Çerçevesinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çerçevesinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2018 Çarşamba

Süleymaniye Vakfı'nın Kur'an'ı Açıklama İlmi ve Bu İlmin Darabe Kelimesi Hakkındaki Görüşleri Çerçevesinde Değerlendirilmesi

Süleymaniye Vakfı'nın kendi ifadelerine göre 40 yıldır yaptıkları sayısız toplantılar sonucu ulaştıklarını iddia ettikleri Kur'an'ı anlama ilmine göre:

1- Kur'an ayetlerini Allah'tan başka kimse açıklayamaz.
2- Allah'tan başkasının açıklamalarına uymak ona kul olmaktır.
3- Bu ilmi bildiği halde kendisini ayetleri açıklamaya yetkili gören kimse yoldan çıkmıştır. (Kafir olmuştur demeye sanırım dilleri varmadığı için yoldan çıkmıştır demişler)
4- Allah'ın açıklamalarını uzman bir ekip ortaya çıkarabilir.
5- Fussilet s. 3. ayetine göre Kur'an "Bilenler topluluğu" için açıklanmıştır. Bu topluluk ise "Kur'an'ı Açıklama İlmi" ni bilen ve ona göre davrananlardır. (Şıklarda olan iddialar kendi sitelerinden alınmıştır)

 Direk olarak söylememiş olsalar da, örtülü olarak bu işte tek yetkili olduklarını söyledikleri için, Kur'an "Süleymaniye Vakfı" İçin açıklanmıştır. 

Vakıf tarafından iddia edilen bu yönteme göre çalışmayanların nasıl yerden yere vurulduğu, başta Mehmet Okuyan hoca örneğinde malumdur.

Kur'an'ı anlama yöntemi hakkında böyle bir iddia içinde olan topluluğun, Kur'an hakkında konuştukları da doğal olarak kendi indi açıklamaları değil, Allah'ın açıklamaları olacaktır. Yani Süleymaniye Vakfı, sadece Allah'ın Kur'an hakkında bizlere ne dediğini iletmektedir. Allah'ın bilgisine sınır koyan bir düşünceye sahip olan vakfın, bu düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olan telefon konuşmasında Abdülaziz Bayındır hocanın bu düşünceleri için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözleri, bu durumu net olarak yansıtmaktadır. 

Yaklaşık olarak 1500 sene önce indirilmiş bir kitap olan Kur'an'da, Allah (c.c) nin bizlere ne demiş olduğu artık tamamlanmış bitmiştir. Allah'ın kelimelerinde artık bundan sonra herhangi bir değişiklik olmayacağına göre, Allah (c.c) nin indirdiği kitap hakkında konuşan ve bu kitap hakkında yukarıdaki şıklarda sıralanan iddiaların sahiplerinin, Kur'an ayetleri ve kelimeleri hakkında görüş değişiklikleri yapmaları da artık mümkün değildir.

Bu gibi iddiaların sahiplerinin zaman içinde Kur'an kelime ve ayetleri hakkında yaptıkları bazı görüş değişiklikleri de, aynı zamanda Allah'ın görüş değiştirmesi olacaktır. Çünkü Allah adına konuştuğunu iddia etmek böyle bir anlam taşımaktadır.

Sayın Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır tarafından yazılmış olan, ilk baskısı 2006 yılında yapılan "Doğru Bildiğimiz Yanlışlar" adlı kitabın, 2014 yılında yapılan 5. baskısının "Kadının Dövülmesi" bölümünde şu görüşlere yer verilmektedir:

"Allah Teâlâ, belli şartlar oluştuğu taktirde, kocanın karısını dövmesine müsaade etmiştir. Bu şartlar, âyetlerle ve Nebîmizin sözleriyle açıklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Erkekler kadınların başlarında olurlar. Bu, Allah’ın birine diğerinden fazlasını vermesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyledir. İyi kadınlar, boyun eğenler ve Allah’ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan havf ettiğiniz kadınlara gelince; onlara öğüt verin, yataklarında yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)

“hafif şekilde dövme” darp izi olmayacak şekilde dövme olur. Bu, kadının, dışa karşı zor duruma düşmesini önler.

 Demek ki, eşinin fahişelik yaptığı açıkça belli olan koca onu yatağında yalnız bırakma ve dövme hakkına sahiptir. Âyette kocanın karısına öğüt vermesinden söz edilirken hadislerde bundan bahsedilmemesi, bilgiye dayalı korku ile zanna dayalı korku arasındaki farkı göstermektedir. Baş başa kalan her erkek ve kadın arasında cinsel davranışlar olmayabilir. Bu sebeple arada bir farkın bulunması gerekir. Her iki durumda da kadın davranışlarını düzeltirse koca, başka bir yola başvurmaz.

Zinanın tespiti halinde koca, olayı ister örter, isterse mahkemeye götürür. Mahkemede suçu ispatlarsa karısı bundan dolayı hem itibarını kaybeder, hem de 100 değnek yer. Olayı yalnız koca görmüş olur da dört şahitle ispatlayamazsa mahkemede liân yapılarak evliliğe son verilebilir. Liânda kadının kendini korumasına imkân verilir. Ama gerek liân ve gerekse suçun şahitle ispatı kadın için de aile için de yıpratıcı olur. Bu sebeple erkek davayı mahkemeye taşımayabilir. Kimi zaman eşini boşaması da uygun olmayabilir. Bu durumda kadının suçunu kimseye söyleyemez. Çünkü söyler de dört şahitle ispatlayamazsa ya iftira cezası giyer, ya da liân yapmak zorunda kalır. Hem suçun örtülmesi hem erkeğin rahatlaması hem de kadının cezasız kalmaması için kocanın karısını, bir süre yatakta yalnız bırakmasına ve eliyle onu hafifçe dövmesine izin verilmiştir.

Nisa Suresinin 34. âyetini, Allah ve Elçisi’nin açıklamalarına göre değil de kendimize göre anlamaya çalışırsak kocanın karısını, isteklerine boyun eğmedi diye dövebileceği şeklinde yanlış bir sonuca ulaşırız. Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Kimse karısını, gündüzün köle gibi kırbaçlayıp akşam onunla yatağa girmesin.”"

Özetleyecek olursak: Sayın Abdülaziz Bayındır hoca Nisa s. 34. ayette geçen Darabe kelimesinin anlamının Dövmek olduğunu iddia ederek, bu yönde bir görüş sergilemektedir. Son paragrafı dikkatle okuyacak olursak o paragrafta Nisa s. 34. ayeti hakkındaki yaptıkları açıklamanın Allah'ın açıklaması olduğu iddiası vardır.

İlerleyen yıllarda Süleymaniye Vakfı'nın Nisa s. 34. ayeti hakkındaki görüşleri değişmiş, Darabe kelimesinin Dövmek anlamına gelmediği iddiası ortaya atılmıştır. Vakfın sitesinde 29 Eylül 2009 tarihinde yayınlanan "Kadının Dövülmesi" başlıklı bir yazıda, bu konu ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir:


Nisa 34. âyette “Nüşuzundan korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin/güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (oraya) darb edin” emirleri yer alır.
Nüşûz =نُشُوزً, gideceği zaman oturduğu yerden hafifçe kalkmaktır[1].
Darb =ضرب, bir şeyi bir şeyin üstüne vurmak veya sabitlemektir[2]. Hemen hemen her iş için kullanılan[3]darb kelimesinin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir.
Türkçede, darb’a en yakın olan "vurmak" fiilinin de otuz civarında anlamı vardır. Damga vurma, ayağını yere vurma, silahla, yumrukla veya sopayla vurma, ışık vurması, karaya vurma gibi kullanımlar, “bir şeyi bir şeyin üzerine vurma” anlamındadır.
Duvara boya vurma, ata eğer vurma, başörtüyü boyuna vurma, binaya çatı vurma, kafayı vurup yatma, kapıya kilit vurma, soğuk vurması, dolu vurması ve birine vurulma gibi kullanımlar da “bir şeyi bir şeyin üstüne sabitleme” anlamındadır[4].
Gelenekte Nisa 34. âyetteki nüşûz’a baş kaldırma, darb’a da dövme anlamı verilmiştir. İlgili hadislere de bu anlam verilince İslâm’ın erkeğe, eşini dövme yetkisi verdiği kanaati oluşmuştur. Türkiye Diyanet Vakfı meâli şöyledir:
“Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”[5]
Bize göre, âyete verilen bu meâlin hemen hemen tamamı yanlıştır. Bu yazıda, sadece kadını dövme ile ilgili kısım üzerinde durulacak ve diğer kısımlara değinilmeyecektir. Doğru meâl şöyle olmalıdır:
“Erkekler kadınlarını, özenle korur ve kollarlar. Bu, Allah'ın her birine diğerinden üstün özellikler vermesi ve erkeklerin mallarından harcamaları sebebiyledir. İyi kadınlar, (Allah’a) itaat eden ve Allah'ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan / ayrılmasından korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin / güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (orada) tutun. Sizi gönülden kabul ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)
Verilen bu anlam, Nisa 34’ün iç bütünlüğüne de terstir. Çünkü “onları darb edin” sözünün devamında “فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ = size itaat ederlerse” ifadesi yer alır. Arapçada itaat, bir işi gönülden yapmaktır. Dayak sonucu yapmak itaat değil, kerhen yani zorla yapmak olur[8]. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
Vakfın sitesinde olan bu yazı "Hemen her konuda yapılan bu gibi yanlışların ana sebebi, Kur’an’ı Açıklama İlminin unutulmuş olmasıdır."  cümlesi ile sona ermektedir.
Vakıf, iddiasına göre Darabe kelimesinin doğru anlamını Kur'an' Açıklama İlmi ile bulmuş, bu ilmi kullanmayanlar ise, bu kelimenin Dövmek anlamında olduğunu iddia etmektedirler.
Bayındır hoca tarafından yazılan kitaptan yaptığımız alıntıda görüldüğü üzere, ilgili kelimenin o gün doğru olarak bilinen ve savunulan Dövmek anlamı, bugün yanlış olduğu iddia edilmekte, kelimeye dövmek şeklindeki anlamın, gelenek tarafından savunulduğu iddia edilerek, doğru olduğu savunulan meal verilmektedir. 

Bu durumu Süleymaniye Vakfı tarafından ortaya atılan "Kur'an'ı Açıklama İlmi" çerçevesinde düşündüğümüzde şöyle bir tezat ortaya çıkmaktadır:

Dün, Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Dövmek olarak açıklamıştır. 

Bugün ise Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Onları tutun olarak açıklamıştır.

Örtülü olarak bile olsa, Allah adına konuştuğunu iddia edenlere burada haklı olarak şöyle bir soru sorulacaktır: 

Allah (c.c) bu kelimenin dün Dövmek, bugün Onları tutmak anlamına geldiğini kime haber verdi de önceki sahip olduğunuz görüşünüzü değiştirdiniz?.

Olay bu kadarı ile de kalmamaktadır. Vakfın hazırlamış olduğu mealde Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesi bir başka evrim daha geçirerek Onları tutun anlamı yerine, VE KENDİLERİNİ RAHAT BIRAKIN  şeklinde daha farklı bir anlama evrilmiştir.

Süleymaniye Vakfı'nın mantığı üzerinden konuşacak olursak Allah (c.c) değişik zamanlarda Darabe kelimesinin anlamını 1- DÖVMEK, 2- TUTMAK, 3- RAHAT BIRAKMAK olarak açıklamaktadır.

Şimdi vakıftaki Kur'an'ı açıklama ilmine sahip olan alimler topluluğuna sorarız: Allah (c.c) tarafından açıklandığını iddia ettiğiniz bir kitap içindeki kelime için yıllar içinde 3 farklı görüşe evrilmenizi nasıl açıklayacaksınız? Darabe kelimesinin anlamını şayet Allah (c.c) açıklıyor ise onun tarafından yapılan anlam değişikliklerinin haberini nasıl aldınız?.

Allah (c.c) den haber alma devri artık Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapandığı için, bu soruya hiç kimse "Bana haber verdi" şeklinde bir cevabı asla vermez. Öyleyse vakıf bir yerlerde yanlış yapmaktadır.

Süleymaniye Vakfı nerede yanlış yapıyor?.

Vakıf, öncelikle kendileri tarafından üretilen ve adına Kur'an'ı Açıklama İlmi dedikleri anlama yöntemini Allah'a mal etmekle büyük bir hata yapmaktadır. Çünkü zaman içinde değişkenlik gösteren, bundan sonra da gösterebilecek olan görüşlerini Allah'a mal etmekle, Allah'ı haşa bir öyle bir böyle diyen birisi konumuna düşürmektedirler.

Halbuki Kur'an kelime ve ayetleri ile ilgili olarak vardıkları kanaati Allah'a mal etmek yerine, doğru ve yanlış olması muhtemel indi görüşleri olarak sunmuş olsalardı, ki herkes için aynı durum geçerlidir, böyle bir sıkıntılı duruma düşmemiş olacaklardı. 

Her insan zaman içinde bazı düşüncelerinden onun yanlış olduğu gerekçesi ile vazgeçebilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Vakfın, dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettiği kelimenin, bugün onları tutmak anlamına geldiğinden vazgeçmekle kınanacak bir duruma düştüğünü asla iddia etmiyoruz. Bizim iddiamız, vakfın savunduğu yöntemi Allah'a mal etmekle yanlışlarına Allah'ı da ortak eder bir duruma düşmüş olmasıdır.

