Örnekliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Örnekliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Yusuf Kıssasından Bir Devletin Takip Etmesi Gereken İktisadi Sistem Örnekliği

Kur'an, kıssa yollu anlatım üslubu ile geçmişte yaşamış bazı elçi ve kavimlerin başlarından geçenleri bizlere anlatarak, o anlatımlardaki mesajlardan ibretler almamızı istemektedir. İbret almak için okunan Kur'an kıssaları, geçmişlerin masalları olmaktan çıkarak, yaşanan hayatlara dair mesajları ihtiva etmiş olduğu bu şekilde anlaşılabilecektir.

Kur'an'ın Ahsen'el Kasas (Kıssaların en güzeli) olarak beyan ettiği Yusuf kıssasını okuduğumuz zaman, bu kıssa içindeki bazı ayetlerde Yusuf (a.s) tarafından uygulanan, bir devlet yöneticisinin takip etmesi gereken iktisadi sistemin örnekliklerini görmekteyiz. Bu iktisadi sistem ilk defa Yusuf  (a.s) tarafından uygulama alanına sokulmuş bir sistem değil, tüm zamanlarda geçerli olan evrensel bir iktisadi modeldir. 

Yusuf (a.s) zindanda iken ülkenin yöneticisi bir rüya görür ve bu rüyayı  Yusuf (a.s) şu şekilde yorumlar. 

[012.046]  (Zindana gidip:) «Yusuf, ey doğru (sözlü insan) .. Yedi besili ineği yedi zayıf (ineğin) yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (rüya) konusunda bize fetva ver. Umarım ki insanlara da (senin söylediklerinle) dönerim, belki onlar (bunun anlamını) öğrenmiş olurlar.»

[012.047] Dedi ki: «Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin, yediğinizin az bir kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın.»

[012.048]  Sonra bunun arkasından (kuraklığı) zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir.»

[012.049] Sonra bunun arkasından bir yıl gelecektir ki, insanlar onda bol bol yağmura kavuşturulacak ve onda sıkıp-sağacaklar.»

Yukarıdaki ayet meallerine baktığımızda, tüm zamanlar için geçerli olan ekonomik yönetim modelini görmekteyiz. Bu ekonomik modeli en kısa ve öz olarak özetleyecek olursak hepimizin bildiği fakat uygulama alanına sokmadığı bir atasözümüz akla gelmektedir.    

Sakla samanı gelir zamanı 

Bu atasözünün verdiği mesaj, iki kişilik bir aileyi yöneten için de, milyonlarca nüfusa sahip olan bir ülkeyi yöneten kişi için de geçerlidir. Buradaki asıl nokta gelir ve gider arasındaki dengenin korunmasıdır. Çünkü bir ülkenin iktisadında çıkışlar ve inişler olması değişmez bir yasa olup, tüm ülkeler için geçerlidir. Önemli olan bu çıkışları ve inişleri doğru yönetebilmektir.

Yusuf (a.s) bu evrensel ilkeyi bilmekte, bir ülkenin iktisadi yaşantısının inişli çıkışlı bir grafik izlediğini iyi bilmektedir. Yusuf (a.s) ülke ekonomisinin çıkışlı bir grafik izlediği zamanda Har vurup harman savurmak şeklinde gerçekleşen bir yönetim modeli yerine, Bollukta biriktirip darlıkta harcamak şeklinde bir yönetim modeli uygulamak sureti ile, ülkesinde baş gösteren kıtlığı şimdiki tabiri ile ekonomik krizi başarı ile yönetmiş, ülkesinin düze çıkmasını sağlamıştır. 

Yusuf (a.s) kıssası içinde anlatılan bu olayın biz sadece rüya yorumlamak kısmını okuyacak olursak, bize dair bir mesajı olduğu akla dahi gelmeyecektir. Bu olayın bize bakan asıl yönü rüya yorumundan ziyade, Yusuf (a.s) tarafından uygulanan iktisadi sistemdir ve bu sistem tüm zamanlarda geçerli olan ve tüm ülkelerin uygulaması gereken iktisadi bir sistemdir. 

Bu sistemi uygulamak yerine, Varlıkta har vurup harman savurmak, darlıkta ise borç bulmak peşinde koşmak şeklinde gerçekleşen bir iktisadi sistem uygulandığında bir ülkenin akıbeti ne olur?.

Bu sorunun cevabı, dünya tarihinde yaşanan bazı olaylara baktığımızda gayet kolay verilebilecektir. Lüks ve ihtişam içinde bir yaşam sürebilmek için devlet kasasını boşaltan ülkeler, başka ülkelerden borç almaya yönelmekte, fakirleşen ülkelere borç veren hiç bir ülke ise borcu babasının hayrına vermemekte, borç verdiği ülkeye karşı kendi menfaatine uygun yaptırımları sıralayarak, borç verdiği ülkeyi kölesi haline getirmektedir.

Ülkelerin helak olması, artık günümüzde gelir gider dengelerini denk tutamayan ülkeler için, ekonomik krize girmek şeklinde gerçekleşmekte, bu helak neticesinde ise, bir ülkenin ve halkının geleceği yıllarca ipotek altına alınmakta, ağır borç faizleri altında ülkeler ezilmektedir.

Borç yiyen kesesinden yer.

Bir ülke için asıl olan ekonomik yönden kendisine yetebilmesi ve güçlü olmasıdır. Güçlü ve kendisine yetebilen bir ekonomiye sahip olan ülkeler, başkalarından borç almaya yönelmeyecek, dolayısı ile borç aldığı ülkeler tarafından baskı altına da alınamayacaktır.

Yusuf (a.s) kıssasından alınacak mesajlardan bir tanesi de üretimin teşvik edilmesine yönelik bir iktisadi sistemin kurulmasını teşvik etmiş olduğudur. Kendi kendine yetebilen ve dışa bağımlı olmayan bir sistem ile yönetilen ülkelerin beka sorunu olmayacak, dış etkilerden zarar görme oranı en aza inecektir.

Ekonomisini dışa bağımlı olmaktan kurtaramamış olan ülkelerin, dış güçlerin kendilerine zarar vermeye çalıştığı yönündeki şikayetleri de sadece kendi hatalarını örtme, veya günü kurtarma  çabasından ileri gidemeyecektir. Çünkü yaşadığımız dünya bir kurtlar sofrası olup, bu sofrada güçlü olan, güçsüz olanı mutlaka yemeye çalışacaktır. Asıl olan şikayet etmek değil, kurtlar tarafından yenilmeyecek bir sisteme sahip olmaya çalışmak olmalıdır. Bunun yolu ise önce lüks ve israfın önüne geçmekle başlayacaktır.

Ülkemize baktığımızda ise üretimin değil tüketimin teşvik edildiği, ülkenin refah seviyesinin sanki, halkın bankalara ne kadar çok borçlu olması ile orantılı olması gerekiyormuşçasına, ülke halkı bankalara borçlanmaya teşvik edilmektedir. Bir aylık tatil için 12 ay faizli kredilerin alındığı, dini bir vecibenin ifası için dahi bankaların faizli kredi verme yarışına girdiği bir ülkenin geleceğinin aydınlık olduğunu söylemek, yalan söylemek veya hayal görmekten başka bir şey değildir.

Bir ülkenin ekonomik yönden helak olmasının önüne geçilmesi için, ülke halkına ve yönetimdekilere büyük görevler düşmektedir. Yönetim sahipleri, ülke kaynaklarını ölçülü biçimde yönetmek, lüks ve israftan kaçınmak, gelebilecek olan ekonomik krizin hasarsız bir biçimde atlatılabilmesi için gerekli önlemleri, halkın hoşuna gitmese dahi almak zorundadır. 

Yönetimdeki kişilerin israfı önleyici tedbirler almaları, iş başında gelecek seçimlerde de kalabilmeleri açısından bazı riskler oluşturduğu için, maalesef bu tür tedbirleri almak istememekte, hatta gelecek seçimlerde daha fazla oy almak için halkın hoşuna gidecek israf olarak görülebilecek bazı tavizler dahi verebilmektedir. Halkın hoşuna giden bu tavizler belki belirli bir süre için onları iktidarda tutmaya yarayabilir, fakat ilerisi için gelecek ekonomik felaketleri asla önleyemez.

Ülke yönetiminde olanların ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma hesapları yaparak, ülke kaynaklarını feda etmesi yerine, ülkenin geleceği için faydalı olacak önlemler almaya çalışmaları, halkın hoşuna gitmese dahi, ülkenin geleceği için aydınlık günlerin gelmesine vesile olacak, onların tarih önünde saygı ile anılmalarını sağlayacaktır. Ülkelerini iktidarda daha fazla kalabilmek uğruna felakete sürüklemiş olan yöneticilerin tarihte nasıl anıldığı ise herkesçe bilinmektedir. 

30 Ekim 2017 Pazartesi

Talut Kıssasından Kavli ve Fiili Duanın Ayrılmaz Oluşunun Örnekliği

Kendisine bazı isteklerini kabul etmesi için dua eden kullarının duasına icabet edeceğini vaat eden (Bakara s. 186) Allah (c.c), kendisine yapılan duanın kabul edilmesini bazı şartlara bağlamıştır. Bu şartların ne olduğu ise bizlere yaşanmış kıssalar ile öğretilmektedir. Bakara s. içinde geçen Talut kıssası bizlere kabule şayan bir duanın nasıl yapılması gerektiğini öğreten bir kıssa olarak, biz Müslümanların hayatlarında yer almasını beklemektedir.

