okunmuş ve kendileri için yol haritası olarak anlatıldığının şuuruna vakıf olarak mücadelelerinde takip ettikleri metoda önemli katkılar sağlamıştır. 

Sünnet kelimesinin içini bu şekil bir düşünce ile doldurduğumuz takdirde,sadece tek bir elçi ile sınırlı olmadığı , insan olmak nedeniyle yapılanların sünnet kapsamı içinde değerlendirilemeyeceği ortaya çıkacaktır. Kur'anın tevhid merkezli bir çağrısı olduğu düşünülerek yapılan okumalarda, bütün elçilerin yaptıkları sünnet olarak adlandırılması gerektiği ortada iken sünnetin toptan atılması şeklinde tezahür eden anlayışın kur'anın bir çok ayetini red etme durumuna düştüğü açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. 

"Sünneti toptan atalım" şeklinde tezahür eden anlayış altında istisnaları olmak üzere art niyetli bir düşünce yatmakta olduğu gerçeği görülmelidir. Kur'an canlı bir hayat içinden verdiği örneklerle tarih boyunca tevhid mücadelesini bizlere anlatmaktadır. Zikri geçen elçilerin tümünü kapsayan örnekliği atacak olursak ortada kitap dediğimiz bir şey kalmaz , okunan ayetleri bir taraf sevap kazanmak için anlamını düşünmeden belli zamanlarda ve mekanlarda okur , diğer bir taraf tarihi örnekliği yok saydığı için , namaz varmı yokmu , oruç varmı yokmu , hac varmı yokmu vs gibi tartışmalar ile hevalarına uygun bir kitap oluşturmaktan başka bir şey yapmamış olur. 

"Sünneti toptan atalım" düşüncesinin istisnaları olarak bahsettiğimiz kesim bu konuda yanlış kapıları çalmış fakat arayış içinde olan kesimdir, bu şekilde olanların öncelikle kur'anı esas almaları , birilerinin kur'an anlayışlarını kur'anın kendisi olarak görmemeleri gerektiği hususuna çok dikkat etmeleri gerektiğini vurgulamak istiyoruz. 

Kur'an dışı bilgi kaynakları olan hadis ve  sünnete bu şekil bir yaklaşımın ifrata karşı tefrit düşüncesinden uzak mutedil bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz. Tarihi bilgiler olarak görülmesi gereken sözlü külliyatı içeren bilgiler içindeki uydurmaların dahi bizlere yaşanmış tarih içinde gelişen olaylar hakkında bilgi içermesi açısından değerlendirmesi gerektiğini düşünmekteyiz, bu düşüncemiz yanlış anlaşılarak uydurmalar bile kabul edilsin şeklinde anlaşılmamalıdır.

Sonuç olarak;  kur'an+hadis+sünnet şeklinde bir ortaklaştırma ameliyesi , hıristiyanlardan alınan teslis akidesinin bir benzeri olup şirk içeren bir düşüncedir.Kur'an Allah cc nin kelamı olması hasebiyle yanına hiç bir şekilde ortak kabul etmez. Hadis ve sünnet, Allah cc ve kur'ana ortak bir kaynak değil onlardan ayrı bir şekilde kategorize edilmesi ve elçilerin kur'andaki vazifeleri çerçevesinde değerlendirilmesi gereken kaynaklardır. Sünnet kelimesi ile ifade edilen şey sadece tek bir elçi için geçerli olmayıp bütün elçiler için geçerli olan bir kavramdır ve kur'anın bu elçiler ile verdiği örnekler bizler için olmazsa olmaz değerinde örnekliklerdir. Sünneti atalım demenin kur'anın bir çok ayetindeki elçi örneklikleri atalım demek olduğu bilincinde olarak bu düşüncelerin doğru bir kur'an anlayışı doğurmadığı bilinmelidir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Nur s. 55. Ayeti ve Sünnetullahın İşleyiş Kuralları

Sünnetullah kelimesi ile ifade edilen şey , Allah cc nin arz üzerinde koymuş olduğu ve değişmez olan yasalardır,bu değişmezlik kur'anın bir çok ayetinde beyan edilmiş olup Nur s. 55 . ayetide bu durumu beyan eden bir ayettir. 

 [024.055]  Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır.