Yukarıda sıralanan şıklar çerçevesinde düşündüğümüz zaman, Allah (c.c) bir kelimenin anlamını bir gün değişik, bir gün değişik açıklamak sureti ile kulları ile haşa oynamaktadır. Elbette Allah (c.c) kulları ile oynamaz, onun kitabında olan bir kelime veya ayet hakkında ortaya atılan görüş, kullarının indi görüşleri olup, doğru veya yanlış olma ihtimali her zaman mevcuttur.

Darabe kelimesi ile Allah (c.c) dün hangi anlamı kast ediyorsa bugün de aynı şeyi kast etmekte, yarın ve kıyamete kadar da aynı anlamı kast etmektedir. Hiç bir kul veya kurum Allah'ın kitabının içindeki kelime ve ayetler ile ilgili olarak, "Allah bu ayet ve kelime hakkında kesin olarak şunu kast etmiştir" şeklinde bir ifade asla kullanamaz. Allah'ın kitabındaki kelime ve ayetler ile ortaya atılan görüşler kişilerin bilgi ve düşünceleri doğrultusunda ortaya attığı görüşler olup, bu görüşlerde isabet kaydetme veya kaydememe ihtimali her zaman bulunmaktadır.

Allah'ın kitabı ile ilgili konuşanların kendi görüşleri hakkında ortaya attığı "Bu söylediklerim kesin doğrulardır Allah bu kelime veya ayet ile ilgili olarak şunu kast etmiştir" şeklindeki bir ifade, iddia sahibinin problemli bir kafaya sahip olduğunu göstermektedir.

Darabe kelimesi hakkında değişen Allah (c.c) nin görüşleri değil, kulların bu kelimenin anlamı ile ilgili düşünceleridir. Çeşitli saikler sonucu dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettikleri kelimenin anlamının bugün o anlama gelmediğini savunanlar, hala Kur'an konusunda Allah adına konuştuğunu iddia edebiliyorlar ise, ona karşı iftiranın en büyüğünü atmaktadırlar.

Vakıf biraz tevazu sahibi olarak, "Dün şöyle söylediğimiz bir konuda, bugün farklı düşünüyoruz" diyebilmiş olsaydı, değil böyle bir eleştirinin muhatabı olmak, gözümüzde saygınlığı halen devam eden bir kuruluş olarak kalırdı.

Hasılı kelam: Süleymaniye Vakfı, Kur'an'ı Açıklama İlmi adı vererek ürettiği teoriyi yeniden gözden geçirmek zorundadır. Allah'ın açıklaması olarak adlandırdıkları çıkarımların bazılarının yanlış olduğunu bir süre sonra anladıktan sonra, bu sefer farklı bir düşünce içine girmelerini izah etmeleri aksi takdirde güç olacaktır. 

Ayrıca Bayındır hocanın bu düşünceleri 2006 yılında dile getirmiş, ve vakıf artık bu görüşünden geri dönmüş olmasına rağmen, kitabın 2014 yılı baskısında halen bulunması, vakfın sitesinden bulunan makalenin ise yayınlanma tarihinin 2009 yılı olması, vakfın değişen görüşlerini pek takip etmediğini göstermektedir. 2014 yılı baskısı olan bir kitapta darabe kelimesinin, "dövmek" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, 2009 yılında yazılan bir makalede ise bu kelimenin "onları tutmak" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, okuyucu nezdinde kafa karışıklığına sebep olacaktır.Vakfa tavsiyemiz, Bayındır hocanın kitabında olan kısmın, darabe kelimesi ile ilgili yeni görüşleri doğrultusunda yeniden değiştirilmesidir. 


28 Haziran 2017 Çarşamba

Kur'an'ın Yeterliliği Veya Yetersizliği Tartışmaları Çerçevesinde Dede İle Torun Evliliğinin Haram Olmasının Delilinin Kur'an'da Olmadığı Üzerine

Türkiye'de Kur'an'ın son yıllarda gündeme gelerek, geleneksel din anlayışının Kur'an eksenli sorgulanmaya başlaması, Müslümanlar arasındaki kutuplaşmalarının da artmasına sebep olmuştur. Bu kutuplaşmalar neticesinde geleneksel din anlayışını savunanlar ile, Kur'an eksenli din anlayışını savunanların fırkalaşmak sureti ile birbirleri arasında şiddetli bir çatışma  içine girdikleri gözlenmektedir. 

Müslümanların birbirleri ile aralarındaki fikri farklılıklarını, Kur'an'ın önerdiği edep ve usül çerçevesinde çözmeye çalışmaları elbette olması gereken bir durumdur, fakat çoğu zaman bu tartışmalar Kayıkçı Kavgasına dönüşerek sürmekte, yapılan tartışmalar bilgi sahibi olmaktan çok, karşıdaki rakibi yenme çabasına dönüşmektedir. Müslümanların tartışma adap ve üslubundan uzak olarak yaptıkları tartışmalar ne yazıktır ki,  küfür ve hakaretleşme ile son bularak, tarafların günah kazanması ile sonuçlanmaktadır.  

Taraflar arasında yapılan tartışmalardan bir tanesi, Kur'an içinde her şeyin yazılı olduğunu beyan ettiği iddia edilen !! Enam s. 38. ayeti başta delil olmak üzere, Kur'an'ın yeterli olduğu, Kur'an'ın olduğu yerde Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesine gerek olmadığı gibi söylemler üretilmek sureti ile, Yalnız Kur'an sloganı altında bir İslam anlayışı ortaya konulmaya çalışılmaktadır.

Bu anlayışa karşı çıkan taraftaki insanların ise, Kur'an'ın yeterli olmadığı, bu yetersizliğin Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesi ile doldurulduğunu iddia ettiklerini görmekteyiz.

Bu düşünce sahipleri ile, yalnız Kur'an söylemi sahipleri arasında yapılan tartışmalarda, rivayet merkezli din anlayışını savunan insanların çoğu zaman, Hadi bana Kur'an'dan namazı göster, Hadi bana Kur'an'dan zekatın oranını, namazın rekatlarını göster, veya yazımıza başlık olarak aldığımız konu olan, Kur'an'da dede ile torunun birbiri ile evlenmesinin haram olduğuna dair bir delil olmadığı, bu delilin sünnet ile sabit olduğu gibi sözlerle, hadis ve sünnet'in bu konuda Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiaları getirilmek sureti ile, yalnız Kur'an diyen insanların köşeye sıkıştırılarak, Kur'an'ın yetersizliğini savunmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız. 

Kur'an'ın yeterli veya yetersiz olduğunu iddia eden her iki tarafın da, iddialarına mesnet olarak ortaya koyduğu argümanların ayaklarının yere bastığını söylemenin maalesef imkansız olduğunu en baştan söyleyerek, yapılan tartışmaların Kayıkçı Kavgası şeklinde gerçekleştiğini görmekten üzüntü duyduğumuzu belirtmek isteriz. 

Bizim bu yazmaktan asıl amacımız bir öz eleştiri yapmak olup, dede ile torun'un evliliğinin haram olduğunu Kur'an'dan ispatlamaya çalışmaktan ziyade, Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği üzerinde tartışma yapanların düştükleri bazı hatalara, özellikle Kur'an Yeter diyenlerin bu konulardaki hatalarına dikkat çekmeye çalışacağız. Çünkü asıl meselemiz, Kur'an'ın yeterli olduğu yönünde söylem geliştirenlere karşı, Kur'an yetersiz olduğu yönünde söylem geliştirenlerin aralarındaki çatışma olup, bu çatışma her iki tarafın ortaya koymaya çalıştığı bazı sözde iddialar ile delillendirilmeye çalışılmaktadır. 

Kur'an Yeter diyenlerin, Kur'an Yetmez diyenler tarafından köşeye sıkıştırılmalarına kendilerinin fırsat tanıdıkları, kendi dilleri ile bazı hatalara düşerek, bu hatalarının başkaları tarafından koz olarak kullanıldığını bilhassa hatırlatmak istiyoruz. Bu hataların neler olduğu sorulacak olursa şunları söyleyebiliriz.

Enam s. 38. ayetindeki Biz kitap'ta eksik bırakmadık cümlesindeki Kitap kelimesi, çoğu kimse tarafından, Kur'an olarak anlaşıldığı için, Kur'an'ın yetersizliği iddialarına cevap olarak sunulmakta, Bak Allah Kur'an'da eksik olmadığını kendisi beyan ediyor denilerek, Kur'an'ın yeterliliğine delil olarak sunulmaktadır. 

Veya Ankebut s. 51. ayetinde, Kendilerine okunan bu kitap yeterli gelmiyor mu? şeklinde cümle delil olarak sunularak, yine Kur'an'ın yeterli olduğu noktasında delil ayet olarak sunulmaktadır. Bizim,  Kur'an'ın yetersiz olduğunu ortaya koymak gibi bir amaç içinde olmadığımızı yeniden hatırlatarak, Kur'an yeter söyleminin iddia olarak sunmaya çalıştıkları ayetlerin, bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunduğunu, Kur'an yeter iddiasında olanların bundan dolayı bir nevi Kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını söylemek istediğimizi hatırlatmak isteriz.

Enam s. 38. ayetinde geçen Kitap kelimesinin Kur'an olmadığı, bu kelimenin Allah (c.c) tarafından yarattığı varlıkların tümü üzerinde koyduğu yasaları ifade ettiğini söylediğimiz zaman, bir çok kimsenin, Ne yani Kur'an eksik mi? şeklinde irkildiğine şahit olmaktayız. Eğer bu iddia sahipleri ön yargısız bir şekilde Kur'an içinde geçen Kitap kelimelerini alt alta koyup okudukları takdirde, bu kelime ile sadece Kur'an'ın kast edilmeyerek, geniş bir anlam alanına sahip olduğunu gördüklerinde, bizim ne demek istediğimizi daha net anlayacaklardır.

Bugün Türkiye'de Kur'an Yeter sloganı etrafında söylem üretmeye çalışan insanlarda gördüğümüz en büyük eksiklik, adını andıkları kitabı doğru anlamaktan uzak bir okuma yapmakta olduklarıdır. Kur'an ile ilgili yapılabilecek en büyük hatalardan bir tanesi olan bağlam ve bütünlük gözetilmeden, sadece kafadaki bazı ön kabullerin Kur'an'a onaylatılması çabaları, sadece rivayet merkezli din anlayışı sahiplerinin sorunu olmayıp, Kur'an yeter söylemi etrafında bir din anlayışı üretmeye çalışan bazı kimselerin de (hepsini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz) en büyük sorunudur.

Demek istediğimiz şu dur ki, Bugün Türkiye'de Kuran Yeter sloganı etrafında üretilmeye çalışılan İslam algısındaki Kur'an anlayışı problemli olup, bu problemler hem bu söylemin sahiplerinden bir kısmının zaman içinde Kur'an'dan tamamen koparak Deizm'e kaymasına, hem de rivayet merkezli İslam anlayışındaki insanların Kur'ana yönelmesine engel olmaktadır.

Kur'an Yeter sloganına karşı, Kur'an Yetmez sloganı üretenlerin, bilerek veya bilmeyerek bu noktada da büyük yanlışlar içine düştükleri de görülmektedir. Bu kimselerin en büyük sorunu, Muhammed (a.s) ı dinin tamamlayıcısı olarak görmüş olmalarıdır. Bu anlayış Muhammed (a.s) ı yücelterek, onu Allah (c.c) ile aynı seviyeye çıkarmak adına yapılmakta olup, bu ameliyenin karşıtı ise, Allah (c.c) yi kulunun seviyesine indirmek anlamına gelerek, bu düşünce içinde olanları iki taraflı bir şirk içine düşürmektedir.

Öncelikle Kur'an Yeter sloganının, hadis ve sünnet'e karşı bir antitez olarak ortaya konulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Hadis ve sünnet adı altında bugün elimizin altında olan malzemeyi, tamamen çöpe atılması gereken bir malzeme olarak görmek yerine, onları yeniden rehabilitasyona tabi tutulması gereken bir malzeme olarak görmek, daha tutarlı bir düşünce olacaktır.

Kur'an Yetmez sloganı etrafında buluşan insanların da aynı şekilde, karşıt düşündeki insanların bazı hatalarını dikkate alarak Kur'an'ın dinde belirleyici olmasına karşı soğuk bakmamaları gerekmektedir.

Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği noktasında söylem üreten insanların, bu konular etrafında ürettikleri söylemlerin tez olarak ortaya konulmak yerine, antitez ve nefrete dayalı olarak ortaya konulması, taraflar arasında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine vesile olduğunu görmek, gerçekten üzüntü vericidir. Din adına üretilen söylemlerin amacının altında yatan asıl niyet karşı tarafı ezmek olmadığı müddetçe, bu söylemler taraflar arasında daha düzgün bir üslup dahilinde tartışma imkanı bulacaktır. Aksi takdirde, bugün Müslümanların birbirleri arasında yaptığı tartışmalarda rastladığımız her türlü olumsuz davranışlar, dozunu artırarak devam edecektir.


Kur'an Yeter sloganı etrafında geliştirilen söylem, eğer Allah (c.c) nin kitabında mevcut olan beyanın din konusunda sorumluluğumuz olarak yeterliliği, onun dışındaki kitaplardan bize din olarak sunulan şeylerin, din ve sorumluluğumuz dahilinde olmadığı konusu çerçevesinde olduğu müddetçe, bu söyleme kimsenin itirazı olamaz, ve bizim de Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olarak düşüncemiz bu çerçevededir.