[002.216]  Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı) . Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.

Savaş, bir dünya gerçeği olarak kıyamete kadar yerini koruyacak olup, bu gerçekliğin biz Müslümanların hayatına hangi şartlarda girebileceği, Talut kıssasında anlatılmaktadır.  

Talut kıssasını okuduğumuz zaman, evlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmak sureti ile sıkıntıya düşen toplumların, bu sıkıntılarından nasıl kurtulabilecekleri yaşanmış örnek olarak görmekteyiz. Kıssayı okumaya başlayacağımız ayet, Bakara s. 243. ayetidir.

[002.243] Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara «Ölün!» dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez.
[002.244]  Allah yolunda savaşın; bilin ki Allah işitir ve bilir.

Bakara s. 243. ve 244. ayetleri, bazı nedenler yüzünden yurtlarından çıkarılan yani bir nevi öldürülen toplumların, yurtlarına nasıl geri döneceklerini yani nasıl dirileceklerini anlatmakta, ilerleyen ayetlerde ise 243. ve 244. ayetlerin hayata yansımasını İsrailoğulları örneğinde göstermektedir. 

[002.246]  Musa'dan sonra İsrailoğullarının önde gelenlerini görmedin mi? Hani, nebilerinden birine: «Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım» demişlerdi, O: «Ya üzerinize savaş yazıldığı halde, savaşmayacak olursanız?» demişti. «Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan (uzaklaştırıldık.) « demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı (öngörüldüğü) zaman, az bir kısmı dışında (çoğunluğu) yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.

Bakara s. 246. ayetinden, evlerinden ve yurtlarından çıkarılmış olan İsrailoğullarının, evlerini ve yurtlarını geri alabilmelerinin yolunun savaşmak sureti ile olduğunun bilincinde oldukları anlaşılmaktadır. Bu toplumun böyle bir bilinç içinde olması, aslında bizlere çok şey anlatmaktadır. Yatarak dua etmenin hiç bir şeyi düzeltmeyeceğini bilen bir toplum, her sıkıntının üstesinden gelebilecek gücü de bulmakta zorluk çekmeyecektir.

Ancak savaş can ve mal kaybına yol açan bir yol olduğu için, bir kısım insan iş ciddiye binince geri kalmak isteyecektir. İsrailoğullarının nebisi, onlardan gelebilecek olan bu hataya dikkat çekerek zımnen onlara, "İş ciddiye binince yan çizmeyin" ikazı yapmaktadır. İnsan yapı itibarı ile zorluklara karşı zayıf bir tabiata sahip olup, aynı zayıflık Medine de kafirlere karşı savaş izni isteyen, sabırsızlıkla bekledikleri izin ayeti geldiği zaman yığılıp kalan Müslümanlar içinde geçerlidir (Muhammed s. 20).

[002.247] Nebileri onlara dedi ki: İşte Allah hükümdar olarak size Talut'u gönderdi. Onlar: Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona malca bolluk da verilmemişken nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olabilir? dediler. (Nebileri de dedi ki: Allah onu sizin üstünüzde beğenip seçmiştir. O'na bilgice ve vücutça da bir üstünlük vermiştir. Şüphesiz ki Allah; mülkünü dilediğine verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.

İsrailoğullarının nebilerinden istediği kumandan gelmiş, fakat gelen kumandan İsrailoğullarının kriterlerine uygun olmadığı için ona karşı çıkılmaktadır. Nebileri ise onların bu tutumlarına itiraz ederek, gelen komutanın Allah (c.c) tarafından seçilmiş olduğuna dikkat çekerek, gelen kumandanı kabullenmeleri gerektiğini söylemektedir.

[002.248] Nebileri onlara, «Onun hükümdarlığının alameti, size sandığın gelmesidir, onda Rabbinizden gelen gönül rahatlığı ve Musa ailesinin ve Harun ailesinin bıraktıklarından kalanlar var; onu melekler taşır, eğer inanmışsanız bunda sizin için delil vardır» dedi.

Bu ayet ise İsrailoğullarına gönderilen kumandanın türedi bir kimse olmadığı, Allah (c.c) katından tescilli bir kimse olduğunu göstermektedir. Meleklerin taşıdığı tabutun ne olduğu konusunda tefsir kitaplarından bir takım bilgiler bulunup, bize lazım olan tarafı, Talut'un gönderilmesinin ilahi bir yönü olduğudur. Tefsirlerde bu kişinin Nebi olduğuna dair görüşler olup, Talut'un nebi olması görüşleri bizce de makuldür.

[002.249] Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, «Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna şüphesiz bendendir» dedi. Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince, «Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok» dediler. Kendilerinin Allah'a kavuşacağını bilenler ise: «Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir» dediler.

Talut, komutası altındaki ordunun kendisine olan bağlılığını ölçmek amacı ile onları bir imtihana tabi tutar ve bu imtihanı ordunun büyük bir kısmı kaybeder. Komutana itaat etmek bir ordunun galibiyete ulaşması için olmazsa olmazlardan olup, başlarındaki komutanın emrine tabi olmak bir ordunun başarısı için şarttır. Calut'un ordusunun büyüklüğü karşısında ümitsizliğe düşen ordunun nehirden su içen itaatsiz askerlerine karşılık, nehirden su içmeyen itaatkar askerlerinin söylediği söz, dikkate değerdir. 

[002.250] Calut ve ordusuna karşı çıktıklarında, «Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı artır, inkar eden kavme karşı bize yardım et» dediler.
[002.251] Onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar; Davud Calut'u öldürdü, Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah alemlere lütufkardır.

Talut ordusundaki askerlerin yaptığı dua, işte kavli duanın fiili dua ile birlikte yapılması gerektiğinin yaşanmış bir örneğidir. Kıssaların çok yönlü mesajları ihtiva ettiklerini dikkate aldığımızda, Talut kıssasından öğrenebileceğimiz mesajlardan bir tanesi ise, duanın kabul olmasının nasıl bir şarta bağlı olduğudur. 

Genel olarak biz Müslümanların hayatında Kavli Dua deyimi hakim olmakta, duanın asıl önemlisi olan Fiili Dua kısmı terk edilmek sureti ile, Allah (c.c) den yardım istenilmektedir. Kur'an'a baktığımızda ise Allah (c.c) nin üzerine vazife olarak gördüğü (Rum s 47) iman edenlere ve elçilere yardımın yerine gelmesinin fiili dua yani çalışmak ve gayret etmek ile olduğu görülecektir.

Talut ordusundaki askerlerin yaptığı kavli duaya baktığımızda, öncelikle fiili duanın yapıldığı yani ordu oluşturmak sureti ile savaşa çıkıldığı görülmektedir. Bu durum bize Allah'tan nasıl yardım istenilmesi gerektiğini, Allah'ın kullarına yardımının nasıl gerçekleştiğini göstermektedir.

Talut kıssasında anlatılan durumun benzerleri biz Müslümanların hayatında yaşanmakta, bizler ise  Talut ordusundaki askerlerin ettiği "Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı artır, inkar eden kavme karşı bize yardım et" duasını sadece kavlen yaparak öncelikle yapılması gereken fiili duanın gereklerini yerine getirmekte maalesef isteksiz davranarak, Allah'ın yardım şartına aykırı hareketlerde bulunmak sureti ile yardıma hak kazanamamaktayız.

Talut kıssasına bakıldığında öncelikle savaş için ordu oluşturulmuş, yani fiili dua gerçekleştirilmiş, onun sonrasında ise savaş öncesi Allah'tan yardım talebinde bulunulmuş ve Calut ordusuna karşı zafer elde edilmiştir. Kıssayı daha genelleştirecek olursak, eğer hasta isek önce hastalığın tedavisi için gayret edilmesi, eğer ticari hayatımızda bir takım aksaklıklar var ise o aksaklıkları düzeltmek için gayret edilmesi, hasılı her ne sorunumuz var ise o sorunun hal edilmesi için gerekli gayretin gösterilmesi ve Allah'tan bu şekilde yardım talebinde bulunulması bizlere öğretilmektedir.


Bakara s. 251. ayetindeki "Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu" cümlesi, yeryüzünü fesada  boğanlara karşı koymak görevinin yine insanlara verildiğini bildirmektedir. Fakat biz Müslümanlar bu görevi Allah'a yükleyerek bizim yerimize onun gökten melekler indirerek onun savaşmasını istemekteyiz. 

Eğer bizler yeryüzündeki fesattan şikayetçi isek, en az fesatçılar kadar kuvvetli olmak, ve onların fesadını ortadan kaldırmak için gerekli olanı yapmak zorunda olduğumuz unutulmamalıdır.

Sonuç olarak; Kavli ve fiili dua, et ile tırnak misali birbirinden ayrılmaz bir bütün olup, biz Müslümanların hayatında ağırlıklı olarak kavli dua kısmı tercih edilmektedir. Fiili duanın geri plana atılarak sadece kavli duanın öne çıkması, Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesini belirli yasalara bağlaması nedeniyle kabul olmamakta, açılan eller maalesef boş olarak geri dönmektedir.