Nur s. 55. ayetinden anlaşılacağı üzere , iman edip salih amel işlemek ,sadece ona kulluk etmek ,ona hiç bir şeyi ortak koşmamak şartı ile mü'minlere, ahiret mükafatından önce dünya mükafatı olarak arz üzerine halef kılacağını , islamı din olarak yerleşik kılacağını,korkularını güvene çevireceğini vaad etmektedir. Bu vaad Allah cc nin bir sünneti olup bu şartlara riayet edenlere dünya iktidarı vaad edilmiştir , Allah cc vaadinden asla caymayacağına göre bu vaadin gerçekleşmeme sebebleri acaba nedir ? sorusunun cevabını aramak zorundayız.  

Sorunun cevabını bu vaadin gerçekleştiğini beyan eden ayeti ve bu ayete kadar olan süreci yine kur'an içinden okuyarak öğrenmek mümkündür.

[005.003]  Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fasıklıktır. Bugün, inkar edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Doğrusu Allah Bağışlayan'dır, merhametli olandır.

Maide s. 3. ayeti son inen ayet olarak bilinmektedir ve bu bilginin yanlış olmadığını düşünüyoruz. Ayet içindeki "Bugün, inkar edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim."cümlesi önemli mesajlar taşımakta olup, nur s. 55. ayette beyan edilen sünnetullahın gerçekleşmiş olduğunu bizlere bildirmektedir. 

Nur s. 55. ayetinde bildirilen şartlar olan , iman edip salih amel işlemek ,sadece ona kulluk etmek , ona hiç bir şeyi ortak koşmamak şeklindeki şartları taşıyarak bu uğurda canını ve malını ortaya koyan sahabe Allah cc nin sünneti gereği onun vaadının hak olduğunu maide s. 3. ayetinde şahid olmuştur.

Nur s. 55. ayetindeki vaadi hak eden Muhammed as ve ashabını maide s. 3. ayetindeki "Bugün, inkar edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim." şeklinde bir cümlenin nazil olmasına kadar varan sürecin çok iyi değerlendirilmesi ve bu süreci anlatan ayetlerin içselleştirilerek okunması ve hayata aktarılması gereklidir. 

Bu günkü hali pür melalimize baktığımız zaman müslümanlar olarak dünyanın her yerinde zulüm,baskı ,katliam , işkencelere maruz kalmamızın sebebi yine sünnetullahın işleyişinin yani Allah cc nin vaadinin bir gereğidir. Bu vaadi nur s. 55. ayetini tersten okuyarak görebiliriz . 

Allah, içinizden iman ed(MEY)ip salih amel işle(ME)yenlere, onlardan öncekileri halef kıldı(MA)ğı gibi, onları da yeryüzüne halef kıl(M)acağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştir(M)eceğine, korkularını güvene çevir(M)eceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk ed(MEZL)er,  Bana ortak koşARLAR. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır.

Nur s. 55. ayetinin tersten okuduğumuz zaman ortaya çıkan durum hiç birimizin yabancısı olmadığı bir durum olup bugün müslümanların genel durumunu yansıtmaktadır. Allah cc muhakkak vaadinden caymaz ve nur s. 55. ayetin tersini işleyenler için aynı vaad geçerli olup dünyada zelil bir duruma düşmemiz bu sünnetullahın bir tecellisidir.

Muhammed as a ilk inen ayetten son inen ayete kadar olan süreci okuduğumuz takdirde başta elçi Muhammed as olmak üzere ona hakkı ile iman eden sahabenin inen ayetleri içselleştirerek hayata yansıtmaları Allah cc nin onlara vaad ettiği dünya iktidarının gerçekleşmesine sebeb olmuştur. Aynı kur'anı okuyan müslümanların bugün zelil bir durumda olmalarını nasıl izah edebiliriz?

Allah cc nin vaadi olan dünya iktidarına sahip olmak için gerekli olan ana şartlar bir çok ayette olduğu gibi nur s. 55. ayetindede sıralanmıştır.
1- iman etmek 2- salih amel işlemek 3- sadece ona kulluk etmek 4- ona hiçbir şeyi ortak koşmamak. Bu 4 ana unsur kur'an geneline yayılan ayetlerin özetidir demek yanlış olmaz . Allah cc kendisinin tek bir ilah olarak tanınmasını , sadece kendisine kulluk edilmesinin ne şekilde gerçekleşeceğini bütün ayetlerde iman ve salih amel ikilisinin birbirinden ayrılmaz bir unsur olarak zikretmesine rağmen , Allah cc nin vaadine layık olan sahabeler sonrası iman ve salih ameli birbirinden ayırarak zilletin gereği olan şartları oluşturmaya başlamışlardır.