Fakat, Kur'an Yeter diyerek, bu yeterliliğin her alanda olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmek sureti ile, namaz, hac, oruç gibi ibadetlerin ilmihal kitabı gibi detaylı olarak Kur'an içinde anlatılmamış olmasını kalkan olarak kullanarak, bu ibadetleri icra etmenin yanlış hatta şirk olduğunu iddia etmek, Kur'an'ın hangi alanda yeterli olduğunu anlayamamış kimselerden başkasının iddiası olamaz. Bu tür iddia sahipleri Kur'an Yetmez söylemi etrafında toplanan kimselerin elini güçlendirmekte, Kur'an'ın din'de yeterliliği konusunda makul fikirler üretmeye çalışan insanlara da ayak bağı olmaktadır.

Kur'an insan hayatı için gerekli olan şeyler konusunda yol gösterici bir kitap olarak elbette yeter. Ancak Kur'an toplum hayatının ihtiyacı olan bütün konularda net ve detaylı olarak hükümler vaz etmemiştir örneğin;

Bugün bir beldeyi elimize sadece Kur'an'ı vererek, bu belde de yaşayan insanları Kur'an'a göre yönetmemizi isteseler, toplum hayatı için gerekli olan yasaların tamamını Kur'an içinde bulmamız imkansızdır. Bu iddiayı dile getirmemizin sebebi, Kur'an Yetmez söyleminin haklı olduğunu ileri sürmek asla değildir. Kur'an şayet bazılarının iddia ettiği gibi sadece belirli bir zaman ve mekana has olarak inmiş olsaydı, belki bu detaylar bulunabilir, fakat bu detaylar o zamanki şartlara uygun olacağı için, bizlerin onları uygulama imkanı da olmazdı.

Kur'an hırsızlığın cezasını el kesmek olarak beyan etmesine rağmen, bu cezanın bütün hırsızlık vakaları için uygulanabileceğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Bugün değişen yaşam şartları, hırsızlık olarak bildiğimiz suçun kapsamının da gelişmesine sebep olmuştur. Bundan dolayı bu suça verilecek ceza, el kesmenin haricinde daha aşağı cezalar olabileceği gibi, daha yukarısında cezalar da olabilir. 

Bu cezaların miktarının belirlemesi hukukçular tarafından yapılacaktır. Yine aynı şekilde Kur'an'da ceza hükmü bulunmayan tecavüz veya başka suçlar konusunda hangi cezaların verilebileceği, yine hukukçular tarafından belirlenecektir. Demek istediğimiz şu dur; Kur'an insanlar tarafından zaman ve hayat şartlarına göre doldurulabilecek boş bir alan bırakmış, fakat bu boş alanın nasıl doldurulabileceği konusunda yine ana hükümler beyan etmiştir. Kur'an tarafından vaz edilmiş olan bu hükümlerdeki maksat gözetilerek, hakkında net bir beyan bulunmayan konularda hukukçular tarafından yeni hükümler üretilebilir.

Kur'an'ın yetersizliği eğer bu çerçevede savunulacak olursa, bunda herhangi bir problemin olmayacağını düşünmekteyiz. Fakat Kur'an'ın eksik bıraktığı yerleri hadis ve sünnet olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) kanalından geldiği iddia edilen bilgilerin doldurabileceği iddia edilecek olursa bu iddia yanlış, yanlış olduğu kadar da itikadi sorunlara yol açacaktır. Muhammed (a.s) bu dinin eksik kalan yerlerini tamamlayıcı bir parçası değil, Allah (c.c) nin ona indirdiği dinin tebliğcisi ve örneğidir. 

Allah (c.c) dinini tamamladığını (Maide s.3), bizlere beyan etmiş olmasına rağmen, Muhammed (a.s) a tamamlayıcı bir misyon yüklemek, ona ve Allah'a karşı yapılabilecek en büyük iftiralardan bir tanesi olacaktır.

                                           DEDE İLE TORUN EVLİLİĞİ MESELESİ 

Kur'an'ın yetersizliğini iddia ederek, bu eksikliğin hadis ve sünnet tarafından doldurulduğunu söyleyenlerin, bu iddialarını güçlendirmek için kullandıkları delillerden bir tanesi, Nisa s. 23. ayetinde geçen evlenilmesi haram olanların listesinde, dede ile torun evliliğinin haram olduğunun bildirilmediği, bu evliliğin haram olduğunun hadis tarafından beyan edildiği dile getirilmektedir. 

Bu sözlerin ortaya atılmasına sebep olan en büyük faktörün, Kur'an Yeter iddiasını dile getiren bir kısım kimsenin, bağlam ve bütünlük gözetmeden okudukları, Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olduğunu zannettikleri bazı ayetler üzerinden ortaya attıkları sözler olduğunu yukarıda belirtmiştik. Yani bu tür iddialara kapı açılmasına sebep olanlar, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda yanlış ve eksik bilgi sahibi olan, kendisini Kur'an ile tanımlayan kimselerdir. Şayet bu kimseler Kur'an'ın neliği konusunda ayakları yere basan bir bilgi sahibi olmuş olsalardı, kimsenin böyle eften püften iddialar ortaya atma cesareti bile olamazdı.

Bizim bu konuda şu anda yaptığımız, bir delinin attığı taşı kuyudan çıkarmaya çalışmak misali gibi bir şeydir. Bu ayet indiği, Muhammed (a.s) bu ayeti ashabına tebliğ ettiği zaman, bir sahabe çıkıp ta "Anam babam sana feda olsun ya Muhammed, Allah dede ile torun evliliğini acaba haram kılmadımı ki bu yasakların içine dahil etmemiş" diye sorması imkan ve ihtimal dahilinde değildir. 

Ayet içinde kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarını haram kılan Allah'ın, kendi çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunu beyan etmemiş olması, bir kimseyi torun ile evliliğin helal olabileceği düşüncesine götürebilmesi zaten mümkün olmadığı gibi, böyle bir iddia üzerinden Kur'an'ın yetersiz olduğunu iddia ederek, bu boşluğu hadis ve sünnet'in doldurduğu iddiası ise, belden aşağı vurmaktan başka bir şey değildir.

Biz Kur'an merkezli din anlayışını savunanlarla, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalardaki yöntem üzerinde durmaya çalışarak, bu konuda karşı taraftan gelen saldırılara karşı devamlı kendi düşüncesini savunmak durumunda kalan, Kur'an eksenli din algısını savunanlara bir yöntem önerisinde bulunmak istiyoruz.

Malum olduğu üzere, Kur'an merkezli din anlayışını savunanlar ile, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalarda, sapık, hadis inkarcısı, peygamber düşmanı gibi ithamlar havada uçuşarak savunma yapmaya çalışan taraf, devamlı Kur'an eksenli din anlayışının taraftarları olmaktadır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda yapılan tartışmalarda da, aynı şekilde savunma yapmak zorunda kalan taraf yine onlar olmaktadır.

Kur'an'ın yeterli olmadığını göstermek için karşısındaki kimseye bazı deliller sunan, ve bu deliller ile karşısındakileri susturmaya çalışan kimselerin, bu iddialarının temelinde Allah (c.c) nin kitabının eksiğini bir kul olan Muhammed (a.s) ın tamamladığı düşüncesi yatmaktadır. Onların iddialarına cevap yetiştirmeye çalışmak, o tartışmaya 1-0 mağlup olarak başlamak anlamına gelmektedir.

Dede ile torun evliliğinin haramlığını Kur'an'dan delil getirerek savunmaya çalışmak, işte böyle ezikliğin sonucu olup, asıl savunma yapmaları gerekenler, bu tür iddiaları dile getirmek sureti ile Kur'an ve Allah (c.c) hakkında yanlış düşünceler ortaya atanlar olmalıdır. Dede ile torun evliliği konusu üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini savunmaya çalışmak yerine, bu tür iddiaların nasıl bir hezeyan ürünü olduğuna dikkat çekerek, bu iddiaları ortaya atanların kendilerini savunmak durumunda bırakmaya çalışmak, bu tür tartışma yapanların dikkat etmesi ve kullanması gereken bir yöntem olmalıdır.

Biz öncelikle bu tür iddiaları ortaya atarak, hem Kur'an'ın yetersizliğini, hem de Muhammed (a.s) ı dinde helal haram koyma yetkisine sahip bir kimse olarak görülmesinin yanlışlığı üzerinden giderek, bu tür iddiaların kişiler üzerinde akidevi sorunlar doğuracağını hatırlatmak durumundayız. Rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı, Muhammed (a.s) hakkındaki sahip oldukları yanlış bilgiler olup, onun Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğu inancının yanlışlığına dikkat çekerek, onların kendilerini savunmak zorunda bırakmaya çalışmak, daha akıllıca bir yöntem olacaktır. 

Sonuç olarak; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bitmeyen tartışmalara, son yıllarda Kur'an'ın Türkiye'de daha fazla gündeme gelmesi başlayan, rivayet kültürünü sorgulamak eklenmiştir. Kur'an'ın yeterli olduğunu iddia edenler ile, yetersiz olduğunu iddia edenler arasındaki tartışmalarda göze çarpan bir husus, her iki tarafın da savundukları konularda ortaya koymaya çalıştıkları delillerin makul deliller olmayışıdır.

Yazımızda özellikle Kur'an'ın yeterliliğine dikkat çekmeyerek, bu konuları savunan kimlerin eksiklikleri üzerinde bir özeleştiri yapmaya çalıştığımız okuyucu tarafından anlaşılmıştır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda rivayet kültürü savunucuları ile tartışmalara girmek yerine, sahip olunan düşüncenin argümanlarının ne kadar tutarlı olduğu yönünde araştırma ve çalışmalarda bulunmak daha faydalı olacaktır.

Tartışma yapılmak zorunda kalındığı zaman ise, savunma yapmak yerine rivayet kültürünün kişi üzerinden nasıl itikadi yaralar açtığını uygun bir dil üslup dahilinde anlatmaya çalışarak, karşı tarafı savunma yapmak zorunda bırakmaya çalışmak, onları din konusunda Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğine inanmalarını sağlamaya çalışmak daha uygun bir yöntem olacaktır.

MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİ İLE YAPTIKLARI TARTIŞMALARIN MÜNAZARA ŞEKLİNDE GERÇEKLEŞEREK,MÜNAKAŞA OLMAKTAN ÇIKMASI DİLEĞİYLE.

26 Haziran 2017 Pazartesi

Kur'an'da Bayram Var mı Yok mu Tartışmaları Çerçevesinde İnsanların Birliktelik Oluşturmak İçin Kullandığı Ortak Değerler Üzerine

Kur'an'ın son yıllarda Türkiye genelinde gündeme oturmaya başlaması ile İslam adına bildiğimiz bazı konular yeniden masaya yatırılmaya, ve bu konuların Kur'an'i dayanakları olup olmadığı yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Dini Bayramlar olarak bildiğimiz, ve adına Ramazan ve Kurban Bayramı dediğimiz bayramlarımızın, kutlanmasının Kur'an'i açıdan ne derece doğru olduğu konusu, bu merkezde gündeme gelen ve masaya yatırılan konulardan bir tanesidir.

Bir kesim insanlar tarafından, bu tür kutlamaların delilinin Kur'an'da olmadığı, bundan dolayı bayram olarak bildiğimiz günlerin kutlanmasının yanlış olduğu, hatta daha ileri giderek bu tür kutlamaların Şirk olduğu gibi ortaya atılan iddialara rastlanmaktadır. Bu tür iddia sahipleri, din adına ortaya konan bir şeyin meşruiyetinin olması için, Kur'an içindeki herhangi bir surenin bir ayetinde Allah (c.c) tarafından bizlere, Ey kullarım sizler Ramazan ve Kurban bayramı adında iki bayram kutlayabilirsiniz türünden ayetler aradıkları, fakat böyle ayetler bulamadıkları için, bu türden yapılan kutlamaların meşru olmadığını iddia ettiklerini söyleyebiliriz. 

Kur'an eğer, bu tür detaylı bilgiler vermiş olsaydı, bu kitap bir cilt içine değil, yüzlerce cilt içine dahi sığmayacak kadar detaylı bilgiler içeren bir kitap olması gerekirdi ki, bu imkansız bir şeydir. Öyleyse bizim bu konuya başka bir yönden yaklaşarak, bu tür kutlamaların meşruiyetini direk ayet olarak aramak yerine, insanların birlikte yaşamının bir gereği olarak ihdas edilen Yevmü-l Cem (toplanma günleri) deyiminin, insan hayatındaki yeri ve önemini dikkate alarak bakmak daha doğru ve makul bir yaklaşım olacaktır.

İnsan, fıtratından gelen özelliklerden dolayı, diğer insanlar ile birlikte yaşamak ihtiyacı sahip bir varlıktır. İnsanın bu özelliği ise birbirleri ile aralarında aidiyet bağları kurabilecekleri düşünce ve inançlara sahip olmasını beraberinde getirmiştir. Bir insan bir başka insanla, veya bir topluluk bir başka topluluk ile beraber yaşayabilmek için, bazı ortak değerlere sahip olmak ihtiyacını duymaktadır. Bu durum Müslüman olsun veya olmasın, bütün insanlar için aynilik arz eden bir durumdur. 