Kur'an'ın kıssa yollu anlatımlar ile verdiği mesajlardan bir tanesi de, Allah'ın kullarına yardım etmesinin şartlarının nasıl yerine geleceğidir. Talut kıssası belirli bir zaman ve mekanda yaşamış olan bir toplumun başından geçenleri anlatan bir masal olarak değil, sıkıntıya düşüldüğünde Allah'ın yardımına nail olmanın nasıl gerçekleşeceğini öğreten canlı bir ibret vesikası olarak okunduğunda, nerede hata yaptığımız daha net anlaşılacak, hataların telafi edilmesinin yolu aranacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

19 Nisan 2016 Salı

Kehf ve Rakım Ashabı Kıssasından Şirk'e Karşı Duruş Örnekliği

Kur'an kıssaları geçmiş hayatlardan kesitler sunarak , bu hayatlardaki iyi ve kötü örnekler üzerinden bizlere mesajlar içeren bilgiler ihtiva etmektedir. Kehf ve Rakım ashabı kıssası , bu örneklerin sunulduğu bir kıssa olarak karşımızda durmaktadır. Yaşamın gayesi olan tek ilaha kulluk esasına dayanan bir hayat sürmek hem kişisel , hem de toplumsal bazda bizden istenilmesine karşılık , bu yolda engeller çıkarak, şirk temeline dayalı düşünce ve sistemler insanları esir almak istemektedirler.

Kur'anda "Kehf ve Rakım ashabı" adı ile anılan topluluk, tek ilaha kulluk esasına dayanan bir hayat tercih etmelerine rağmen, yaşadıkları toplum bu esası ret ederek, başka ilahlara kulluk esasına dayanan sistemleri tercih etmişlerdir. İşte bu noktada ayrışım meydana gelerek, şirke dayalı düşünce ve sistemi ret eden gençler o toplumdan kendilerini tecrit etmeyi tercih etmişlerdir.

[018.014] Kalplerini pekiştirmiştik. Hani, ayağa kalkıp şöyle demişlerdi; «Bizim Rabb'imiz, göklerin ve yerin Rabb'idir; O'ndan başkasına yalvarmayız, yoksa saçmalamış oluruz.»
[018.015]  «Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan düzüp-uydurandan daha zalim kimdir?
[018.016]  Madem ki, onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından uzaklaşmayı tercih ettiniz, o halde mağaraya çekilin ki, sizin için Rabbiniz rahmetini yaysın ve size işinizden bir kolaylık hazırlasın.»

Yukarıdaki 3 ayet , Kehf ve Rakım ashabının yaşadıkları toplumun inanç yapısını ifade etmektedir. Kavimleri ,  Allah (c.c) nin hüküm koyma alanına başkalarını dahil ederek , onun dışında rab ve ilahlar edinmişler , ve böylelikle "Müşrik" konumuna düşmüşlerdir. Böyle bir konuma düşen kavimleri ile birlikte yaşamak istemeyen gençler , o toplumu terk ederek onlardan kopmayı tercih etmişlerdir.

"Kehf ve Rakım ashabı" adı ile anılan gençlerin yapmış olduğu bu ayrılma , iman edenlerin müşrik kavme karşı nasıl bir duruş sergilenmesi noktasında, örnek bir duruş olarak karşımızdadır. 

Dikkat edilirse bu gençler, yaşadıkları toplumun yerleşik düzenlerini değiştirebilecek bir güce sahip olmadıkları için böyle bir yolu seçmişlerdir. Şirk içinde yaşayan bir toplum içinde eriyip gitmektense o toplumdan hicret edebilmek, tabiri caizse her babayiğidin harcı değildir.

Bu gençlerin , hicret etmek zorunda kaldıkları toplumda mutlaka, bir çok insanın terk etmekte zorlanacakları makam , mevki , mal ve akrabaları bulunmaktadır. Şirk içindeki bir toplumda yaşamaktansa, o toplumu ve her şeylerini terk etmeyi seçmek, kişinin kulluk yolunda yapabileceği büyük bir fedakarlıklardan birisidir. 

Onların bu fedakarlığı, başta Muhammed (a.s) olmak üzere , diğer Mekkeli Müslümanlara örnek olmuş, ve onlar müşrik toplum içinde yaşamak yerine, her şeylerini terk ederek Medineye hicret etmişlerdir. 

Bu kıssanın nasıl okunması gerektiği yönündeki örnekliği, Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlarda görmekteyiz. Kendisine inen bu kıssayı ashabına masal tadında okuMAyan Muhammed (a.s) , bu kıssadan alınabilecek olan hisseyi öne çıkaran bir okuma gerçekleştirerek , bu okumayı yaşamına pratize etmiş ve her şeyini terk ederek Mekkeden hicret etmiştir. 

Bu kıssadan bize düşen hisse ne olabilir ?. 

Bizler eğer , Kehf ve Rakım ashabının yaşamış olduğu toplumun şirke dayalı inanç değerlerinin bir benzerinin yaşandığı bir toplum içinde yaşıyor ,ve bu toplumun şirke dayalı inanç değerlerini değiştirebilecek bir güce sahip değilsek , o topluma entegre olmak yerine, kendimizi o toplumun inanç değerlerinden arınmış bir hale getirmek zorundayız.

İbrahim (a.s) ve onunla birlikte olanların tutumlarının bizlere anlatıldığı, Mümtehine s. 4 ayeti bu noktada hatırlanması gereken önemli bir ayettir.

[060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.

Kendisine "Ben Müslümanlardanım" diyerek , bu sözünün gereği olan şeyleri hayat içinde pratikte yerine getirmeyen bir kişi , zaman içinde bu sözünü sadece lafza indirgeyerek , hayat içinde pratik olarak başka ilah ve rablere tabi olan toplumun değerlerine sahip çıkmaya başlayacaktır. 

Her inanç sistemi, beraberinde bireysel ve toplumsal yaşama dair bir takım kuralları vaz eden değerlere sahip olup , bu değerlerini toplumsal alanda yaşar ve yaşatırlar. Toplumun genel geçer yaşam düzenlerini ret ederek farklı yaşam sistemi tercih edenler , o toplum tarafından kabul görmezler. Bu durum bütün inanç sistemleri için aynıdır.

[018.020]  «Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.»

Kehf s. 20. ayeti ,uzun uykularından uyanan gençlerin bu kaygılarını dile getirmektedir. Kur'anın başka ayetlerinde , kendi yaşam sistemlerini kabul etmeyenlere karşı takınılan tutumların örneklerini görmekteyiz. 

[014.013-4] Kâfirler resullerine dediler ki: «Ya sizi yurdumuzdan kovarız, yahut bizim dinimize dönersiniz.» Rab’leri de onlara şöyle vahyetti: «Elbette Biz o zalimleri imha edeceğiz ve onlardan sonra o ülkeye sizi yerleştireceğiz. İşte bu, huzuruma çıkmaktan ve uyardığım azaptan çekinenler içindir.»
[007.088] Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: «Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz» (Şuayb): İstemesek de mi? dedi.

Müşrik kavimlerinden bu tür tehditlere maruz kalan iman edenlerin , müşrik kavimleri ile kesin bir ayrışma  içine girerek , onların dinlerini ret eden bir yaşam tercihinde bulunduklarına dikkat çekmek isteriz.

Aynı tehdit Muhammed (a.s) içinde geçerli olmuş , ve Allah (c.c) müşriklerin bu tehditlerine hiç bir zaman boyun eğmemesini bir çok kez hatırlatmıştır.

[068.008-9] Bundan böyle, yalanlayanlara itaat etme;Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.

Kalem s. 8 ve 9. ayetlerinde , müşriklerden gelecek olan uzlaşma tekliflerinin, kesinlikle ret edilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Dün ret edilen bu tür uzlaşma teklifleri , bugün maalesef Müslümanlar tarafından kabul gören bir duruma geçilmiştir.

Kişisel bazda yasaklanan bazı hakların bir kısmının geri verilmiş olması , toplumun tabi olduğu sistemin kurallarının Allah (c.c) nin dışındakilerden alındığını unutturarak, Müslümanları atalet içine sokmuş , ve iman etmenin bir gereği olan ayrışmayı bir kenara bırakarak sistem ile içli dışlı olan bir hale sokmuştur.

Eğer iman iddiasında isek , bize anlatılan kıssalardaki yaşam örnekleri, bizlerin nasıl bir hayat sürmemiz gerektiğini öğütleyen ibret vesikaları olarak hayatımızda yer almalıdır. Kıssalar eğer, geçmiş hakiki yaşam örnekleri olarak bizim hayatımızı yönlendiren vesikalar olmaz ise , ancak geçmiştekilerin masalları olarak anlatılardan ibaret kalacaktır. 

Hayatın anlamı tek ilaha kulluk ise ki öyledir , geçmiştekilerin canlarını ve mallarını terk ederek , bu uğurda mücadele etmelerinin anlatılmış olmasının bizler için mutlaka bir şeyler ifade etmesi gerekmektedir. 

"Dün öyleymiş ama bugün artık öyle değil" kabilinden itirazlar veya bahaneler , bizlerin Allah (c.c) ye karşı olan sorumluluğunu asla yok etmeyecektir. Kıssa yolu ile anlatılanlar "İsterseniz böyle yapabilirsiniz" kabilinden anlatımlar değil , "Eğer iman iddiasında iseniz rol model olarak almanız gereken insanlar bunlardır" kabilinden anlatımlardır.