Bugün düşünce dünyamızın tartışılan konularına baktığımızda yüzyıllardır amel imandan bir cüzmüdür değilmidir tartışmaların hala yapılır olduğunu görmekteyiz. Ehli sünnet itikadı adı altında, " iman dil ile kalb ile tasdik" şeklindeki tarifin ameli bertaraf etmesi şeklinde tezahür eden durum bugünkü zelil durumuza temel oluşturan bir düşüncedir. 

"Amelleri imandan bir cüz sayarsak amel işlemeyenler kafir olmuş olur" düşüncesi ile ortaya çıkan mürcie fırkası, büyük bir ihtimal saray erkanını kızdırmamak ve onlara şirin görünmek için böyle ayrıma gitmiştir. Bu ayrımın nelere malolacağı hesabı yapılmadan, günü birlik kaygılarla hareket eden sahabe sonrası bir takım insanları takip edenler kendi zamanlarındaki oluşumlara karşı çıkmama adına bu düşünceleri bayraklaştırarak bugüne kadar gelinmiştir. 

[003.142]  Yoksa siz, Allah içinizden savaşanları ve sabredenleri hiç belirlemeden cennete gireceğinizi mi sandınız.
[002.214]  Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.
[029.002] İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «İman ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
[009.016]  Allah, içinizden cihat edenleri; Allah'tan, peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır.

Bu ayetleri okuyan Muhammed as ve ashabı "iman dil ile ikrar kalb ile tasdikten ibarettir" deyip yan gelip asla yatmadılar özellikle Medinede inen ayetler müslümanların kafirler ile olan mücadelerini köy kahvelerinde veya cami kürsülerinde anlatılacak olan eskilerin masalları olarak anlatmamıştır. İman edip imanlarını salih amel ile birleştirenlerin Allah cc nin dinine karşı koyanlara verdikleri mücadele örnekleri bir çok anlatılarak bizler için ibret alınması sağlanmıştır. 

Allah cc ye ortak koşmamak ve sadece onu tek ilah olarak bilmek gerekliliği, yine olması gereken yönden saptırılarak şirk bir nevi islamileştirilerek düşünce dünyamız içine sokulmuştur. Şirk ve put dediğimiz olguyu sadece Mekkeye has ve kabe içindeki putlarla sınırlayan zihniyet 360 tane putun kırılması ile şirkin ve putçuluğun sona erdiğini zannetmiştir. Zaman içinde hint ,iran ve yunan düşüncesi ile ortaklığa giren müslümanlar oralardan devşirdikleri şirk düşüncelerini islam ile karıştırırarak yeni bir islam inancı ortaya çıkartmışlar ve bu güne kadar tasavvuf adı altında şirki islam olarak sunmaya ve maalesef ki bir çok müslüman bu şirk inancı içinde islamı yaşadıkları zannına kapılmışlardır. 

Allah cc nin nur s. 55. ayetinde etmiş olduğu vaadin şartlarına bu şekilde uyan!! bizler sanki o vaade gerçekten uyduğumuzu zannederek başarı bekler olmuşuz, ancak böyle bir başarı bırakın gelmeyi zillet üzerimizden kalkmaz olmuştur. Bu zillet aynı şekilde sünnetullahın bir gereği olup Alah cc ye gereği gibi kul olmayan bizler , yine Allah cc ye gereği gibi kul olmayanların elinde oyuncak durumuna düşerek onların fitne aracı haline gelen bir duruma geldik.

Bu durumun ortadan kalkması ve yeniden Allah cc nin vaadi olan arz üzerinde iktidar olmak için alak suresi ayetlerinden başlayan ve maide s. 3. ayetine kadar varan süreci içselleştirerek okumaktan ve hayata aktarmaktan başka bir çaremiz yoktur. Bugün ülkemiz geneline şöyle bir baktığımız zaman kendisinin kur'anı öncellediğini iddia edenlerin bir kısmının  (istisnaları hariç olmak üzere) kur'an okumalarına böyle bir kaygıyı katmadıklarına şahid olmaktayız. Kur'an ayetlerini geçmişteki hariciler gibi mızrak uçlarına takarak karşısındaki düşünce sahiplerini tekfir etmekten başka bir amaç dışında okumayan , veya kur'anın tek ve yegane çağrısı olan, Allah cc nin dışındaki ilahları red etmenin ne demek olduğundan dahi habersiz olarak sadece muhafazakar bir söyleme sahip olanları desteklediklerine şahid olmaktayız.