İnsanların belirli zamanlarda bir araya gelmesi kadim bir kültür olup, bu kültürün izlerini Musa (a.s) kıssası içinde bulmaktayız.

[020.059 Musa: «Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde (yevmüzzineti), insanların toplandığı kuşluk vaktidir» dedi.

Taha s. 59. ayetinde, Musa (a.s) Firavun'un sihirbazları ile buluşma gününün, onların bir araya geldiği bir günde yani bizim Bayram olarak bildiğimiz bir günde olmasını istemektedir. Bu ayete bakarak herhangi bir kimse eğer, Bak al sana işte ayet bayram kutlamak müşrik adetiymiş  diyecek olursa, bu söz onun hayatında söyleyebileceği en trajikomik bir söz olacaktır.

Elbette temelinde şirk inancı yatan toplumların da, bu şirklerini kendi aralarında daha da pekiştirmek için ihdas ettikleri Milli Bayramları da olacaktır. Firavun toplumunun böyle bir bayram kutlamış olması, kadim bir insanlık kültürü bayram ihdasının şirk inancı olduğunu asla göstermez. Şirk inancına sahip olanların bayram kutlamaları yapmaları, bütün bayram kutlamalarının şirk içerdiği anlamına gelmez.

İnsanların bir araya gelmeleri fıtri bir ihtiyaçtan kaynaklandığına göre, onlar bu birlikteliklerini sahip oldukları inancın doğrultusunda oluşturmaları kadar doğal bir şey olamaz. Örneğin; Bir toplum eğer şirk olarak bildiğimiz bir ortak değere sahip ise, bu toplum bu inanca dayalı bayramlar ihdas ederek, bu inançlarını kendi aralarında daha da pekiştirmek yoluna gideceklerdir. 

Kısacası bayramların insan hayatındaki yerini, sahip oldukları inanç ve düşünceleri kendi aralarında daha da pekiştirmek için belirli günler ve zamanlar ihdas etmek sureti ile tertip ettikleri toplantılar olarak tarif etiğimiz zaman, bu fıtri ihtiyacın biz Müslümanlar cephesinden nasıl algılanabileceği daha kolay anlaşılacaktır.

İslam adlı bir dine bağlı olmak demek, bu dine bağlı olan insanlar ile ortak bir payda da buluşmak, aynı inanç ve değerlere sahip olmak anlamına gelmektedir. Bayramların insan hayatındaki en büyük rolü, birbirleri ile dayanışma içinde olduklarını dost düşman herkese ilan etmektir. Bu durum Müslüman olsun veya olmasın her toplum için değişmezlik arz etmektedir. İnsanların birbirleri ile dayanışma içinde olduklarının en büyük göstergesi ise, birbirleri arasında sevgi bağının oluşmasına sebep olan yardımlaşma duygusudur.

Ramazan Bayramı olarak bildiğimiz bayramın daha önceki adının Fıtır Bayramı olduğunu, Fıtır Sadakası olarak bildiğimiz deyimin ise, şu anda her ne kadar olması gereken içeriği sembolik bir hale gelmiş olsa da, bu deyim bize bu bayramın ne anlama geldiğini anlamamızı kolaylaştıracaktır. Kurban Bayramı olarak bildiğimiz bayramın, özellikle Hac suresi içinde geçen Hac ibadeti ile ilgili ayetlerine baktığımızda, nusuk olarak kesilen hayvanların etlerinin insanlara dağıtılması ile, insanlar arasında birlik, beraberlik ve sevgi bağının oluşmasını amaçlandığını söyleyebiliriz.

Ramazan ve Kurban Bayramı olarak bildiğimiz bayramların temelinde, sahip olduğumuz İslam inancının kendi aramızda pekiştirilmesini sağlamak amacı ile Allah'a olan kulluğumuzu dost düşman herkese deklere etmek, bunun yanı sıra insanlar arasında sevgi ve merhametin oluşmasını sağmak amacı ile yardımlaşma vesilesi yattığını düşündüğümüzde, bu tür kutlamaların hayatımızdaki fonksiyonu ortaya çıkarak, bu kutlamaların şirk olduğu gibi saçma düşüncelere de yer olmayacaktır. 

Her inanç sahibi nasıl kendi aralarındaki ortak bağları güçlendirmek için, bazı toplantılar düzenliyor ise, Müslümanlar da kendi aralarındaki ortak bağları güçlendirmek için, toplanma günleri düzenlemektedirler. Ramazan ve Kurban Bayramı adı ile bildiğimiz toplanma günleri, Müslümanların birbiri ile bağını güçlendirmek için kullandıkları önemli toplantı zamanlarındandır.

Bugün Türkiye genelinde yaşayan bazı insanların bayramları tatil vesilesi olarak görerek birbirinden kaçma vesilesi saymaları, hatta bazı bankaların bu kaçışı daha da hızlandırmak için Geleneksel Bayram Kredisi adı altında faizli krediler vermek için insanları teşvik etmesi, bizlerin bayramları olması gereken fonksiyonu göz ardı etmemizi gerektirmez.

Bayramların bazı kimseler tarafından zevk ve eğlence fırsatı haline getirilmiş olması, bizlerin bu bayramları diğer Müslümanların dertleri ile daha yoğun ilgilenme, birbirimiz ile yardımlaşma, Allah'a kulluğun bir vesilesi olarak görmemize engel değildir.

Bugün İslam adına sahip olduğumuz bazı değerlerin içi boşaltılarak anlamsız hale gelmiş olması, bizleri bu değerlerin tamamen ortadan kalkması gerektiği yönünde değil, olması gereken fonksiyonunun yeniden hayata geçirilmeye çalışılması yönünde gayrete gelmemizi sağlamalıdır. Bayramlar insanlar ile İslam adına en dar çerçevede birlik beraberlik sağlamayı değil, en geniş çerçevede birlik oluşturmaya çalışmak için gayret vesilesi olması gerektiği anlaşıldığı anda, gerçek anlamını bulmuş olacaktır.

Kendisini Kur'an ile tanımlayarak, bu tür kutlamalar konusunda farklı düşünce içinde bulunan kimselerin, bayramların insan hayatındaki fonksiyonunu dikkate alarak, bu fonksiyonun Müslüman hayatındaki yerini düşünmeye başladıkları anda, sahip oldukları düşüncelerin ne kadar yersiz olduğunu da kolaylıkla anlayacaklardır.

Bu meyanda bazı kimselerin ise bayramın delilinin Kur'an'da olmadığından yola çıkarak, kendisini Kur'an ile tanımlayan insanların neden bayram kutladıkları yönünde sorular sormak sureti ile alaycı tavırlar takınarak, onlara karşı nefret söylemini geliştirmeye çalışmalarının, bayramların olması gereken işlevine gölge düşürerek, ayrılıkların körüklenmesine vesile olduğunu burada üzülerek hatırlatmak isteriz.

BAYRAMLARIMIZIN ALLAH'A KULLUK, BİRLİK, BERABERLİK, YARDIMLAŞMA VESİLESİ GÖRÜLECEĞİ GÜNLER OLARAK ANLAŞILMASI TEMENNİSİ İLE.

21 Mayıs 2017 Pazar

Bütün Elçilere Kitap Verilmiş midir ? Sorusu Çerçevesinde Kitap Kelimesi Üzerinde Bir Tahlil Çalışması

Nebi ve Resul kelimeleri, İslam adına yapılan konuşma ve tartışmalarda en fazla dile getirilen kelimelerden olmasına rağmen, Kur'an'i anlamda bu kelimelerin tariflerinin doğru yapıldığını, ve birçok kişinin bu kelimelerin anlamlarını doğru biçimde bildiğini söylemek mümkün pek değildir. Klasik bilgiler çerçevesinde yapılan tarife göre Resul , Kendisine kitap ve şeriat verilen elçi, Nebi ise, Kendisine kitap ve şeriat verilmeyen, önceki elçinin kitap ve şeriatını sürdüren elçi demektir. Fakat bunları Kur'an'a arz edecek olursak, maalesef kelimelerin bu şekildeki tarifleri Kur'an'dan onay almayacaktır.

[042.013] Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa ya ve İsa 'ya tavsiye ettiğimiz Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.»

Nebi  için yapılan, yeni bir şeriat getirmemiş olması, önceki elçinin şeriatını sürdürmesi şeklinde yapılan tarifin Şura s. 13. ayetinden onay almadığı görülmektedir. Hiç bir elçinin yeni bir şeriat getirmediği, ilk elçiden beri Allah'ın insanlar için şeriat yani yol kıldığı İslam Dinini tebliğ etmek amaçlı olarak gönderildiklerini Şura s. 13. ayetinden ve diğer ayetlerden öğrenmekteyiz (3. sure 85- 5. sure 6).

Elçilerin yeni şeriat getirmediği, getirdiği şeriatın yani insanlar için belirlenen yolun, ilk elçiden son elçiye kadar aynı olduğunu öğrendikten sonra, klasik tarifte resul için yapılan Kitap verilen elçi, Nebi için yapılan Kitap verilmeyen elçi tarifinin doğru olup olmadığının cevabını Kur'an'da aramaya çalışalım.

[003.081] Allah nebilerden ahit almıştı: «Ant olsun ki size Kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir resul gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?» demişti. «İkrar ettik» demişlerdi de: «Şahid olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim» demişti.

Al-i İmran s. 81. ayetinde, Allah (c.c) nin "Ant olsun ki size Kitap, hikmet verdim" sözünü söylediği kişiler, NEBİ olarak isimlendirilmektedir. Bu ayet bizlere klasik tarifteki Nebilere kitap verilmemiştir iddiasının doğru olmadığını göstermektedir. Ayrıca, Enam s. 84-88. ayetlerde 18 elçinin ismi sayıldıktan sonra 89. ayette "İşte bunlar, kendilerine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir" buyurulmuş olması, elçi vasfına sahip olan bir kimsenin kitap getirmediği iddiasının doğru olmadığını göstermektedir. Sayılan bu 18 elçinin dışındakilere kitap verilmediği şeklinde bir iddia, yukarıda mealini verdiğimiz ayet ile çelişecektir. Dolayısı ile kitap verilmeyen elçi diye bir sözün kullanılması asla doğru değildir.

Bu noktada elçilere kitap verilmiş olmasının ne anlama geldiği önem kazanmaktadır. Kitap kelimesinin klasik tarifteki anlamının, bu konudaki yanlış anlayışı beraberinde getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kitap denildiğinde hepimizin aklına ilk olarak, iki kapak arasına alınmış yazılı sahifeler şeklinde bir tarif gelmektedir. 

Kelimeye bu şekilde verilen anlam elbette doğrudur, fakat kelimenin böyle bir anlam kazanmasına sebep olan temel anlamına baktığımızda bu kelime bizlere, elçilere kitap verilmiş olmasının ne anlama gelebileceği konusunda, daha farklı bir bakış açısı kazandıracaktır.

El Ketbü: İki deriyi dikerek birbirine eklemek anlamındadır. Ketebtüssikae : Tulumu diktim.

Yaygın dilde ise, harfleri yazarak birbirine eklemek anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca bu kelime, birbirine eklenmiş söz yani lafızla ilgili olarakta kullanılır. Kitabetün kelimesi, yazarak arka arka dizmek anlamındadır. Bundan dolayı Allah kelamı her ne kadar yazılmamış olsa dahi Kitabun olarak adlandırılmıştır. Örnek : Elif, lam, mim zalike-l kitabü (Bakara s. 1-2)
(El Müfredat)

Görülmektedir ki, Kitap kelimesi sadece yazı ile arka arkaya dizilen harflerin kağıda yazılarak toplandığı bir objenin adı değil, Muhammed (a.s) ın ağzından dökülen sözlerin arka arkaya toplandığı sözlerin de adı olmuştur.

Kur'an ile ilgili geçen Kitap kelimesini Kur'an'ın Muhammed (a.s) a yazılı olarak indirilmediğini dikkate alarak anlamaya çalıştığımızda, elçinin ağzından dökülen kelimelere de EL KİTAP denildiğini görürüz. İşte kitap kelimesinin bu anlamı, elçilere kitap verilip verilmediğini daha kolay anlamamızı da sağlayacaktır. 

Bu bağlamda kitap kelimesine, ALLAH (C.C) TARAFINDAN SEÇİLEN ELÇİLERİN KENDİLERİNE VAHYEDİLEN SÖZLERİ MUHATAPLARINA AKTARMASI  şeklinde bir anlam verdiğimizde, elçilere kitap verilip verilmemiş olduğu anlaşılacaktır. Allah (c.c) seçmiş olduğu bütün elçilere vahyettiğine, seçilen bu elçilerin de kendilerine vahyedileni muhataplarına aktardığına göre BÜTÜN ELÇİLERE KİTAP VERİLMİŞTİR diyebiliriz.

Bütün elçilere kitap verilip verilmediği yönünde yapılan tartışmalar, kitap kelimesinin anlamının sadece iki kapak arasına kağıttan mamul sayfalara yazılmış harflerden müteşekkil sözler şeklinde bir anlamı olduğu dikkate alınarak, kelimenin ağızdan çıkan harflerin birbirine eklenmek sureti ile sözlerin oluşturulması şeklinde bir anlamı da olmasının dikkate alınmamasından kaynaklanmaktadır. Kelimenin bu anlamı da dikkate alındığında, elçilere kitap verilip verilmediği şeklinde yapılan tartışmaların ne kadar da gereksiz olduğu görülecektir.