Kehf ve Rakım ashabının terk ettiği mal , servet , mevki türünden dünya hayatının geçici metaı olanlar, şirke karşı bir duruş sergilemek adına terk edilemiyorsa ,  terk edemediğimiz o mallar, yarın hesap gününde bizim ateşimizi azdıran yakıtlar olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

[009.024]  De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

En sevdiğini imanı yolunda terk ederek ondan ayrılma örneği veren atamız İbrahim (a.s) ı da burada anmak yerinde olacaktır. Babasını ve kavmini defalarca imana davet eden , ve bu davetine olumlu cevap alamayan İbrahim (a.s) , neticede onlardan ayrılarak imanının gereğini yerine getirme örneğini bizlere taşımıştır. 

[019.048] «İşte sizi de, sizin Allah’tan başka ibadet ve dua ettiğiniz tanrılarınızı da terkediyorum. Rabbime niyaz edip yalvarıyorum. Rabbime niyaz etmem sayesinde mahrum ve perişan olmayacağımı umuyorum.
[019.049] Böylelikle, onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrılınca ona İshak'ı ve (oğlu) Yakub'u armağan ettik ve her birini peygamber kıldık.

Şurası asla unutulmamalıdır ki ; İmanımızın gereği olan Tevhidi duruşu hayatımızın her anında göstermekten bazı dünyevi nedenlerden imtina ettiğimizde , şirk ve ondan türeyen yaşam tarzları, artık bizleri için içselleştirilmeye başlanan bir hayat tarzı haline gelecektir.

Sonuç olarak ; Kehf ve Rakım ashabı kıssasının , mesajlarından olan ve en önemli mesajı olduğunu düşündüğümüz şirke karşı Müslüman duruşunun geçmişteki yaşanmış örneğinin anlatıldığı ayetlerdeki duruş örneği , aynı şartları yaşayan bir toplumda olduğumuzda, bizler için de yapılması gereken bir davranışı öğretmektedir. Allah (c.c) ye kulluk yolunda terk etmekte zorlandığımız ne varsa , yarın kıyamet gününde bize ateş azabı olarak geri dönecektir. 

Kur'anda anlatılan bu itizal (ayrılma) örnekleri , bizlerin yapması gerekenin , bizden öncekiler tarafından yapılmışlığını göstererek , bu yolda yalnız olmadığımızı , bizden önce bu yolun uygulandığını göstererek, bizi bir nevi motivasyona yönelik anlatımlardır. 

[011.120]  Resullere ait haberlerden kalbini yatıştıracak olanlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

31 Mayıs 2015 Pazar

Sisteme Karşı Müslüman Duruşu ve Nebilerin Örnekliği

Allah (c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanlara , bu kulluğun nasıl olması gerektiği bilgisini öğreten bir çok "Nebi Resul" göndermiştir. Bu Nebi Resuller, içlerinde bulundukları kavimlerinin Allah (c.c) dışında kulluk ettiklerine karşı amansız bir mücadele içine girerek, var güçleri ile sadece tek İlahın hakimiyetini tesis etmek için mücadele etmişlerdir.

Bu mücadele içinde öne çıkan ortak nokta , müşrik kavimleri ile en küçük bir tavize bile yanaşmamaları olan bu Nebileri takip iddiasında olan bazılarımızın, bu gün içinde bulunduğumuz sisteme karşı bir takım tavizkar tutum sergiliyor olmaları ,Nebi Resullerin yoluna yapılan bir ihanet olarak karşımızda durmaktadır. Bu ihanet, son yıllarda Türkiye de A.K.P adlı siyasi partinin iktidar olması ile daha bariz bir biçimde ortaya çıkmış ve bu ihanetin başını çekenlerinde, A.K.P iktidarı öncesi Türkiye deki mevcut sistemi "Tağut" olarak niteleyen bazı alim ve yazarlar kadrolarından  olması bizi derinden yaralamaktadır. 

Ne oldu da dün içinde yaşadığımız sisteme karşı çıkanlar, bu gün bu sisteme karşı daha yumuşakve tavizkar bir bakış açısı içine girdiler ?.

Bilindiği üzere A.K.P iktidarından önceki iktidar tarafından Müslüman kesime uygulanan baskılar sonucu , inancının gereği olarak başını örten bir bayan "Kamusal Alan" olarak tabir edilen bazı yerlere alınmamaktaydı, buna benzer zulümler Müslümanları içinde yaşadıkları sistemi sorgulamaya itmiş ve sistemin değişmesi konusunda bir fikir birliği içine girilmişti. 

A.K.P adlı siyasi partinin iktidara gelmesi ile, Müslümanların yaşamında bir takım iyileştirilmeler yapılmış olması bir kısım Müslümanı atalete sürüklemiş ve sistemin sorgulanması bir kenara bırakılarak bu sistemin devam etmesi gerektiği düşüncesi ortaya atılmış ve özellikle kendisini Kur'ana nisbet ederek, düşüncelerinin kaynağını Kur'andan aldığını iddia eden bir kısım alim ve yazar kadrosu tarafından hararetle savunulmaya başlanmıştır. 

A.K.P sempatizanları içinde dün mücahit olan , fakat bu gün müteahhit olan bazı eski İslamcıların, makam ve servet sahibi olmuş olmaları, sisteme bakışımızın değişmesinde rol oynayan etkenlerin başında gelmektedir. Mevcut iktidar sayesinde makam ve mevki sahibi olanların, iktidarın değişmesinde neticesinde bu gibi imkanlardan mahrum kalma korkusu ile mevcut iktidarın desteklenmesi gerektiği düşüncesini İslami söylem kullanarak savunmaları esas kaygının servet ve makamların elden gitme korkusu olduğunu göstermektedir. 

Mevcut iktidar sahiplerinin bu gün yapmış oldukları israf derecesindeki bazı icraatları , belki de kendilerini İslami bir söylem ile halka lanse etmeyenlerin dahi yapmayacağını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu israf icraatlarının bir başka iktidar tarafından yapıldığı takdirde yanlış olduğunu söyleyecek olanların , bu israfları kendi partileri yaptığı için bırakın eleştirmeyi , desteklediğini görmüş olmamız olayın vehametinin nasıl bir boyutta olduğunu göstermektedir.

Bu gün sistemin savulmasına sebeb olan mevcut iktidarın yapmış olduğu bir takım iyileştirmeleri göz önünde bulundurarak bu partinin iktidarının devam etmesi gerektiğini düşüncesine sahip olanların başta gelen argümanlarından bir tanesi , başka bir partinin iktidara gelmesi ile sahip olduğumuz mevcut iyileştirmelerin geri alınacağı ve eski baskı ve zulüm günlerinin geri geleceği iddiasıdır. 

Yazımızda muhatap almaya çalıştığımız kişilerin, olaya sadece sosyal ve ekonomik yönden bakarak Türkiyenin mevcut siyasi parti iktidarı ile daha müreffeh bir hale geldiği düşüncesine sahip olanlar değil, hayatlarında Kur'anı örnek alarak ona göre bir hayat yaşama iddiasında olanlar olduğunu hatırlatmak isteriz. Cumhurbaşkanı veya Başbakanı bazı dini değerleri kullanarak öven bir takım meczuplar, bu yazının kapsamına alınmaya dahi değmeyecek kadar alçak bir seviyede oldukları için onlar muhatap alınmaya değer görülmemiştir.

Müslüman olarak Kur'anı hayatlarında belirleyici kılmak iddiasında olanlar için yaşadığımız sisteme karşı nasıl bir tavır içinde olmamız gerektiği bu Kitabın içinde YAŞANMIŞ ÖRNEKLER ile beyan edilmektedir.

 Kur'anda zikri geçen Elçilerin mücadelelerinin bizlere anlatılma sebebi, bizlere örnek olması ve aynı durumda olduğumuz zamanlarda takip etmemiz gereken yolun nasıl olması gerektiğine dair olup , kıssa şeklindeki bu anlatımların masal veya mitoloji şeklinde okunması bu mücadeleyi anlamayı zorlaştıracaktır. 

Nuh (a.s) örneğine baktığımızda 950 sene kavminin içinde kalmış olmasına rağmen ona iman edenlerin sayısı , etmeyenlere göre kıyas edilmeyecek kadar az olduğunu, kavminin helak edilmeye müstehak olmasından anlamaktayız. Nuh (a.s) şayet müşrik kavmi ile karşılıklı br tavizleşmeye Kur'an tabiri ile "Müdahene" ye girmiş olsaydı belkide ona iman edenlerin sayısında artış olacaktı. 

Nuh (a.s) tebliğini sayısal çoğunluk üzerine değil Allah (c.c) den başkasını İlah olarak tanımama esasına kurduğu için kimse ile tavizleşmeye girmek durumuna düşmemiş ve kriterlerini Allah (c.c) nin belirlediği bir sistemin savunuculuğunu ve tebliğini yapmıştır. 

İbrahim (a.s) a kavmi içinde sadece Lut (a.s) iman etmiş olması dikkate değer bir durumdur. İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı tavizkar bir şekilde duruş sergilemiş olsa idi ateşe atılmasına gerek bile duyulmayacak ve kavmi ile gül gibi geçinip gideceklerdi. İbrahim (a.s) ın kavmini onu ateşe atmaya yeltenecek şekilde kızdıran duruşunun sebebi neydi ? , neden canı pahasına böyle bir mücadele içine girişti ?. 