Dünya geneli müslümanları olarak her yerde zelil bir durumda olmuş olmamız bizlerin kur'ana daha ciddi bir biçimde sarılmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatmaktadır. Değişmeyen sünnetullah kuralları çerçevesinde yeniden arz üzerinde hakim olmanın yolu bizden öncekilerin takip ettikleri yolu takip etmekten geçmektedir. 

Nuzül dönemi muhataplarına kıssa yolu ile kendilerinden öncekilerin tevhid mücadeleleri anlatılarak yöntem tarifi yapılmış ve onlar o yöntemleri takip ederek başarıya ulaşmışlardır.Bizler hem kıssaları hemde o kıssalardaki yöntemi takip eden ashabın örnekliklerini okuyarak mücadele yöntemimizi belirlemek zorundayız. Gelgelelim müslümanlar olarak kur'anın bize tarif ettiği mücadele yolunu okumak ve anlamak şöyle dursun ,daha kur'anın bizlere yüklemiş olduğu şirkle mücadele boyutunun neleri kapsadığının şuurunda bile olamayımışız kat etmemiz gereken daha uzun bir yolun olduğunu göstermektedir.

Türkiye geneline baktığımızda özellikle içinde bulunduğumuz sistemde muhafazakarların hükümet etmiş olmaları, bizleri büyük bir atalete sürükleyerek sistem ile entegre olmamızı sağlamıştır. Bu entegre oluş sistemin yürümesini sağlayanların muhafazakar kimlikleri veya bir takım icraatları sayesinde öyle bir hal almıştırki artık sistemi sorgulamak bir tarafa sistemi kabul eden bir müslüman gurubu oluşmuştur. Bu oluşum islam adına tehlikeli bir oluşum olup kur'anın sanki sistemi kabul eder bir tarafı var gibi  düşünce içinde dahi olunmaya başlanmıştır.

Kur'an, Allah cc nin yanına konulan her şeye şirk damgasını vurarak hakimiyetin her konuda alemlerin rabbine ait olması gerektini vurgulamıştır. Muhammed as ın tebliğ sürecinde "müdahene" dediğimiz tavizkar bir tutuma asla düşmemesini özellikle emreden Allah cc bu yoldan asla taviz vererek birilerini kendisine çekmeye çalışmamasını özellikle abese suresi ayetlerinde vurugulamıştır. 

Bütün bu örneklikler bizler içinde işaret taşları olması gerekmektedir. Yönetim kadrolarının muhafazakar kimlikli kişilerden oluşması bizi yönetim şeklinin islami olduğuna dair bir düşünce içinde olmamızı asla gerektirmez. Yönetim kademelerindeki kişiler kuralları önceden belirlenmiş bir sistemin devamını sağlayan insanlar olup kimlikleri bizleri herhangi bir rehavete düşürmemelidir. 

Sonuç olarak; dini yalnız Allaha has kılmak , fitne ve fesadı arz üzerinden kaldırmak gibi bir görev yüklenmiş olan biz müslümanlar bu görevimizin farkında bile olmayarak dini başkalarına has kılmak fitne ve fesadı yayanlara karşı ses etmemek gibi bir misyon yüklenerek bu misyonu sanki kitabımız emrediyor şeklinde bir düşünce ile mevcut sistemlere kul köle olmaya devam etmekteyiz. Nur s. 55. ayetinde arz üzerinde iktidar sahibi olmak için gerekli olan kuralları bizlere beyan eden rabbimiz , maide s. 3. ayetinde Muhammed as ve ashabının bu kuralları yerine getirdiğini ve sünnetullah gereği olarak vaadinin yerine getirdiğini beyan etmektedir. Nur s. 55. ayetini ters bir okuyuşla ayet içindeki emirlerin tersini hayata geçirdiğimiz zaman, sünnetullah kuralları yine  işlemekte olup bu günkü durumumuz nur s. 55 ayetinin tersi istikametteki okuyuşumuzun bir hak edişidir. İman ve salih amel temeline dayalı ve kuranı şirki yıkıp tevhidi ikame etme esasına dayalı bir okuyuş bizi her türlü renge boyanmış olan şirk esaslı sistemleri red etmeye çağırır bu sistemin başındakilerin kimliği ne olursa olsun sistemin kuralları önemli olup takkeli ve takkesizlerin yönetmesi arasında herhangi bir fark yoktur.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