Kur'an'daki elçi kıssalarına baktığımızda, kavimlerine gönderilen elçiler, kendilerinin Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olduklarını bildirmektedirler. Allah tarafından bir yetki belgesi olmadan hiç bir elçi kendiliğinden ortaya çıkarak, elçiliğini iddia etmemiştir.

Bu bağlamda resullüğü kendilerinden menkul bazı kimselerin, son zamanlarda ortaya çıkarak BEN DE RESULÜM şeklindeki iddialarını ele almak gerektiğini düşünmekteyiz.

Ahzab s. 40. ayetinde "Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, Allah'ın resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." buyurulmasından hareketle, Nebi ve Resul ayrımına giderek, Nebilik bitmiştir ama resullük bitmemiştir şeklinde bir teori üretmek sureti ile kendilerini resul ilan edenlere, veya bu tür kişileri resul  olarak kabul edenlere rastlamaktayız.

Al- İmran s. 81. ayetine geri dönerek konuyu anlamaya çalıştığımızda, Allah (c.c) nin beşer cinsinden seçtiği insanların bir kısmının nebi, bir kısmının resul olduğunu değil tamamının nebi olduğunu görmekteyiz. Bir insan resul olmadan önce nebi olması gerekmektedir ki Allah (c.c) ona VAHYETSİN YANİ KİTAP VERSİN. Yani bir kimsenin resul olması onun öncelikle nebi olmasından yani bu belgeyi almasından geçmektedir.

Fakat bugün ortalıkta Ben de resulüm diye gezen bir çok kimseye Sen neyin resulüsün? diye sorduğumuzda cevap olarak, Ben Kur'an'ın resulüyüm cevabını vermektedir. Bu noktada kendisini resul ilan edenlerin en tutarlısı !! olduğunu söyleyebileceğimiz İskender Evrenosoğlu adlı şahıs, bu işin kitapsız olmayacağını bildiği için kendisine kitap indirilmiş bir nebi resul olduğunu ilan ederek tutarlı bir sahtekar olduğunu ortaya koyabilmektedir. Bu kişi haricindekiler ise, kendilerine kitap verilmediğini, önceki kitap olan  Kur'an ile idare ettiklerini söyleyerek, büyük bir yalan ve iftiraya imza atmaktadırlar.

Halbuki gerçek bir resul, kendisine kitap verilen yani vahyedilen bir kimse olması gerekmektedir. Kendine kitap verilmemiş yani vahyedilmemiş bir resul, ancak yalancı ve sahtekar bir müfteri olmaktan ileri gidemeyen, dahası tıbbi destek almaya ihtiyacı olan hastalıklı bir kimsedir.

Sonuç olarak; İslam düşüncesinde nebi ve resul ayrımının yapılarak, Allah (c.c) nin seçtiği elçilerin bir kısmının nebi, bir kısmının resul olduğu iddiası Kur'an'dan destekli bir iddia değildir. Bu elçilerin bir kısmına kitap verildiği, bir kısmına verilmediği iddiası da aynı şekilde Kur'an'dan destek almamaktadır.

Kitap kelimesini şayet doğru biçimde anlayacak olursak, halen yapılmakta olan, nebi resul ayrımı veya bunların bazılarına kitap verilip verilmediği yönündeki tartışmalar son bulacaktır.
Kur'an'ın bu konuda ne demiş olabileceğine baktığımızda, Allah (c.c) nin seçmiş olduğu beşer elçilerin tamamının Nebi Resul olduğu, ve tamamına kitap verildiği anlaşılmaktadır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

9 Mayıs 2017 Salı

Kur'an'da Başörtüsü Var mı Yok mu Tartışmaları Çerçevesinde Kur'an'ı Anlama Yöntemi Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ın Türkiye genelinde son yıllarda daha fazla gündeme gelmesi, bu kitabın bizlere neler emrettiği veya emretmediği konusunda, bazı tartışmaların açılmasına yol açmıştır. Bu tartışmalardan bir tanesi de, başörtüsünün Allah (c.c) tarafından emredilip emredilmediği konusunda yapılmaktadır. Kur'an'da kadınlara başörtüsünün emredilip emredilmediği ile ilgili yapılan bazı tartışmalarda, başörtüsünün Kur'an'da olmadığı şeklinde bazı iddialara rastlamaktayız. 

Yazımızın amacı, Kur'an'da başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu tartışmalarda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmeye çalışmak, Kur'an'ın bizlere dair olan mesajının anlaşılmasında nasıl bir yol izlenerek, daha sağlıklı bir çıkarım yapılabileceği üzerinde olacaktır.

Kur'an'da başörtüsü yoktur şeklinde yapılan bir iddia, öncelikle bir konuda kesin bir hüküm vermek anlamına geleceğinden ötürü, bu tür kesin iddialar ile bu konuya yaklaşılmaması, doğru düşünmenin ilk basamağı olacağını düşünmekteyiz. Kur'an okuduğunu iddia eden kimselerin, Kur'an hakkında konuşurken, herhangi bir konuda kesin hüküm vermeye soyunmaya dikkat etmesi önemli bir konudur. 

Kur'an'ın mealini bir kaç defa okumak sureti ile Kur'an'ı anladığını zanneden bazı kimselerin, bazı konularda müçtehitliğe soyunmaları, kendilerini maalesef gülünç duruma düşürmekte, bu durum ise Kur'an'ı öncelleyen insanlara karşı olan muhalefet konusunda bazı kimselerin elini güçlendirmektedir. 

Kur'an okuyan bir kimse, öncelikle bu kitabın yaşanan bir hayatın içine indirildiğini bilmesi gerekmektedir. Yaklaşık 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inen bu kitap, o insanların yaşadığı hayat içinde yaptıkları bazı yanlışları ret etmekte, bazı doğruları ise tasdiklemektedir. Bu kitabın, İlk Muhataplar olarak bildiğimiz bu topluluklara ne dediği anlaşılmadan, bize dair neler demiş olabileceği konusunda yürütülen fikirlerde isabet etme imkanı az olacaktır.

Kur'an mealini okuyarak bazı konularda Kur'an'da şu yoktur bu yoktur şeklinde çıkarımlar yapmaya soyunan kimselerdeki en büyük eksiklik, bu kitabın nüzul ortamındaki sosyokültürel şartları dikkate almayarak, bu kitap sanki bugün dağ başına indirilmiş gibi bir okuma yöntemi takip etmeleri, kitap içindeki bazı kelimeleri, bağlı bulunduğu cümleden çekip çıkartarak tek başına anlamlandırmaya çalışmaları, nuzül ortamında yaşayan insanların o kelimeye nasıl anlam verdiklerini hiçe saymalarıdır.

Kur'an okumalarında ön yargılı yaklaşımlar sonucunda varılan neticenin yanlış olma ihtimalinin daha yüksek olacağı unutulmamalıdır. Yaşadığı hayat ile Kur'an arasında çelişki olduğunu gören bazı Kur'an okuyucularının, kendilerini Kur'an'a uydurmak yerine, Kur'an'ı kendilerine uydurmaya çalıştıkları, veya bu konuda yapılan çalışmalara destek verdiğini görmekteyiz. 

Örneğin; Faiz karşılığında kredi almak zorunda kalan bir kimse, kendisini temize çıkarmak için, faiz konusunda haram olan noktanın faiz almak olduğu, faiz vermenin haram olmadığı, veya bankalardan alınan kredilerin haram olmadığı gibi bir düşünce içine girebilmekte, veya bu türden düşüncelere destek çıkarak, haramdan kurtulduğunu zannedebilmektedir.

Nefsine ağır gelmesinden, aile, çevre, çalıştığı ortam gibi etkenlerden ötürü, başını örtmek konusunda zorlanan bazı kimseler ise, Kur'an'da başörtüsünün olmadığı, başı örtmenin değil göğsü örtmenin emredildiğini öne sürerek, başörtüsü konusunda yapılan bazı önyargılı yorumlara can simidi gibi yaklaşmaktadır. Bu konuda da nuzül ortamı dikkate alınarak yapılacak olan bir anlama çalışması, bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.

Kur'an'da kadınların örtünmesi ile ilgili olarak Ahzab s. 59. ve Nur s. 31. olmak üzere iki ayet bulunmaktadır. Kur'an'da başörtüsünün emredilmediğini savunan bazı kimselerin sadece Nur s. 31. ayeti üzerinden bir sonuca varmaya çalışarak, diğer ayet olan Ahzab s. 59. ayetini hiç gündeme getirmemeleri, bu konuda önyargılı bir sonuca varmaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bir konuda Kur'an'ın ne dediği öğrenilmek isteniliyor ise, o konu ile ilgili ayetlerin tamamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınması gerekmektedir.

Başörtüsünün Kur'an'da olmadığı konusundaki yaklaşımlarda yapılan yanlış, bu kitabın binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri olan ve o tarihin getirdiği sosyokültürel birikimleri ile hayatlarını sürdüren insanlara indiğini dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Kadının ve erkeğin örtünmesinin fıtrattan gelen bir özellik olduğu hesaba katılarak yapılmaya çalışılan yaklaşımlar, bizleri daha doğru sonuca götürecektir.

Kur'an hayat sahasına ilk defa inen, yaşadığı dünyada ne yapacağından, nasıl yaşayacağından habersiz bir topluma inmemiştir. Örtünmenin insan fıtratından gelen bir özellik olduğunu bilen, kadını ve erkeği ile örtülü gezen bir topluma inmiştir. Bu toplumun kadınları da Arap dilinde Hımar olarak isimlendiren bir örtü kullanarak başlarını örtmekteydiler. Bu durumu Nur s 31. ayetinden anlamak mümkündür. Çünkü bu ayet kadınlara başlarını örtmelerini değil, başlarını örtmekte kullandıkları kumaşı nasıl kullanmaları gerektiği yönünde hatırlatmada bulunmaktadır.

Nur s. 31. ayetinde geçen Humurihinne kelimesinin kökü olan El Hamru, Bir nesneyi örtmek gizlemek, saklamak anlamındadır. Hımar, örtünmede ve gizlemede kullanılan bir şeye verilen isim olarak kadınların başlarını örtme ve gizlemede kullandıkları örtünün ismi olmuştur. Nur s. 31. ayetindeki, Baş örtülerini yakalarının üzerine koysunlar şeklindeki emirden, bu emre muhatap olan kadınların başlarının örtülü olduğu, veya başlarını örtmek için kullandıkları objeye bu ismi verdiklerini anlayabiliriz.

Kur'an'ın böyle bir arka plan dahilinde, zaten başlarını örten kadınlara, Başınızı örtün şeklinde bir emir vermesi beklenemez. Kur'an'da başı örtme emri bulamadıklarını iddia edenler, eğer bu durumu dikkate almış olsalardı, böyle bir emrin olmasının zaten gerekmediğini anlayabilir, kadınların başlarını örtmelerinin, fıtratlarının gereği olduğunu, bu konudaki ayetin ise, var olan ve bilinen başörtüsü konusunda bir hatırlatma yapmış olduğunu düşünebilirlerdi.

Örtünmenin fıtri olduğu, çıplaklığın arızi olduğu ilk insandan beri bilinmektedir. Kur'an'ın insanlara Çıplak gezmeyin , giyinik gezin şeklinde bir emir vermemesinin sebebi, insanların zaten giyinik gezmelerindendir. Kur'an'da başörtüsü emri olmadığını ileri süren kadın veya erkekler, acaba giyinik gezmeleri gerektiğine dair olan emri Kur'an'ın hangi ayetinden almaktadırlar?.

Bu yazıyı yazma amacımız, başta söylediğimiz gibi, başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu konuda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmek idi. Kişisel kanaat olarak, Ahzab s. 59. ayetini dikkate alan bir okuma yaptığımızda, kadınların ev içindeki kıyafetleri ile dışarı çıkmamaları gerektiği, dışarı çıkarken Arapların Cilbab olarak bildikleri, yabancı bakışların dikkat çekmediği başı da örten dış elbiselerini almalarının gerekli olduğunu düşünmekteyiz.

Kimseyi başını örtmediği gerekçesi ile kınama veya tahkir amacımız olmadığını hatırlatarak, başını örtmeyen kimselerin ise gerekçe olarak Kur'an'ın böyle bir emri olmadığını iddialarını yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ederiz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

5 Haziran 2016 Pazar

Neml s. 25. Ayeti Çerçevesinde Şirk ve Tapınma Psikolojisi Üzerine Bir Tahlil Çalışması

Şirk , Kur'anın odak kavramlarından bir tanesi olup , terim olarak "Sadece Allah (c.c) nin ilahlık ve rablik yetkisi alanına giren konularda başka yetki mercileri tanıyarak ilahlık ve rabliğin gereklerini onun dışındakilere tanımak" anlamına gelmektedir. Allah (c.c) nin dışında yetki mercileri tanıyanlar , bu tanımalarını bir takım ritüeller ile ve objelere tazimde  bulunarak şirklerini açıkça ilan etmekte ,  "Müşrik" olarak isimlendirilen bu kimselerin, şirklerini açığa vurmak için kullandıkları objelerin genel ismi ise , "Put" olarak isimlendirilmektedir. 