Son Elçi Muhammed (a.s)  Elçi atalarının yolunu takip etmiş ve Mekkelilerin "Müdahene" taleplerini geri çevirmiştir. Mekke de nazil olan ilk surelere baktığımızda ona önerilen mücadele metodunun öne çıkan en önemli noktası kimse ile karşılıklı bir tavizleşmeye gidilmeme emridir (Kalem s. 9. Ayet ). 

Nuh , İbrahim , Muhammed ve diğer bütün Nebilerin selam onlara olsun , kavimlerinden bir çok baskı ve zulüm görmüş olmaları , bizlerin baskı ve zulüm görmemek için mevcut iktidarın devam etmesi gerektiği iddiasının ne kadar Kur'anla örtüştüğünü !! göstermektedir.

Bizlere ne oluyor da hem Kur'anı öncellediğimizi iddia ediyor , hem de o Kitap içinde bizden önceki Elçi atalarımızın yoluna ihanet ederek sistemi yönetenlerin sadece eşlerinin başörtülü veya namazlı abdestli olmalarını dikkate alarak bu sistemin artık savunulması gerektiğini iddia edebiliyoruz?. 

Müslümanın kriteri bu mu olmalıdır ?. 

Müslüman duruşu, sistemin kurucusunun kabrinde veya heykelinin önünde duran başka bir partinin lideri veya mensubu olduğunda onun yaptığına tereddüt etmeden "Şirk" diyebilen fakat bu eylemi bizim partinin !!!! lideri yaptığında "Gönlünüzün kıblesi şaşmasın" diyebilecek kadar yamulmak mı olmalıdır ?.  

 Müslümanın kriteri , kendisine verilen "Elma Şekeri" mesabesinde olan bir takım iyileştirmeler karşısında atalete düşmemek , Nebilerin örnekliğinde bir yol takip ederek 950 yıl dahi sürse , yanında kimse olmasa dahi doğru bildiğini bıkmadan , yılmadan , korkmadan savunmak olmalıdır. 

Aksi takdirde Nebilerin yapmış oldukları ve bizlere Kur'anda anlatılan amellerini haşa "Aptallık" olarak görmek gibi bir yanlışa düşmüş oluruz. Şayet esas olan verilen ile yetinmek olmuş olsa idi , onların ve onlarla beraber olanların yaptıkları mücadeleler boşa yapılmış bir mücadele olmuş olurdu. 

Bu gün "Tağut" denildiği zaman aklımıza sadece belli bir gurup Müslümanın sahiplendiği bir kavram aklımıza gelmektedir. Özellikle kendisini "Selefi" olarak niteleyenlerin gündeme taşıdıkları bu kavram, Kur'anın anahtar kavramlarından bir tanesidir. Kur'anı Tevhid merkezli bir okumaya tabi tuttuğumuzda ki bu okuma tarih boyunca gelen Elçilerin yolunu anlamada önemli bir okuma metodudur , bu kavram etrafında düşünülmesi gereken bir çok mesele gündeme gelecektir. Bu kavramı birilerinin gündem etmiş olması kendisini Kur'an nisbet edenlerin geri durmasını gerektirmez , aksine daha sıkı sarılmasını gerektirir.  

Türkiye geneline baktığımızda son yıllarda "Alim" olarak niteleyebileceğimiz bazı kişilerin Kur'anı gündeme alanlarına baktığımız zaman bir kısım Alimin sisteme itiraz konusunda herhangi bir söylem üretmek şöyle dursun , etrafındakilere sistemi desteklemek konusunda fikirler empoze ettiğini görmekteyiz. Toplumun önünde olan bu kişiler sorumluluk yüklenme bakımından avamdan farklı bir durumda olup etrafındakileri okudukları ve tefsir dersleri yaptıkları Kitap doğrultusunda uyarmaları gerekmektedir. Aksi takdirde İsrailoğulları alimlerinden bir farkları olmayıp yapılan kötülüklere ortak olmak durumunda kalacaklardır.

 Sonuç olarak ; Müslüman ve kendisini Kur'anın belirlediği bir Din anlayışına sahip olanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin adının , her ne kadar başında "Muhafazakar" kimlikli insanların olmuş olması onun "Tağuti" bir sistem olduğu noktasında hemfikir olmamızı gerektirir. Sistem konusunda hemfikir olmadığımız müddetçe içinde bulunduğumuz düşünce ayrılıkları en aza inmeyecektir. Kulluk görevimiz şayet sadece Allaha olması gerektiği bilincinde isek , Allahın yaratmış olduğu kulların vaaz ettiği sistemleri desteklemeye İslami kılıf uydurmaya çalışmaktan vaz geçip en azından kalbimizle buğz etmek gibi bir eylem içinde olmamız gerekmektedir. Aynı Kitabı okuyarak daha Kitabın bize nasıl bir yol önerdiği noktasında hem fikir olamamamız , bizim Kur'an okumalarında henüz kayda değer bir yol alamadığımızın göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Tağutları destekleyen , veya onlara herhangi bir sözü olmayan bir Kitap olarak okunan Kur'an, ancak entellektüel bir muhabbet aracı olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

26 Ocak 2015 Pazartesi

Allah (c.c) den Ümit Kesmemenin İbrahim ve Zekeriyya (a.s) lar Üzerinden Örnekliği

Allah (c.c) , kendisinin her şeye güç yetiren olduğunu , kendisine dua edildiğinde ona icabet edeceğini , Kur'anın bir çok Ayetinde beyan etmiştir. Bu beyanını, sadece iddia boyutunda kalmayarak ispatlamıştır. Bu sebebten ötürü kullarına kendisinden hiç bir zaman ümit kesmemesini ve ona dua etmekten geri durmamasını öğütleyen Rabbimiz , ondan ümit kesmeyi ve ondan başkalarından istemeyi dalalet olarak haber vermiştir. 

Kur'an kıssalarının sadece yaşandığı zaman ve mekana hapsedilmeden bize dönük mesajlar olarak okunması gerektiğini , kıssalar ile ilgili yazılarımızda hatırlatmaktayız. Bizler için imkansız olarak düşündüğümüz bir şeyin Allah (c.c) içinde aynı şekilde imkansız olmadığının açık seçik gösterilmesi, kıssa yollu anlatımlar üzerinden yapılarak iddianın ispatı da yapılmıştır.

[042.028] Umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren, rahmetini yayan O'dur. O, övülmeğe layık olan dosttur.
[039.053]  De ki: «Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.»

[002.186]  Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.

İbrahim ve Zekeriyya (a.s) ların ortak yönleri ikisininde ileri yaşa gelmelerine rağmen çocuk sahibi olamamış olmalarıdır. Onların bu durumları şöyle anlatılmaktadır. 

 
[037.100-1]  «Rabbim! Bana sâlihlerden (bir çocuk) ihsan buyur.» Biz de onu pek yumuşak tâbiatli bir oğul ile müjdeledik.

İbrahim (a.s) ın Saffat s. Ayetlerinde bu şekilde dile getirdiği isteği , "İbrahim'in Misafirleri" nin anlatıldığı Hud , Hicr , Zariyat surelerinde gerçekleşme haberi şu şekilde verilmektedir. 

 [011.069] And olsun ki, elçilerimiz müjde ile İbrahim'e geldiler. «Selam sana» dediler, «Size de selam» dedi, hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.
 [011.070]  Ona ellerini uzatmadıklarını görünce kendilerini yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku duydu. Onlar: «Korkma, zira biz Lut kavmine gönderildik!» dediler.
 [011.071]  Bu arada, İbrahim'in ayakta duran karısı gülünce, «Ona İshak'ı ardından Yakub'u müjdeleriz» dediler.
 [011.072]  «Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu şaşılacak bir şey» dedi.
 [011.073] Dediler ki: Allah'ın emrine şaşıyor musun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur.

 [015.051]  Onlara İbrahim'in konuklarını da anlat:
 
[015.052] Hani İbrahim'in yanına girip selâm verdiklerinde O «Biz sizden korkuyoruz» dedi.
 [015.053]  Dediler ki: Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.
 [015.054]  «Ben kocamışken bana müjde mi veriyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?» deyince:
 [015.055]  Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma! dediler.
 [015.056]  Dedi ki: Sapıklardan başka Rabbının rahmetinden kim ümidini keser?

 [051.024]  İbrahim'in ikram edilmiş konuklarının haberi sana geldi mi?
 [051.025]  Yanına girdikleri vakit: «Selam!» dediler. O da: «Selam! Görülmedik bir topluluk» dedi.
 [051.026] Gizlice ailesinin yanına gitti, semiz bir buzağı getirdi
 [051.027]  Onu, önlerine yaklaştırdı «Yemez misiniz?» dedi.
 [051.028]  Derken onlardan korkmaya başladı. «Korkma» dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.
 [051.029]  Bunun üzerine zevcesi hayretle seslenerek döndü, yüzünü kapayarak: Kısır bir kocakarı, dedi.
 [051.030] Onlar: «Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir» dediler.
 