10 Ağustos 2014 Pazar

Yusuf s. 35. Ayeti ve Adaletin Gücün Elinde Yön Bulması

Adalet kavramı insanlar arasındaki ihtilafların haklı olanın lehinde sonuçlanması şeklinde tezahür etmesi gereken bir kavramdır, ama bu kavram her zaman olması gerektiği şekilde tezahür etmeyerek gücü elinde bulunduranların istediği şekilde yön bulabiliyor. Bu şekil bir yön Yusuf as kıssasında da gözümüze çarpmakta olup , Yusuf as ın suçsuz olduğu ortaya çıktığı halde yönetim kademesindekilerin istekleri doğrultusunda ceza gördüğüne şahid olmaktayız. Yusuf s. 35. ayeti bu durumu anlatmakta olup , bu ayete kadar gelen süreç şu şekildedir. 

 [012.023]  Derken, evinde bulunduğu hanım, onun nefsinden murad alıp yararlanmak istedi. Kapıları kilitledi ve «Haydi beri gel!» dedi. Yusuf: «Allah'a sığınırım! Muhakkak ki, o (kocan), benim efendim, bana çok güzel baktı. Doğrusu zalimler hiç iflah olmazlar» dedi.
[012.024]  O hanım, ona gerçekten niyeti bozmuştu. Eğer Rabbinin burhanını görmese idi. Yusuf da ona özenip gitmişti. Aslında ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyle olmuştu. Çünkü o bizim ihlasa erdirilmiş kullarımızdan biriydi.
[012.025]  İkisi de kapıya koştu, kadın arkadan Yusuf'un gömleğini yırttı; kapının önünde kocasına rastladılar. Kadın kocasına «Ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis ya da can yakıcı bir azab olmalıdır» dedi.
[012.026]  Dedi ki: O, beni kendisine ram etmek istedi. Kadının ailesinden biri de şehadet etti: Eğer gömleği önden yırtılmışsa; o (kadın) doğru söylemiştir. Bu (Yusuf) ise yalancılardandır.
[012.027]  «Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir.»
[012.028]  (Kocası, Yusuf'un gömleğinin) arkadan yırtılmış olduğunu görünce, (kadına): «Şüphesiz, dedi; bu, sizin tuzağınızdır. Sizin tuzağınız gerçekten büyüktür.» 
[012.029]  Yusuf; sen bundan vazgeç. Ey kadın; sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen, gerçekten suçlulardan oldun.

26. ve 27. ayetlere baktığımız zaman suçu kimin işlediği üzerinden değil , şuçtaki deliller üzerinden gidilerek şuçlunun belirlenmesi yöntemine gidildiğini görmekteyiz. Evrensel adalet kuralları diyebileceğimiz bu kural önce işlemiş fakat suçlunun konumu onun ceza görmesini engellemiştir. Olayın kapandığı zannedilmiş fakat şehirdeki kadınların dedikoduları başlamıştır , işte Yusuf as ın hapsedilmesine kadar varan süreç bu olay ile başlamıştır. 

[012.030] Şehirde (birtakım) kadınlar: «Aziz (Vezir') in karısı kendi uşağının nefsinden murad almak istiyormuş. Öyle ki sevgi onun bağrına sinmiş. Biz doğrusu onu açıkça bir sapıklık içinde görmekteyiz.» dedi.
 [012.031]  Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı; geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf'a: «Yanlarına çık» dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşıp ellerini kestiler ve «Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir» dediler.
[012.032]  Kadın dedi ki: İşte hakkında beni kınadığınnız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, (bundan) şiddetle sakındı. Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!
[012.033]  Yusuf: «Rabbim! Hapis benim için, bunların istediklerini yapmaktan daha iyidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve bilmeyenlerden olurum.» dedi.
[012.034]  Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağına engel oldu. Zira O, işitir ve bilir.
[012.035]  Bu kadar delili gördükleri halde, sonra yine de Yusuf'u bir süre için zindana atma düşüncesi ağır bastı.