Taş , tahta , metal v.s gibi şeylerden yapılmış olan bu putların konuşmadığını , insana fayda ve zarar vermediğini, o putlara tapan müşrikler dahi bilmektedirler, yazımızda , bu halde olan putlara tapmaktaki ısrarcı tavırlarının altında yatan psikolojiyi , Neml s. 25. ayetinin beyanı üzerinden okumaya çalışacağız.  

 Konumuz olan ayet , Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı bir bağlama sahiptir. Hüdhüd , Sebe ülkesinden getirdiği haberi Süleyman (a.s) a şöyle anlatmaktadır ; 

[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin (bilgi gücünle) kuşatıp öğrenemediğin şeyi, ben kuşatıp öğrendim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[027.023] «Muhakkak ki ben, bir kadın buldum ki onları hükümdarlık ediyor, ve kendisine her şeyden verilmiş ve onun için azim bir arşı da var.»
[027.024]  Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytan onların yaptıklarını güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar.
[027.025]  Allah'a secde etmemeleri için (böyle yapmış). O Allah'a ki, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.
[027.026]  Allah O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, yüce Arşın sahibidir.

Bu ayetlerde Hüdhüd , Sebe ülkesindeki durumu Süleyman (a.s) a haber vermektedir. Bu haberi verirken hükümdar ve kavminin güneşe taptıklarını , bunu onlara şeytanın güzel gösterdiğini anlatarak , 25. ayette önemli bir noktaya dikkat çekmektedir.

Hüdhüd, bu kavmin güneşe secde etmesinin sebebinin "ALLAH'A SECDE ETMEMEK İÇİN" olduğunu söylemektedir. Bu cümle, müşriklerin neden Allah (c.c) dışındaki varlıklara secde ettiklerini ifade eden , şirk'in kıyamete kadar değişmeyecek karakterini ifade eden veciz bir cümledir. 

Allah (c.c) nın ilk elçiden son elçiye kadar göndermiş olduğu vahiylerinin ortak mesajı KENDİSİNDEN BAŞKASINA SECDE EDİLMEMESİ gerektiğine dair emirlerdir. 

İnsanlar, Şeytanın onlara verdiği iğva ile, gerçek olarak kulluk edilmesi gereken yegane merciyi terk ederek , sahte ilahlar edinmiş ve onlara kulluk etmeye yönelmişlerdir. Günümüzde dahi bir çok insan, sahte ilahlara kulluk etmeye devam etmektedir. Bu yönü ile "Şirk" evrensel bir insan hastalığı olarak kıyamete kadar varlığını korumaya devam edecektir. 

Kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa karşı tazimde bulunmak sureti ile onu ilah ve rab olarak tanımak (7/ 172.173), insanın fıtratında var olan bir özelliktir. Bu özellik asla boşluk kabul etmez , bu boşluk eğer Allah'a kulluk etmek şeklinde doldurulmaz ize , başkalarına kulluk şeklinde doldurulacaktır.

Allah (c.c), ilah ve rab olarak tanınma hakkının sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek , kendisi dışındakilere yapılan ilah ve rab olarak bilme şeklindeki yönelimin "Şirk", bu yönelimleri yapanların ise "Müşrik" olduğunu bildirmektedir. 

Kendisine nasıl kul olunması , ve bu kulluğun kendisine karşı nasıl gösterilmesi gerektiği konusundaki bilgileri tarih boyunca gönderdiği elçileri ile insanlara bildiren Allah (c.c), Kur'anda ki kıssa yollu anlatımlar ile, bize gerçek kulluğun nasıl ve kime olması gerektiğini öğretmektedir.

İbrahim (a.s) ın kıssasının anlatıldığı En am s. 75 -79. ayetler arasında onun, Güneş , Yıldız ve Ayın gerçek ilah olamayacağını , gerçek ilahın bunları yaratan olduğu vurgusu yapılarak , ilah ve rab olarak kimin tanınması gerektiği bildirilmektedir. 

[041.037] Gece, gündüz, güneş ve ay onun ayetlerindendir. Eğer Allah â kulluk ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah â secde edin.

Secde kelimesi ; "Öne eğilme , aşağıya bükülme , kendini alçaltma , kibrini ve gururunu kırma" anlamındadır.

Bu kelimenin insan üzerindeki tezahürü , kişinin kendisinden yüce olarak bildiği ve tanıdığı kişi veya herhangi bir ojbeye karşı olan yönelimini bedensel veya düşünsel olarak göstermesi olarak ortaya çıkmaktadır. 

Yani insanlar kendilerinden yüce olarak kabul ettikleri herhangi bir kişi veya objeyi , hayatlarının merkezine aldıklarında , bu merkeze alışlarını , bedensel olarak dışa vurmakta , düşünsel olarak ise o kişi veya obje üzerinden üretilmiş yaşam biçimini hayatına pratize ederek secde etme halini göstermektedirler.

Bu durumu, ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onu ilah ve rab olarak tanıyanlar, bu tanımalarını ona hem bedenen hem de düşünsel olarak göstererek , sadece onu ve ilah ve rab olarak tanıdıklarını hayatlarına onun bize dair olan emir ve yasaklarını ikame ederek ortaya koymaktadırlar. 

Aynı durumu ilah ve rab olarak Allah (c.c) dışındakileri tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onlar da bu tanımalarını , hem bedenen hem de düşünsel olarak ortaya koymakta , ve bu tanımalarını hayatlarının merkezine sahte ilah ve rabler tarafından vaz edilen sistemleri ikame ederek göstermektedirler. 

Secde etme hali istisnasız olarak bütün insanlarda vaki olan bir hal olup , hiç bir insan bu halden beri değildir. Secde etme hali bir gösterge olup , insanlar ilah ve rab olarak tanıdıkları her ne veya kim ise bu tanımalarını bu şekilde göstermektedirler.

Secde etme halini insan fıtratında olan kulluk psikolojisinin bir tezahürü olarak değerlendirdiğimizde , bu halin ortaya konulmasına hak sahibi olan tek ve yegane kişi Allah (c.c) dir. Hiç bir kişi , kurum , kuruluş , düşünce ve ideoloji onun üzerinde yer alarak , insanların onun dışındakilere secde etmesini haklı gösteremez. 

Bir kısım insan, hayatlarında Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak tanıdıklarını, ona secde ederek göstererek MÜ'MİN ismine layık olur iken , diğer bir kısım ise, onun dışındakileri ilah ve rab olarak tanıdığını göstermek için ilah ve rab olarak tanıdığı her ne veya kim ise ona secde ederek  MÜŞRİK ismine layık olmaktadır. 

"Mü'min" veya "Müşrik" ismini alan insanların birbirleri ile olan ortak yönleri , kulluklarını ilah ve rab olarak her ne veya kimi tanıyorlarsa ona karşı göstererek secde etmiş olmalarıdır. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı, mutlaka ilah ve rab olarak birisini tanıyarak ona secde edecektir. 

Şirk ve müşrik psikolojisi  , işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Allah (c.c) dışındakileri ilah ve rab olarak tanıyarak "Müşrik" ismini alanlar , ALLAH'I  İLAH VE RAB OLARAK TANIMADIKLARINI İLAN ETMEK İÇİN ONUN DIŞINDAKİLERE SECDE ETMEKTEDİRLER.

Sebe halkı ve hükümdarının Allah'ı bırakarak güneşe secde etmelerinin altında yatan temel saik , Allah'a secde etmediklerini ilan etmek esasına dayalı bir düşüncenin ürünü olarak , bu ilanlarını onun dışındakilere secde ederek göstermek istemelerine dayanmaktadır. 

Bu bağlamda, ilk insandan beri ortaya çıkan şirk'in altında yatan temel sebepte anlaşılmış olmaktadır. Bazı kaynaklarda, "ilkel insan" olarak tanımladıkları kabile ve uluslarda bazı gök cisimlerine tapınma şeklinde şeklinde ortaya çıkan şirk'in, o gök cisimlerinden korku sebebi ile olduğu ve bunların onlara vereceği zarardan korunmak için tapındıkları söylenmektedir. Bu tesbitin doğru bir tesbit olmadığını düşünmekteyiz. 

[025.055] Allah'ı bırakıp, kendilerine fayda da zarar da veremeyen şeylere kulluk ederler. İnkar eden, Rabbine karşı gelenin (şeytanın) yardımcısıdır.

Bu ve benzeri bir çok ayette , müşriklerin tapındıkları putların onlara fayda ve zarar vermeye güçleri yetmedikleri haber verilmektedir. Bu durumu müşriklerin kendileri de bilmekte ve puta tapmaya gerekçe olarak "Atalarımızı bunlara kulluk eder halde bulduk" demektedirler. 

Müşriklerde puta tapıcılığın altında yatan temel sebep, korkudan emin olma isteğinden doğan bir hal değil , Allah'a kul olmadıklarını bu şekilde izhar etme halidir.

Bu temel saik sadece Sebe halkına has bir durum değil, evrensel mahiyet arz eden bir durumdur. Sebe halkının şirkini izhar etmek için tapındıkları Güneş , bugün bile dünyanın bazı yerlerinde tapınma aracı olarak kullanılmasına karşın , insanların hayatında ortaya çıkan şirk olgusunun tezahürü, farklı tapınma araçlarını ortaya çıkarmıştır.

Çağdaş dünyada şirk olgusu taştan veya metalden yapılmış bir takım heykeller önünde saygı duruşu yapılarak ortaya çıkmaktadır. Bugünün çağdaş müşrikleri de  önceki ataları gibi, önünde kıyam ve secde ettikleri heykellerin kendilerine fayda ve zarar vermediklerini pekala bilmektedirler. 

Ancak bu heykeller önünde kıyam ve secde etme gerekleri heykelleri yapılmış kişilerin düşünce ideolojilerini hayatlarında hakim kıldıklarını aleme göstermek amaçlı olduğunu kendileri de itiraf etmektedirler. 

Örneğin ; Günümüz Türkiye sine baktığımızda her şehir ve kasabanın belirli yerlerine yapılmış olan Atatürk heykelleri önünde kıyama duranlar , o heykellerin taştan yapılmış objeler olduğunu ve kendilerini duymadıklarını pekala bilmektedirler. Onların, bu heykeller önünde kıyama durma gerekçeleri, hayatların merkezinde "Kemalizm" ideolojisinin hakim olduğunu ilan etmek amacına dayanmaktadır.

Şirk ve müşrik psikolojisi binlerce sene önce nasıl ise bugün de aynı şekilde işlemektedir. Allah'a kul olmadıklarını cümle aleme duyurmak için taş , tahta , metal gibi v.s den yapılmış şeylere tapınan müşrikler , aynı tapınmayı bugün de sürdürmektedirler. Bazı insanlar tarafından ihdas edilmiş düşünce ve ideolojileri hayatlarının merkezine alarak , hayatlarını bunlara göre yönlendiren kişiler , yaşam tarzlarını oluşturan kişilerin taş veya metalden yapılmış heykelleri önünde kıyam ve secde ederek , bu kişilerin sistemlerini Allah (c.c) nin sistemine tercih ettiklerini açıkça beyan etmektedirler.

Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. içindeki Sebe halkının güneşe taptığı haberine , bu tapmanın sebebi olarak hüdhüd tarafından söylenen "Allah'a secde etmemeleri için" ifadesi önemli bilgiler içermektedir. 

İnsan fıtratında olan kendisinden yüce bir varlığa secde etme itiyadı , gerçek secde edilmesi gereken merciden saptırıldığı zaman , bu secde etme başka mercilere yapılacaktır. Şirk psikolojisinde ortaya çıkan durum gereği , Allah (c.c) ye secde etmeyenler , ona secde etmediklerini ilan etmek için başka secde mercileri bularak ona secde etmektedirler.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


4 Ocak 2016 Pazartesi

İsra s. 58. Ayeti Çerçevesinde Firavun ve Süleyman (a.s) ın Yönetimlerinin Akıbetinin Günümüze Dair Mesajı

Kur'an , içinde barındırdığı ayetlerin bir kısmında, kıssa yollu anlatımlar vasıtası ile , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların , o toplumlar üzerinde nasıl işlediğini anlatarak , bizlere mesajlar vermektedir. Allah (c.c) nin sünnetinde değişme olmayacağından yola çıkarak düşündüğümüzde , bu yasalar dün nasıl işledi ise , bu gün de yarın da, ta ki kıyamete kadar işleyecektir.

Kur'anın kıssa yollu anlatımlarında meydana gelen helak olaylarının işleyiş yasasını anlatan ayetlerden bir tanesi de İsra s. 58. ayetidir. 

[017.058] Hiç bir karye yoktur ki; kıyamet gününden önce Biz, onu helak edecek veya şiddetli bir azapla azaplandıracak olmayalım. Bu, Kitap'da yazılmıştır.

"Kitap ta yazılmıştır" ifadesi , Allah (c.c) nin bu toplumlar üzerinde olan bir zulmünü değil, toplumların yaşadığı hayat içinde yapmış olduklarının neticesinde bir takım sıkıntılar ile karşı karşıya kalacak olmalarını anlatmaktadır. Allah (c.c) nin belirlediği yasalar dahilinde yaşayan toplumların başlarına gelenler , bu toplumların işlemekte olduklarının bir sonucu olarak gerçekleşmiş ve gerçekleşecektir.

Kur'anda "Allah'ın yazması" olarak beyan edilen konu , Allah (c.c) nin bir kitaba kullarının ne yapacağını yazarak onların iradelerini ipotek almış olması anlamına gelmez. Böyle bir durum adaletin tersi bir durum meydana getirmesi açısından Allah (c.c) için böyle bir durum söz konusu değildir. "Yazmak" demek , sebep-sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen olayların bir kurala bağlanmış olduğunun ifade edilmesidir.