İlerlemiş yaşına ve kısır karısına rağmen , Rabbinden ümit kesmeyen İbrahim (a.s) ın bu isteğinin karşılandığının haberi ,kendisi ve karısı tarafından insan olmaları nedeniyle şaşkınlık ile karşılanır. İbrahim (a.s) haberi aldığında zaman ilk şaşkınlığını " Sapıklardan başka Rabbının rahmetinden kim ümidini keser?" diyerek atar ve bu söz bizler içinde bir mesaj taşımaktadır. 

Zekeriyya (a.s) ın Rabbinden çocuk istediği şu şekilde dile getirilmektedir. 

[019.001]  Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad.
[019.002]  Bu, Rabbinin Zekeriyya kuluna olan rahmetini, bir anıştır.
[019.003] Hani o, gizli bir sesle Rabbine niyaz etmişti:
[019.004] Rabbim! dedi, benden (vücudumdan), kemiklerim zayıfladı, saçım başım ağardı. Ve ben, Rabbim, sana (ettiğim) dua sayesinde hiç bedbaht olmadım.
[019.005] Ben bu halimle, arkamdan yerime geçecek olan akrabalardan endişeliyim. Karımda kısır bulunuyor, onun için bana bir dost ver!
[019.006]  «Ki bana da mirasçı olsun, Yakub ailesine de mirascı olsun. Rabbim, onu sen rızana kavuştur.»
[019.007]  Allah: «Ey Zekeriya! Sana, Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik» buyurdu.
[019.008]  Zekeriya: «Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?» dedi.
[019.009] (Ona gelen melek:) «İşte böyle» dedi. «Rabbin dedi ki: -Bu benim için kolaydır, daha önce sen hiç bir şey değil iken, seni yaratmıştım.»
[019.010]  Zekeriya «Rabbim! Öyleyse bana bir alamet ver» dedi. Allah: «Senin alametin, sağlam ve sıhhatli olduğun halde üç gün üç gece insanlarla konuşamamandır» buyurdu.

[003.037]  Rabbi onu güzel bir kabulle karşıladı, güzel bir bitki gibi yetiştirdi; onu Zekeriya'nın himayesine bıraktı. Zekeriya mabedde onun yanına her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. «Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?» demiş, o da: Bu, Allah'ın katındandır» cevabını vermişti. Doğrusu Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.
[003.038]  Orada Zekeriya Rabbine dua etti: «Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet, doğrusu Sen duayı işitirsin».

[021.089]  Zekeriya da: «Rabbim! Beni tek Başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın» diye nida etmişti.
[021.090] Biz de ona icabet ederek, Yahya'yı bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı.

Ortak noktaları ileri yaşa gelmiş olmalarına rağmen çocuk sahibi olamamak olan İbrahim ve Zekeriyya (a.s) lar üzerinden , ümit kesmemenin ve dua etmenin Allah katındaki karşılığı canlı olarak gösterilmektedir. 

Bunlar anlatımlardan bizlere düşen hisse ne olmalıdır dersek şunları söylemek mümkündür; 

Kullar hayatlarının her hangi bir zamanında zor ve sıkıntılı durumlara düşebilirler , bu durumlar imtihan olgusu içinde değerlendirilmesi gerekmektedir , bu durumlarda yapılması gerekenlerin ne olması gerektiği, bizden öncekilerin içine düştükleri sıkıntılı durumlardan kurtulmak için takip ettikleri yol anlatılarak, bizlerin de o yolu takip etmesi öğütlenmektedir. 

İbrahim ve Zekeriyya (a.s) ların ileri yaşa gelmiş olmalarına rağmen çocuk sahibi olamamış olmaları onlar için bir sıkıntı kaynağıdır , onlar bu sıkıntıyı aşmak için yaşadıkları zaman şartları içinde yapılabilecek olan gerekli çalışmayı yapmış oldukları muhakkaktır. Onlar Allah (c.c) nin kuluna yardım etmesi için koymuş olduğu kuralı gayet iyi bilmektedirler. Kendi sıkıntıları olan çocuk sahibi olamamalarını aşmak için gerekli olan sebeblere tevessül etmiş olmalarına rağmen yine çocuk sahibi olamamışlardır. 

Allah (c.c) kuluna yardım etmeyi üzerine almış olduğunu ve bir çok Ayette bu vazifeyi nasıl yerine getirdiğini bize yaşanmış örnekleri ile anlatmaktadır. Allah (c.c) nin kuluna yardım sözünü yerine getirmesi için kulun öncelikle çalışıp gayret etme şartı vardır. Bu şartları yerine getirmeden hiç bir kula yardım sözü gerçekleşmez. 

  [002.214] Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.

Allah (c.c) nin yardımı kulun yapması gerekenlerin tamamını yapıp artık daha yapacak bir şeyi kalmadıktan sonra gelir . İbrahim ve Zekeriyya (a.s) lar örneğinde bunu görmekteyiz. O yaşlarına kadar ellerinden geleni yapmalarına rağmen elleri boş kalmış ve artık yardımı hak etmişlerdir. Bu durumu sadece doğum olayı ile sınırlandırmamak gerekir , bizler içine düştüğümüz her türlü sıkıntılı durumdan kurtulmak için gerekli olan çalışmayı yaparak bu yardıma hak kazanabiliriz. 

İşleri kesat giden bir esnaf evinde oturarak dua ettiği takdirde işleri dahada bozulacaktır. İşleri kesat giden esnaf eğer erkenden işine gider işlerinin yolunda gitmesi için gereken ne ise onu yaptığı takdirde bir çeşit fiili dua yapmış olur ve sıkıntılarından kurtulma imkanına sahip olur. 

Allah (c.c) nin yardım sözü belli kurallara bağlıdır , buna "Sünnetullah" denilmekte ve bu kural ilk günden son güne kdar değişmemiş ve değişmeyecektir. Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumlardan kurtulmak için önce bu durumdan kurtulmanın çarelerini aramak ve bu çareleri sonuna kadar kullanmak zorundayız . 

Bunları yaparken her zaman ümitvar olmak zorundayız , çünkü arkamızda tek İlah ve yardımcı olarak kabul ettiğimiz bir Rabbimiz var. O bizlerin kendisinden başka yardımcısı olmadığına inandığımızı ve bu inancımızı yerine getirdiğimizi gördüğünde kendisini üzerine vazife aldığı yardımı yerine getirecektir , sözüne en sadık olan ondan başka kim vardır. 

 [030.047]  Andolsun ki, senden önce birçok peygamberleri kavimlerine gönderdik de onlara apaçık delillerle vardılar. Onun üzerine suç işleyenlerden intikam aldık. Mü'minlere yardım ise üzerimizde bir hak oldu.

Sonuç olarak; Bir çok Ayetinde bizlere kendisinden ümit kesmemeyi emreden ve dua ettiğimizde bize icabet edeceğini buyuran Rabbimiz , verdiği sözü yerine getirdiğine dair geçmişteki canlı örnekleri kıssalar ile bizlere anlatmaktadır. Allah (c.c) kullarına yardım etme sözünü yerine getirmek için bir takım kurallar koymuş ve bu kurallar yerine gelmeden bu sözünü yerine getirmemektedir. Kur'an kıssalarını bize dönük mesajlar olarak okuduğumuzda bir kıssa içinden belki onlarca konu başlığı çıkabilecek mesajlar çıkabilmektedir. İbrahim ve Zekeriyya (a.s) lar üzerinden verilen bu örnek , onların şahsında ümitvar olmanın ve dualara icabet eden Rabbimizin verdiği sözde nasıl durduğunun canlı örneklerini vererek bizlere aynı surumlara düştüğümüzde kime ve nasıl yönelmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Salat (Namaz) Vakitlerini Elçinin Örnekliği Üzerinden Okumak

Kur'an'ın gündem edilmeye başlanması ile hararetlenen tartışma ortamında, tartışılması gerekli veya gereksiz bazı konuların da ortaya çıktığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. "Salat" kelimesi etrafında gündem edilen bazı konuları da gerekli veya gereksiz olarak ikiye ayırmak mümkündür. Salat kelimesinin içeriği, içinin nasıl doldurulması gerektiği, geleneksel anlamdaki yanlışlıklar gibi konuların tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Bunları tartışırken Kur'an'ı sanki bugün inmiş bir Kitap gibi görüp, dağ başına inmiş kabul edip, Elçi örnekliğinden yoksun, kendi içinde bütünlük olgusunu hiçe sayarak, sadece meali baz alıp Arapça metnini öteleyerek yapılan tartışmaların fayda yerine zarar getireceği bilinmelidir.

Kullandığımız dilde adına "namaz" dediğimiz vakitli ve ritüel "salat"ın vakitleri konusunda böyle bir tartışmanın olduğu bilinmektedir. Yazımız, böyle bir ritüelin olmadığı konusunda görüş belirtenlerden çok, "evet Kur'an'da namaz vardır" deyip vakitleri konusunda bir takım düşünceler ileri sürenlerin görüşleri çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.

"Salat" kelimesini Kur'an'da genel anlamı itibarı ile "destek ve yönelim" olarak anlamak mümkündür. Bu anlamda sadece belirli vakitlerde değil 24 saat bu destek ve yönelimin devamı esas olmalıdır. Namaz ritüeli günün belirli vakitlerinde ve günün toplam bir saatini kapsamaktadır. Geri kalan 23 saatinde Allah'a olan destek ve yönelimin devam etmesi gerekmektedir. 