Şehirdeki kadınların dedikoduları yüzünden zor durumda kalan azizin karısı , kadınları toplayarak onlara bir ziyafet sofrası hazırlatarak Yusufa onların yanlarına çıkmalarına söyler, Yusuf onların yanına çıkınca şehir kadınlarıda Yusuf 'un güzelliği karşısında şaşkınlıktan ellerini keserler. Azizin karısı Yusufa olan aşkını itiraf ederek bu sevdadan vazgeçmediğini , Yusuf kendisini red etmeye devam ettiği takdirde ona neler yapabileceğini söyleyerek onu tehdit eder. Burada Yusuf  as örnek bir davranış sergileyip iki seçimden birini, yani ya dünya azabından yada ahiret azabından kurtulmak seçimini yapmak zorunda kalmış , sonunda ahiret azabından kurtulmayı seçerek dünya azabına razı olmuştur. 

35. ayet, adalet kavramının geçen yıllar içinde pek bir değişiklik arz etmediğini, iki davalıdan haklı olan değil elinde gücü bulunduranların haklı çıktığı bir mekanizmanın bizlerce yıldır varolduğunu bizlere göstermektedir. 26. ve27. ayetlerde evrensel adalet kurallarının bilindiği ve uygulandığı bir toplum olmasına rağmen , bu adaletin yönetici kademesi ve yakınlarına uygulanmadığını görüyoruz. 

Adalet kavramının tam olarak işlemesi için suçu işleyenin kimliği hesaba katılmadan suçlu veya suçsuz olduğu evrensel adalet kurallarına göre tesbit edilmeli ve sosyal , ekonomik , siyasal konumu hesaba katılmadan hakkındaki karar verilmelidir. Maalesef bu şekil bir adalet her zaman tecelli etmemekte gücü elinde tutanların yönlendirdiği bir mekanizma daha ağır basarak karar verilmektedir. 

Allah cc nin ahiretteki mahkemede kulları hakkında nasıl bir karar vereceğini beyan eden ayetler bizlere bu konuda örnek teşkil etmesi gerekmektedir. Kullarının peygamber olması bile onlara bir ayrıcalık tanınmayacağını beyan eden ayetlere , mal , servet , güç sahiplerinin bu güçlerinin onlar için herhangi bir önceliğe sebeb olmayacağını beyan eden ayetler biz kulların hakim konumuna geldiğimiz zaman ne şekil bir karar vermemiz gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.  

Karar mekanizmasını elinde tutanlar insan olması nedeniyle davalı veya davacı taraftan birine karşı sevgi veya nefret besleyebilir , fakat bu durum onlar hakkında karar verirken asla göz önüne alınmaması gerekir. Davud as kıssası içinde anlatılan 99 koyunu olan birinin tek koyunu olan birisinden o koyunu istemesi şeklinde karşısına gelen davada, Davud as ın mağdur olduğunu iddia eden taraf lehine olarak , diğer tarafı dinlemeden karar vermesi onun hatası olarak anlatılarak , hakim durumunda olanların karar vermek için her iki tarafı dinleyerek adil bir biçimde karar vermeleri gerektiği bizlere beyan edilmektedir. 

Sonuç olarak; adalet ilkesi ilk insandan kıyamete kadar hepimiz için lazım olan bir ilke olup davalı veya davacıların sosyal , ekonomik , siyasal konumları ne olursa olsun sade bir vatandaş olarak kanunlar karşısında eşit olmalarını gerektirir. Yönetici kademelerinde oturanların işledikleri herhangi bir suç onların konumu gereği örtülmemeli , evrensel adalet ilkeleri gereği karar verilmelidir. Bugün yönetici makamında olanların adaleti kendi ellerinde yönetmeleri , yarın bu kademeleri ellerinden kaybettikleri zaman adalet adalet diye yalvarmaları "keser döner sap döner bir gün gelir hesap döner" atasözünü unutmamaları gerektiğini hatırlatır. Adalet mekanizması siyasi iktidarların elinde kaldığı müddetçe iktidardakilerin elinde bir silah halinde gelerek "haklı haksız" şeklinde bir ayrımdan çok, "bizden veya bizden olmayan" şeklinde bir ayrım yapılarak karar verilirki bu şekil kararlara her zaman ve her yerde şahitlik etmekteyiz. Kendi düşüncelerinden olan insanların kılına zarar gelmesini hazmedemeyenler , karşılarındaki insanların katledilmeleri karşısında kıllarını bile kıpırdatmamaları adalet ilkesinin yerlerde süründüğünü göstermektedir. Müslümanlar olarak Allah cc nin bizlere öğrettiği adalet ilkeleri doğrultusunda bir dünya kuramadıkça bu zulüm ve haksızlıklar her zaman üstelik adalet adına var olacak ve güçszüler her zaman haksız çıkarak ezilecektir.  

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.