Bu yazımızda İsra s. 58. ayetinde beyan edilen işleyiş yasalarının , biri zalim bir Firavun, diğeri  de adil bir hükümdar olan, Süleyman (a.s) ın iktidarları üzerinde nasıl gerçekleştiği ve onların yıkılışları üzerinden, verilmek istenen günümüze dair mesajını okumaya çalışacağız. 

Firavun kendisini ilah (28.38) ve rab (79.23) ilan ederek, mülkü altında yaşayan insanlar üzerinde ayrımcılığa dayalı bir yönetim sergilemekte idi (28.4). Ancak bu zulüm yönetimi , "Sünnetullah" ın bir gereği olarak devam edemez ve yıkılmaya mahkum idi (28.5-6). Yine Sünnetullah gereği bu yıkım, insanların eli ile olacaktı (2.251 / 22.40) . 

Firavunun mülkü altında bulunan insanları hafife alan ve onlara kıymet vermeyen (43.54) bir yönetim sergileyerek, kendi iktidarını devam ettirmek istemesine karşın , Musa (a.s) önderliğinde İsrailoğulları tarafından ona karşı başlatılan ve yıllarca süre kıyam (10.87) başarı ile sonuçlanarak o ve ordusu denizde boğulmuştur(26.59 / 44.28). 

Bu yazının konusu , Firavun yönetiminin yıkılmasının, ondan sonra gelen yönetim sahiplerine olan mesajı olduğu için, bu yıkımın ayrıntıları, Musa (a.s) ın Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetler okunarak görülebilir.

Süleyman (a.s) mülk ve saltanat sahibi elçi bir hükümdar olarak emri altında geniş bir toprak parçası (38.36) ve bunun üzerinde yaşayan insanlar bulunmaktadır. Süleyman (a.s) ın mülkü altında yaşayan tebaa dan "Cin ve Şeytanlar" (34.12 / 38.37) olarak bahsedilmesi tefsirlerde farklı yorumlar bulunmasına karşın, kıssayı mesaj içerikli olarak okuduğumuz zaman "Cin ve Şeytan" olarak isimleri geçenleri , Süleyman (a.s) ın mülkü altında yaşayan ve onun mülkünü tehdit eden unsurlar olarak okumak mümkündür. 

Süleyman (a.s) mülkünü tehdit edenleri dahi askeri ve ekonomik bir güç elde ederek bunları emri altında çalıştırmasına karşın bu unsurlar onun mülkünü içten kemirerek yıkılmasına sebep olmuşlardır (34.13.14). 

Şimdi bu iki hükümdarın yönetimlerinin ortak bir akıbete uğramalarının sebeplerinin tahlilini yapmaya çalışalım.

Firavun ve Süleyman (a.s) ın yönetimlerinin yıkılmasına sebep olan ortak nokta, her iki yönetimden  memnun olmayan unsurlardır. Bu memnuniyetsizliğin sebebi  Firavunun zalim olması olarak izah  edilebilmesine karşın , Süleyman (a.s) ın yönetiminin yıkılmasına sebep onun adil olması bir yönetim sergilemesine karşın bu, adil yönetimden rahatsız olanlardır.

Firavunun zalimliği , mülkü altında yaşayan topluluklar üzerinde ayrımcı bir politika izlemesi şeklinde öne çıkmaktaydı. Ayrımcılık yaptığı bu topluluğun çoğalmaması soykırıma gidebilecek kadar zalim ve vahşi bir kişi olan Firavunun çağdaş versiyonları , bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir kavmi öne çıkararak , diğer kavimleri geri planda bırakmak sureti ile aynı planı Hitler örneğinde görüldüğü gibi işleme koymuşlar, fakat planın sonu bu soykırımın mimarının helak olması ile sonuçlanmıştır.

Yönetim sahipleri adil bir yönetimin gereği olan, mülkü altında yaşayan insanlar arasında , dil ,din ,ırk gibi farklılıkları dikkate alarak dengeyi gözeten bir yönetim sergilemedikleri müddetçe , mülkü altında yaşayan insanların etnik farklılıklarını dikkate almayarak onları asimile etmek isteyen  yönetimler , İsra s. 58. ayeti gereğince yıkıma uğramaya mahkumdur.

Süleyman (a.s) yönetimi adil bir yönetim olmasına rağmen onun yönetimi nasıl ve neden yıkıldı?.

Zalim yönetimlerin düşmanları adalet isteyenler iken , adil yönetimlerin düşmanları zalimlerdir. Süleyman (a.s) ın bu yönetim şekli bir kısım insanları rahatsız eden bir yönetim olduğu için , bu yönetimin yıkılması için bir takım faaliyetler içine girilmiştir. Askeri yönden güçlü bir orduya sahip olan Süleyman (a.s) yönetimi , bu ordunun gücüne karşı koyamayacaklarını bilen düşmanları tarafından içten yıkılmak sureti ile yıkılmıştır (34.14).

Şimdiye kadar anlatılanları, yaşadığımız ülke toprakları üzerinde yıllardır bitmeyen bir konu ile alakasını kurmaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;


Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğunun yerine kurulan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti , sahip olduğu topraklar üzerinde "Türk" ve "Kürt" adı ile 2 büyük kavme  mensup insanları barındırmaktadır. Kurulan devletin ideologları , kuruluşun ilk yıllarından itibaren"Kürt" kavmine  mensup olan insanları ,  sanki yokmuş gibi hiçe sayarak ,"Türkçülük" ideolojisi üzerine kurulu bir sistemi hayata geçirmişlerdir. 

Kürt kavmine mensup olan insanların bu kimliklerini unutmaları için her türlü yolun denendiği , "Türkiye Türklerindir" , "Ne mutlu Türküm diyene" , "Türk ,öğün, çalış ,güven"  v.s gibi sloganlar , Türkçe ezan okunması gibi trajikomik kanunlar ile "Türkçülük" ideolojisinin yerleştirilmeye çalışıldığı tarihen sabittir. Zaman içinde dünyada gelişen milliyetçilik akımları , geri bırakılan Kürt kavmine mensup olanlara da sirayet ederek onlar arasında kıpırdanmalar başlamıştır.

Buraya kadar yapılanların geçmiş ile bağını kuracak olursak , bu yönetim tarzının tipik bir Firavun yönetimi olarak tanımlamak mümkündür.

T.C. nin ayrımcılığa dayalı  yönetim sistemi , bu topraklar üzerinde yaşayan insanları rahatsız ettiği gibi , başkalarının da Türkiye üzerindeki bir takım ayak oyunları oynayabilmeleri için hazır bir fırsatı oluşturmuştur. Aşağı yukarı 40 senedir süren ilan edilmemiş bir savaşın neticesinde , binlerce insan ölmüş ve milyarlarca dolarlık harcama ile T.C. nin büyük bir ekonomik , sosyal ve insani kayba uğraması bu yolla sağlanmış ve hala aynı yol şiddetlenerek sürmektedir. 

Kısa adı "B.O.P" olan Büyük Orta doğu Projesi" nin bir ayağı olarak okuyabileceğimiz, bu gün Türkiye topraklarında yaşanan bir nevi iç savaşa dönüşmüş olaylar , Kürt kavmine mensup insanların menfaatlerini savunmak gibi bir gerekçe şeklinde ortaya konan "Büyük İsrail" projesinin bir ayağını oluşturmaktadır. 

"Büyük İsrail Projesi" nin uygulama alanına sokulma planları , dün Süleyman (a.s) ın asasını kemiren kurtların, yani onun yönetimini içten yıkmaya çalışanların torunları tarafından bu gün Türkiye toprakları üzerinde uygulama alanına sokulmaktadır. T.C. yönetiminin , Süleyman (a.s) ın yönetimi gibi adil bir yönetime sahip olmadığını burada hatırlatarak , bu gün T.C. toprakları üzerinde oynanmak istenen oyunların alt yapısını , adil olmayan bu yönetim tarzının hazırladığını söyleyebiliriz.

Kurtlar sofrasında ki gözü açlıktan dönmüş olanların elinde çatal kaşık gibi bir aksesuar olarak Kürtler.

Yaşadığımız toprakları yenilmesi gereken bir sofra olarak gören kurtlar sürüsü , bu sofradaki yemeği yemek için ellerini bulaştırmak yerine , Kürt kavmine mensup insanların bir kısmını çatal kaşık yerine kullanmaktadırlar. "Böl-parçala-yönet" taktiği bu kurtların her zaman kullandığı bir taktik olup , iri bir lokma insanın boğazından nasıl geçmez ise , insanları birbirine bağlı olan toplulukların yenilmesi aynı şekilde zordur.

Dikkat edilirse , Kur'anın bir çok ayeti insanlar arasında birlik ve beraberliğin önemini hatırlatmaktadır (3.103). Irk taassubuna dayalı bir düşünceyi ret eden Kur'an , Allah (c.c) katında bir kimsenin üstün olması için "Takva" temelli (49.13)  bir hayat sürmesi gerektiğini beyan etmektedir. Eğer Kur'an temelli bir hayat, devlet bazında pratize edilmiş olsa idi , yaşadığımız topraklar üzerinde bu tür kavgaların meydana gelmesi mümkün olmazdı.

Devlet politikası haline gelmiş ırk taassubunun bir devleti nereye getirebileceğinin en son örneklerinden birisinin yaşandığı Türkiye topraklarında , geçmişten ibret almamanın bir neticesi olarak tarih tekerrür etmektedir. Dün Firavun ve ordusunun helak edilmesi şeklinde gerçekleşen bu yanlış politika , bu gün Türkiye üzerinde ekonomik ve sosyal her türlü zararın gerçekleşmesi şeklinde bir helak ve yıkıma sebep olmaktadır.

Dün Süleyman (a.s) ın yönetimini içten kemirilmek sureti ile meydana gelen yıkım , bu gün Türkiye nin ekonomik ve sosyal hayatı üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Yıllardır "Terörle mücadele" adına yapılan parasal mücadele , terörle mücadele yerine , "Açlık-işsizlik-cahillik" v.s gibi eksikliklerin giderilmesi için yapılmış olsaydı , Türkiye bu gün dünyada daha farklı bir konuma sahip bir ülke olabilirdi.

Mesele burada düğümlenmektedir , kendilerinden başka güçlü devlet istemeyenler diğer devletlerin gizli ve açık her türlü yoldan önlerini keserek , kendilerine olan muhtaç durumdan kurtulmasını istememekte , bu yoldan onları sömürmeye devam etmektedirler. 

Ülkelerin kaynaklarının , o ülke insanının menfaati için kullanılması , o ülkeler üzerinde kirli emelleri olan müstekbir ülkeler için en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır. Bu tehlikenin farkında olan bu müstekbirler , o ülkenin ekonomik ve sosyal kaynaklarının , o ülkede yaşayan halkın menfaati için kullanılmaması için her türlü yolu denemektedirler . Türkiye nin yıllardır milyarlarca dolarına ve mal olan bu savaş bu tür oyunların bir uzantısıdır.

Türkiye bu sofranın en güzel yemeklerinden birini oluşturması nedeniyle , kurtların iştahını kabartan bir konuma sahiptir. Bu yemeği yiyebilmek için çeşitli oyunlar sergileyen kurtların son oyunlarından birisi "Kürt meselesi" adında ortaya konmaktadır.

Bu mesele kendiliğinden veya hiç yoktan çıkarılmış bir mesele olmayıp , Türkiye devletinin yöneticilerinin kendi elleri ile yaptıklarının bir sonucu olarak İsra s. 58. ayetindeki işleyiş kurallarının bir neticesidir. Bu mesele üzerinde ülke insanları acı bir azap veya yıkım ile karşıya gelmiş bir vaziyettedir. Bu yıkım gerçekleşecek olursa bu yıkımın altında sadece Türkler değil bu ülkede yaşayan herkes kalacak ve bu yıkımın üzerine kurulan yeni bir düzende Kürtler  galiplerin piyonu olarak kalacaklardır. 

Bu saatten sonra yapılacak olan her türlü askeri baskının herhangi bir sonuç vermeyeceği aksine sıkıntıları daha da artıracağını söylemek karamsarlık olarak görülmemelidir. Dünyadaki halk hareketlerine baktığımızda, bu hareketler böyle kalkışmaları askeri güç kullanarak bastırmak isteyen ülkelerin zararı ile sonuçlanmıştır.

Hangi siyasi parti olursa olsun , Türkiye toprakları üzerinde yaşayan çoğunluğun Türk ırkına mensup olmasını öne çıkarmayıp dengeleri gözeten bir siyasi sistem vaad ederek , önceki yapılan hatayı düzelteceğini yani Kürt kavmine mensup olanlarında bu topraklar üzerinde hakkı olduğunu iddia eden bir söylemi dile getirdiği takdirde, alacağı destek bu yanlışı düzeltebilecek bir çoğunlukta olmayacak , aksine o siyasi partiye olan nefreti artıracaktır. (Burada "H.D.P" adlı siyasi partiyi merkeze alarak bunları söylemediğimizi hatırlatmak istiyoruz)

Türkiye topraklarında ırk üstünlüğünü öne çıkaran düşünce zaman içinde öyle bir keskin hale gelmiştir ki , Türk ırkına mensup olanların büyük bir çoğunluğu , Kürt kavmine mensup olanlara karşı şiddetli bir düşmanlık besler hale gelmiştir. Bu durum ise çözümü daha da güç hale getirmektedir. Bu gün ne kadar silahlı güç kullanırsanız kullanın , Kürt kavmine mensup insanların bir çoğunun 50-60 sene önceki düşüncesine döndürmek imkanı artık ortadan kalkmıştır. 