Namazın vakitleri ile ilgili tartışmaların yukarda belirttiğimiz gibi gereksiz tartışmalar olduğunu en baştan söyleyerek, gereksizliğinin gerekçelerini paylaşmaya çalışalım. Yazımızın amacı namazın kaç vakit olduğundan çok, bu düşüncelerin metod yanlışlığından kaynaklandığını ifade etmeye çalışmak üzerinde olacaktır.

"Sadece Kur'an" demek; salt bir metin okuması demek değildir. Böyle okunan bir kitabın, inmeden önce birtakım ön bilgi ve uygulamaların varlığını kabul ettiği ve bu ön bilgi ve uygulamaların yanlışlığını red ettiği veya doğruluğunu onayladığı gerçeği ötelenmiş olacaktır. Bu söylemin içini Elçinin örnekliğini red ederek doldurmaya çalışmak, yapılabilecek en büyük yöntem hatası olacaktır. Örneklikleri hesaba katmanın; hadîse tâbi olmak anlamına değil, Kur'an'ı bütüncül okumak anlamına geldiğini hatırlatalım.

Bu söylemin için doldurmak adına yapılan en büyük hata; Elçi örnekliğini hiçe sayarak, geçmişin yaptığı hataların üzerine kurulmuş bir düşünce oluşturmaktır. Geçmiştekilerin yaptığı Elçi anlayışındaki hatalar, bizleri Elçi'nin fonksiyonunu görmezlikten gelmeye götürmemelidir. Kur'an'ı ön kabulsuz yapılan bir okumada, Elçi'nin örnekliği için hadis kitaplarına gitmeye gerek olmadığını hatırlatarak, bu örnekliklerin Kur'an içinde bolca görülebildiğini söyleyebiliriz.

"Tarihi arka plan" şeklinde niteleyebileceğimiz nuzül öncesi Arap inancının, örfünün ve kültürünün bilinmesinin, anlamaya önemli katkılar sağlayacağı açıktır. Bunu söylerken Kur'an dışı bazı bilgi kaynaklarına yöneltmek istediğimiz gibi bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatarak, bu tür ön bilgilerin yine Kur'an içinde mevcut olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.

İnsanların birbirleri ile olan iletişimleri ilk insandan beri devam etmiş ve ilk insandan başlayan bilgi edinme ve edinilmiş bilgilerin sonrakilere aktarılması yolu ile gelişimin devamı sağlanmıştır. Bu bilgiler her dalda olduğu gibi dini alanda da geçerlidir. Fizik, kimya, biyoloji vb. bilim dalları ile ilgili bilgiler, binlerce yıldır insanların bilgi birikimi neticesinde bu noktaya ulaşmış ve gelecekte de bu güne kadar erişilmiş olan bu bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulması ile daha üst seviyelere çıkılacaktır. Hiçbir bilimadamı kalkıp "bu bilgilerin hepsini red ediyorum" şeklinde bir itirazda bulunarak sıfırdan yeni bilgiler üretmesi imkan dahilinde değildir. Bilginin devamlılığını bir tür bayrak yarışına benzetecek olursak, bayrak yere düşmeden elden ele nesiller boyu sürekli olarak el değiştirip yola devam edecektir.

Din adına gelen bilgiler de aynı şekilde nesiller boyu aktarılarak sonrakilere ulaşmıştır. Kur'an nâzil olmaya başladığı zaman nuzül dönemi muhataplarının ilk defa duydukları her hangi bir bilgi getirmemiş olup, bilgi sahibi olunan konulardaki bir takım yanlışları düzeltmiştir. Çünkü o insanların bilgi sahibi oldukları konular, binlerce yıldır süren insanlık serüveninin kadim bilgileri idi.

Namaz dediğimiz ibadet şekli nuzül öncesinde bilinen ve uygulanan bir şekil olup, o dönemde uygulanan ibadet Allah'a değil putlara idi. Kur'an bu ibadeti aslî hüviyetine geri döndürerek Allah'a has kıldı. Muhammed(a.s)'ın bu tür bir ibadeti daha önce hiç bilmediği ve ona Cibril'in öğretti iddiası rivayetlerde olup doğru bir bilgi değildir.

Elçiler, insanlığın öğretmenleri olup, o zamana kadar yanlış olan veya bilinmeyen bazı şeyleri muhataplarına öğretmek için Allah (c.c) tarafından görevlendirilmişlerdir. Beraberinde getirdikleri Kitap'ın içeriğini sadece okumak gibi bir görevleri olsaydı, Elçiler sadece "vitrin mankeni" mesabesinde kalmış olacaklardı. Halbuki Elçilerin insanlara "bilmediklerini öğretmek" gibi bir vazifeleri vardır.

Bir öğretmen talebesine iyi bir insan olmayı, önce kendisi bunu hayatında uygulayarak yapar ki örnek olsun. Sadece söz ile yapılan bir öğüt bu noktada yeterli gelmeyecek ve nasıl iyi insan olunabileceği ve olunabilirliği talebelere uygulamalı eğitim ile öğretilecektir.

Elçilerin de yaptıkları iş bir nevî "Uygulamalı Eğitim"dir ve bunun Kur'an ıstılahında adı "ÜSVETÜN HASENETÜN (en güzel örnek)" şeklindedir. Bizlerin bu örnekliği red etmek gibi bir seçeneği asla yoktur.

Kur'an'da namaz vakitleri ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ayetlere baktığımızda, bu ayetlerde "size günde şu kadar namaz farz kılınmıştır" şeklinde açık seçik bir beyan yoktur. HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'nde başta olmak üzere Kur'an'ın değişik ayetlerinde "şu vakitlerde salatı ikame edin" veya "şu vakitlerde tesbih edin" şeklinde bazı zaman birimlerinin zikredildiğini görmekteyiz.

Bu ayetler ile ilgili zaman birimlerinin hangi birimler olduğu yönündeki tefsirlere baktığımız zaman farklı görüşler olduğu malumdur. Bahsedilen zaman birimi ile ilgili olarak bir tefsirci o zamanın "öğle" olduğunu söylerken, diğer tefsirciler "sabah, ikindi veya akşam" demektedirler.

Bu farklı görüşlerin, Arap dilinde o kelimeye verilen anlamlar üzerinden ve Arapça metin üzerinden yapıldığını ve tefsircilerin Arapça bildiklerini düşünecek olursak, bugün herhangi bir Kur'an mealini eline alarak yapılan namaz vakitleri çıkarım çalışmalarının ne derece sağlıklı sonuçlar verebileceği tartışılır.

Bu çıkarım çalışmaları mealden olduğu gibi bir de bağlamdan kopuk bir anlamayı, sadece bugün inmiş bir kitap şeklinde yapılan okumayı da hesaba katacak olursak, yapılan çıkarım çalışmasının baştan yöntem hatası yapılarak başlanan bir çalışma olduğu ortadadır. 

Öncelikle şunu ifade edelim ki; Kur'an'da bazı vakit aralığı ile ilgili anlatımlar, o vakti değil bütün günü kapsamaktadır. Bunu birkaç örnek ayet ile görelim;

[019.011] Zekeriya bunun üzerine mabedden çıkıp milletine: «Sabah akşam Allah'ı tesbih edin» diye işarette bulundu.

[019.062] Orada boş sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızıklarını sabah akşam hazır bulurlar. 

[030.018] Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.

[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.

[025.005] «Kuran öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır» dediler.

[048.009] Tâ siz Allah'a ve O'nun Peygamberine imân edesiniz ve O'na yardımda ve tebcilde bulunasınız, ve O'nu sabah ve akşam tesbîh edesiniz.

[033.042] O'nu sabah akşam tesbih edin.

[076.025] Rabbinin adını sabah akşam an.

Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayet meallerindeki "sabah - akşam" şeklindeki zaman, ayrı zaman aralıkları değil süreklilik ve kesintisizlik anlamı olan ifadelerdir.

Zekeriya(a.s) kavmine sabah ve akşam vakitlerinde değil, devamlı Allahı tesbih edin demektedir. Cennet ehli rızıklarını sabah kahvaltısı ve akşam yemeği olarak değil, sürekli olarak hazır bulmaktadırlar. Hamd ve zikir belirli zamanlarda değil, günün tamamındadır.

Bu tür ayetlerden yapılan zaman çıkarma çalışmaları; hem yanıltıcı hem de diğer zamanları kapsamama gibi bir düşünce içine girilebilmesi ihtimalini doğuracaktır. 

Bu bağlamda namaz vakitleri konusunda ortaya konulan HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'ndeki ayetleri de ele aldığımızda şunları görebiliriz.

[011.114] Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür.

HÛD 114 ayetindeki "gündüzün iki tarafı" şeklindeki ifade; iki ayeri vakti değil gündüzün başından sonuna kadar şeklinde bir anlamı belirmiş olup, gündüzün tamamında salatın ikamesini içerir. "Gecenin yakın saatleri" ifadesi; gecenin dinlenme ve uyku vakti olduğunu düşünecek olursak, bu vakitlerin geri kalan kısmını ifade eder ki 24 saatlik bir gün diliminin tamamına tekabül etmektedir.

[017.078] Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl; bir de kıraatıyle seçkin olan sabah namazını; çünkü sabah Kur'an'ı gerçekten şahitlidir.