Çare nedir ?. 

Bu sorunun cevabı çok basittir ama , hayata geçirilmesi yıllar sürecek olan bir zamana bağlıdır. Çünkü bu duruma 1-2 yıl içinde nasıl gelmedi isek , bu durumdan çıkış ta 1-2 yıl içinde olmayacaktır. 

Geçmişte Firavun yönetiminin bir politikası olan "İnsan devlet için vardır" yerine Süleyman (a.s) ın politikası olan , "Devlet insan için vardır" merkezli bir uygulama bu durumun çarelerinden bir tanesidir. Süleyman (a.s) mülkü içinde barındırdığı farklı unsurları önce ekonomik ve sosyal olarak tatmin etme cihetine gittikten sonra ,askeri gücünü "Şeytanlık" edenler üzerinde kullanan bir yönetim sergilemiştir.

Dünya yüzünde her devlet kendi bünyesinde yaşayanların tamamını memnun edemez. Hak ve adalet kurallarını herkes için eşit olarak çalıştıran bir devletin içerideki düşmanları , ne akadar adil olursa o kadar da az olacaktır. İçerideki memnuniyetsizliği en aza indiren bir devlet , bu memnuniyetsizliği kullanmak isteyen dış düşmanların ellerinden en büyük kozu almış olacaktır. Maalesef T.C. geçmişte böyle bir yönetim sergilemeyerek , iç düşmanların dış düşmanların kışkırtmaları ile harekete geçmesine zemin hazırlamıştır.

Sonuç olarak ;  "Sünnetullah" denilen yasaların , Kur'an içinde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere sunularak ,tarihten ibret alınan bir yaşam sürülmesi istenmesine rağmen , maalesef  ibret alınmayan bir hayatın sürülmesi, tarihin tekerrür etmesine sebep olmaktadır. İsra s. 58. ayeti , bu yasanın toplumlar üzerinde geçerli olduğunu beyan eden bir ayet olarak durmasına rağmen , bu tür ayetler gereğince okunmadığı için , mesajı olup olmadığı  konusunda herhangi bir tefekkürde bulunulmamaktadır. 

Üzerinde yaşadığımız topraklarda son yıllarda yaşadığımız olaylar , İsra s. 58. ayetinin bir sonucu olup , bu ayetin gereğinin helak edilmek şeklinde işlememesi için Kur'anın tarif ettiği sistemin hayata pratize edilmesi şarttır. Aksi bir durum işleyiş yasalarının yaşadığımız topraklar üzerinde geçerli olmasını gerektirecek olup , bu durumdan  ülke içinde yaşayan insanların tamamı zarar görecektir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

24 Kasım 2014 Pazartesi

Nahl s. 125. ve Enam s. 108. ayetleri Çerçevesinde Davet Metodumuz

 İnsanların birbirleri ile farklı düşünmeleri doğal bir durum olup , her insan diğer bir insanın kendisi gibi düşünmesini arzu eder , bu arzunun gerçekleşmesi için yapılan çalışmalara İslam literatüründe "Tebliğ" veya "Davet" denilmektedir.  Bu arzuların gerçekleşmesi için bir usul ve metod gerekli olup bunları Kur'an içindeki ayetlerde bulmaktayız.

Biz Müslümanlar arasındaki usul ve metod hataları bir çok konuda bizleri sıkıntıya soktuğu gibi , bizim gibi düşünmeyen birisine karşı takınmamız gereken tavır ve ona karşı izlememiz gereken usul konusunda da, usul ve metod hataları içinde olduğumuz malumdur. Bu tür usul hataları tarihin her devrinde yapılmış olup bu gün de yapılmaktadır. Yazımızın konusu , Kur'an ayetlerinin bizlere bu konuda beyan ettiği usulu yeniden hatırlayarak biz gibi düşünmeyen birisine karşı nasıl bir tutum sergilemek gerektiğini oradan öğrenmektir. 

Yazımızın konusunun davet metodu ve bu metodun kendi içimizdeki uygulaması etrafında olduğunu hatırlatalım.

 " BİZİM GİBİ DÜŞÜNMEYEN" birisine şeklinde bir söz kullanma sebebini yazımızın başında izah etmek istiyoruz.

Bir kimse , herhangi bir konuda başka bir kimse ile tartışıp onunla görüş ayrılığına düştüğü zaman karşısındakine söylediği söz " SEN YANLIŞSIN" şeklinde bir itiraz olup her iki taraf ta karşısındakine bu şekilde bir ithamda bulunur. Her iki kişi kendi düşüncesinin doğru olduğunu , dolayısı ile karşısındaki kişinin yanlışta olduğunu düşünür. Bu tür sözler daha ileri safhalarda kişilerin birbirlerine , küfür , hakaret ve tekfir etme aşamalarına getirdiği için, öncelikle karşımızdaki kişiye olan davranışımız "yanlış" içinde olduğundan çok , "bizim gibi düşünmediği" için şeklinde olursa , ortak bir düşünce içinde olmak şeklinde bir durum içine girme isteği daha bariz bir biçimde ortaya çıkacaktır.  

Kişilerin birbirleri ile olan tartışmalarında empati yaparak tartışmaları önemli bir noktadır. Bir kimse karşısındaki kişiye "sen sapıksın" şeklinde bir itham ile giderse , aynı ithamı karşısındaki kişiden de göreceğini unutmamalıdır. Karşıdaki kişiye ithamdan ziyade onun düşüncesinin yanlış olduğunu delil ile anlatması gerekir ki yapılan tartışmadan doğru bir sonuç elde edilebilsin. 

Tabi bunu söylerken tartışan kişilerin, nefis tatmini amacı ile tartışmaya girmemiş oldukları,sadece hakkın ortaya çıkması gibi bir amaç etrafında olduklarını varsayarak bunları söylüyoruz. bunun dışındaki bir amaç ile yapılan tartışmaların fayda yerine iki tarafa da zarar getireceği unutulmamalıdır. 

 Tartışan tarafların ortak bir noktada buluşmaları gerekmektedir ki , yapılan tartışmadan veya davetten netice alınabilsin,ortak bir bilgi kaynağı üzerinden yapılmayan tartışmalar en baştan sonuçsuz kalmaya mahkumdur,öncelikle bu konu etrafında birlik sağlanması gerekmektedir.  

"Müslüman" ismini taşıyanların tek bilgi kaynağı "KUR'AN" olup bunu dışında özellikle "HADİS" adı verilen malzemenin doğruluğunun Kur'an ile sağlanması şeklinde ortak bir düşünce oluşmadan yapılan tartışmalarda , bir tarafın Kur'an ayetlerini sunup , diğer tarafın karşı tez olarak rivayetleri sunması ortaya çelişki çıkaracak olup önceliğin ne olması gerektiği önem arz etmektedir.

 [022.008]  İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye(HÜDEN), ne de aydınlatıcı MÜNİR) bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

 
[031.020] [DI] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, ne bir yol göstericiye(HÜDEN) ve aydınlatıcı(MÜNİR) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.

Hacc s. 8 , Lokman s. 20. ayetlerinde , Allah hakkında tartışmak için gereken ortak bilgi kaynağının "HÜDEN" (yol gösterici) , "MÜNİR" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gerektiği beyan edilmektedir. Bu özelliklere haiz olan tek kitabın KUR'AN olduğu hepimizin malumu olup , Kur'ana alternatif olarak sunulan bilgi kaynaklarının böyle bir vasfa sahip olmadığı bilinmelidir. 

"Hüden" ve "Münir" olan bir Kitabı önlerine koyarak ortak bir düşünce içinde olmaya çalışanlara aynı Kitab şu yolu göstermektedir.

 [016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Ayet öncelikle "Rabbinin yoluna" diyerek çağrının nereye olması konusunda bilgi vermektedir. Devamında bu çağrının nasıl olması gerektiği beyan edilmektedir. "Onlarla" ifadesi ayetin nuzül bağlamı ve Muhammed (a.s) a olan çağrısı etrafında düşünülecek olursa , muhatap kişiler Müşrikler olup , ayetin bize dönük mesajını okuduğumuzda öncelikle bu ayetin kendi içimizde hayata pratize edilme gereği ortaya çıkmaktadır , çünkü bizler Dini başkalarına anlatmadan önce kendi içimizdeki yanlışları ortadan kaldırmak durumundayız. 

Nahl s. 125 . ayeti bizlere , karşımızdaki insana olması gereken davranışımız hakkında bilgi vermekte olup , bu ayet çerçevesi içinde yapılan bir bilgi alış verişi doğruya ulaşma noktasında kişilere yol göstericidir. 

[006.108]  Allah'tan başkasına dua edenlere  sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O, işlediklerini haber verir.

Enam s. 108. ayetinin bize dönük mesajını şu şekilde okumak mümkündür; Karşımızda tartıştığımız kişini öne çıkarmış olduğu , Kur'an dışındaki kişi , kitap veya düşünceye karşı aşağılayıcı , hakaret vari bir yaklaşım sergilememek zorundayız ki aradaki diyalog kopmasın, eğer böyle bir tutum içinde olursak karşınızdaki kişinin size de aynı tür bir yaklaşımda bulunmasına kapı aralamış olursunuz. 

Rabbimizin Musa ve Harun (a.s) lara Firavuna karşı nasıl bir dil kullanmaları gerektiğini beyan eden Taha s. 44. ayeti bizler için önemlidir. 

 [020.044] Varın da ona yumuşak söz (KAVLEN LEYYİNEN) söyleyin; olur ki, öğüt dinler, yahut korkar.

Karşımızdaki kişinin düşüncesi bizim için ne kadar korkunç ve yanlış olursa olsun bu kişiye sözün yumuşağı ile müdahele edip, ona doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri Hüden ve Münir olan kaynaktan aktarmak zorundayız. 

Karşımızdaki bizim düşüncemizi kabul etmedi ise ne yapabiliriz? . Bu sorunun cevabı yine Kur'an dadır. 

Bir çok ayette , Muhammed (a.s) a kendisinin "Beşir ve Nezir" (Müjdeleyici ve Korkutucu) olduğu, vazifesinin sadece kendisine vahy edilene çağırmak oldğu , kimse üzerine vekil kılınmadığı , kimseye zorlama yapamayacağı şeklindeki beyanlar bizlere bu konuda son noktayı nasıl koymak gerektiğini bildirmektedir. Abese suresi ilk ayetleri bu konuda bizlere güzel bir örnektir. 

Müslümanların her zaman kendi içlerindeki sorunları çözme metodları inandıklarını ddia ettikleri kitabın içinde olup , bazılarımızın bu Kitabı savunmak için, Kitap içindeki ayetleri göz ardı ederek diğerimizi tekfir ederek onu dışlama yoluna gitmiş olmaları doğru bir tutum değildir. 

Şu hiç bir zaman unutulmamalıdır ki , bu Dinin sahibi biz değil Allah (c.c) dir. Kimseye "İllaki biz gibi düşünceksin" şeklinde bir dayatma yapmaya asla hakkımız yoktur. Bizler ancak doğru bildiğimizi karşımıdakine anlatmakla yükümlüyüz ve gerisi o kişinin insiyatifine kalmıştır. 

Şu hiç bir zaman unutulmamalıdır ki , söylemlerimizde "en doğru ve hak benim dediklerim" şeklinde sözleri kullanmaktan kaçınmak gerekmektedir . Din hakkında söylediklerimiz bizlerin anladığı Din olup , ayetlerden verdiğimiz delil o ayetlerden çıkardığımız yorumlardır hata payı asla unutulmamalıdır. 

"Allah böyle diyor ben demiyorum" şeklindeki sözlerle ayetlerden delil getirmek doğru bir  metod değildir , şunu asla unutmayalım ki ayetlerden getirdiğimiz yorum bizim çıkarımlarımız olup söyleyebileceğimiz en doğru söz , "Benim bundan anladığım bu dur" şeklinde olmalıdır.

Sonuç olarak; Müslümanların kendi aralarındaki düşünsel sorunları çözmek için uymaları gereken kurallar yine Kur'an içindeki ayetlerde beyan edilmiştir. Bu ayetler bizleri değil Kafir veya Müşriklere dir demeden ayetlerin bize dönük mesajlarını okuyarak hayata pratize etmek zorunluluğumuz vardır. Karşımızdaki kişiye önce empati ile yaklaşarak , ona "Sapık" damgası ile yaklaşacak olursak aynı damgayı kendimizin de yemesi kaçınılmazdır. Yanlış olduğu düşünülen fikirler "HÜDEN ve MÜNİR" (Yol gösterici ve aydınlatıcı) olarak bilinen ortak bir kitap etrafında yapıldığı takdirde , amaç gerçeklerin ortaya çıkması ise bu amacın gerçekleşeceği muhakkak tır , amaç spor müsabakası şeklinde yapılırsa bu tür tartışmalar hakkı ortaya çıkarmak yerine nefsi tatmin aracı olmaktan öteye gitmeyecektir. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.