İSRÂ 78 ayetinde de; güneşin batışa geçmesinden, tâ fecre kadar bir zaman aralığından bahsetmektedir. Bu ayetlerde de şu vakit veya bu vakitten ziyade, kesintisiz bir zamanı ifade ettiği görülmektedir.

[020.130] O halde onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde de gündüzün uçlarında da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.

TAHA 130 ayeti bütün günü kapsayan bir zaman aralığı içinde tesbih edilmesini emretmektedir.

Kur'an'da bu tür vakitler belirtilerek salat ve tesbih edilmesi emirlerini, şayet Kur'an bu gün Elçi olmadan dağ başına inmiş bir kitap olsa ve kişisel yorumlar ile bu vakitlerin hangi vakitler olduğu belirlenmeye çalışılsaydı, önceki tefsirciler gibi farklı düşünceler çıkarak herkesin kabul ettiği belli vakitlerin çıkarılması mümkün olmazdı. 

Şayet Kur'an'ın bize namaz kılma emri olduğunu bilip, bu vakitlerin hangi vakitler olduğu bize bırakılsaydı, hiçbirimiz ne iki vakit, ne üç vakit, ne de beş vakit namaz emri olduğunu Kur'an'dan net olarak delillendiremezdik. Bu sözlerimizi Arapça bildiğimiz varsayımı üzerinden yaptığımızı hatırlatarak, elimizdeki meallerdeki farklı çevirileri hesaba katarak bu çalışmayı yaptığımızı düşünecek olursak, olayın ne kadar zor olduğu ortaya çıkacaktır.

Kur'an'ın "kolaylaştırılmış bir Kitap" olduğu ile ilgili ayetleri unutup Kur'an'ın anlaşılması zor ve kapalı bir Kitap olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak onun kolay ve açık olması, onu okumanın belli bir şartı olmamasını gerektirmez. Belirli kuralların göz ardı edilmesi ile yapılan okumalardan çıkarılan akıllara zarar düşüncelerin var olduğunu hesaba katacak olursak, doğru bir metod üzerinden yola çıkmanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Kur'an 1400 küsur yıl önce bir Elçiye inmiş ve bu Elçinin de örnek olma vazifesi dahilinde Kitap'tan çıkarmış olduğu bazı hükümlerin "uygulamalı eğitim" olarak bizlere kadar gelmiş olmasından hareketle, namaz vakitleri konusunda onun örnekliğini baz almanın daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Burada tevâtüren gelen bu uygulamanın ne kadar doğru olabileceği sorusu da akla gelecektir. Düşüncemiz odur ki; yüzlerce yıldır birbirleri ile bir çok konuda ihtilaf etmiş olanların, konu namaza gelince vakit ve rekatları ile ilgili olarak hiç bir ihtilafının olmaması, uygulama ile gelen bu bilginin doğru olması düşüncesinin, Elçiyi (hâşâ) adam yerine koymayı zül kabul edenlerin, meal üzerinden yaptıkları çıkarımlar düşünüldüğünde mukayese dahi edilmeyecek kadar tercihe şayan olduğu ortadadır.

Muhammed(a.s)'ın bu konudaki örnekliği Müslümanlar üzerinde "Ortak Akıl" oluşmasına sebebiyet vermiş olması nedeni ile bu konuda yapılabilecek çıkarım çalışmalarının kişinin yorumu olduğu ve bu yorumların isabetli olup olmadığı tartışmaya açıktır.

Muhammed(a.s)'a gelen beş vakit namazın Kur'an göre yanlış olup olmadığına dair yapılabilecek çalışmalar bu konuda tartışma götürmeyecek kadar net "muhkem" ayetler olmasını gerektirir ki "bu konuda şimdiye kadar yapılan uygulama Kur'an'ın şu ayetine göre yanlıştır" diyebilelim.

Örnek verecek olursak; recm konusu ile ilgili olarak, Muhammed(a.s)'ın böyle bir sünneti olduğuna dair olan düşünceleri gönül rahatlığı ile red edip "recm uygulaması Allah'a ve Elçisi'ne iftiradır" diyebiliyoruz. Böyle bir söz söyleme gerekçemiz; Kur'an'ın zina fiili cezası konusunda evli-bekar şeklinde bir ayırım yapmayarak, herkese aynı cezayı emretmiş olmasıdır.

Konu namaz vakitlerine gelince; "Kur'an aslında 2-3-4-6-7 vakit emretmiş ama rivayetler bize 5 vakit olarak gelmiş" şeklinde bir söz söyleyemiyoruz. Ya da, "Kur'an 2-3 vakit emretmiş ama Muhammed (a.s) bunlara ilave etmiş" şeklinde bir itirazda bulunabileceğimiz açık ve net bir ayet elimizde yoktur.

Sonuç olarak; namaz vakitleri ile ilgili olarak "sadece Kur'an"a bağlı kalarak yapılmaya çalışılan çıkarım çalışmaları, usul yönünden hatalı olması nedeniyle ortada olan sonuçları da düşünecek olursak "ağzı olanın konuştuğu" bir alan haline gelmiştir. Elçilerin örnekliğinin bu konuda devreye girerek, uygulanarak gelen bilgilerin doğru kabul edilmesi ve o örnekliğin üzerinde fikir birliği sağlanması gerektiğini düşünmekteyiz. Kur'an'ın kolay ve açık olmuş olması onu anlaşılabilir kılmaktadır. Ancak usul ve yöntem yine kendi içinden okunarak çıkarılmalı ve kişiye mahsus görüşler olarak ortaya çıkan düşüncelere itibar edilmemelidir. Geleneğin ilmihal bilgileri dahilinde olan bu tür tartışmaların yerine namazın tevhidî olarak insanları nereye ve kime kul olduklarının bir göstergesi olduğu şuuruna vâkıf olarak yapılan tartışmaların faydalı olduğunu ifade ederek, sadece entellektüel bir düşünce faaliyeti olarak ortaya çıkan bu tür tartışmaların gereksiz hatta fayda yerine zarar getiren tartışmalar olduğunu düşünüyoruz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Haziran 2013 Cumartesi

Ahzab s. 37. Ayeti ve Resulun Örnekliği

Allah cc nin, muhammed as a kadar gönderdiği elçileri vasıtası ile kullarına bildirdiği vahyi hayat sahasına koyan yine aynı elçileri olmuştur. Allah cc nin dininin  yaşanması imkansız kurallar bütünü olarak değil hayat içinde tatbik olunabilir kurallar olduğu yine o elçilerin örnekliğinde gösterilmiştir. Bunun açık örneğini ahzab s. 37. ayetinde "fiili sünnet" diyebileceğimiz bir uygulama şeklinde resul sav üzerinden onun mü'minler nezdindeki durumu canlı olarak gösterilmiştir.

Nisa s. 22. ayette "Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin, geçmişte olanlar artık geçmiştir çünkü bu bir fuhuş ve igrenç bir şeydi, ne kötü yoldu!" buyurulmuş ve evlenilmesi haram olanlar listesine eklenmiş ve bu yolla bir evlilik yasaklanmıştır.  

 -----33.4-5 Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi, «zıhâr» yaptığınız eşlerinizi de analarınız yerinde tutmadı ve evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız olarak tanımadı. Bunlar sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden ibarettir. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir. Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yok; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. 

Ahzab s. 4.5. ayetlerde evlatlıklar ile ilgili hükümler yeniden düzenlenip onların özoğullar olmadığı doğru olanın onların babalarının ismi ile anılması yani nesil emniyeti açısından neslinin kimden geldiğinin belli olması gerektiği , eğer babaları bilinmiyorsa onların din'de kardeşler olduğu önceki yanlış uygulamaların bir vebal olmadığı bildirilmektedir. Kur'an'ın yetimlere iyi davranılması hususundaki emirlerine binaen bir yetimi barındırıp onu hayata kazandırmak kişi için büyük bir ecir kaynağıdır, ancak bunu yaparken o yetimin gerçek ebeveyninin isminin kimliğinde yer alması gerekir, onu evlat edinen ailenin kendi ismini onun kimliğine anne ve babası olarak yazdırmaları kur'anın neslin emniyeti açısından kabul etmediği bir durumdur.   

 -----33.021 Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.
Ahzab s. 21. ayeti yine bu konuya ön hazırlık mahiyetinde hatırlatıcı bir ayet olup resulun örnekliği ve bu örnekliğin kimler için olduğu beyanı vardır.   

 -----33.036 Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.
Ahzab s. 36. ayetinde verilen bir hüküm karşısında o hüküm ile muhatap olanların durumu beyan edilmekte olup bu hükme resul sav in de muhatap olduğu ve itiaraz edemeyeceği gelecek ayetten belli olmaktadır.

-----33.037 Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: «Eşini bırakma, Allah'tan sakın» diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik, ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir.

Ahzab s. 37. ayeti artık nihai hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi "zeyd" muhammed asın evlatlığı olup onu "zeyneb binti cahş" ile evlendirmiş fakat bu evlilik  bazı sebeblerden ötürü yürümemiştir. Bazı sebebler olarak kısa geçtiğimiz o sebebler ile ilgili olarak tefsir ve siyer kitaplarındaki bilgi kirliliği buraya onları almamıza engel olup ayet çerçevesinden dışarı çıkmak istemiyoruz. 

Muhammed as ın isteği ile evlenen zeyd ile  zeyneb validemiz boşandıktan sonra, Allah cc zeyneb validemizi muhammed as ile evlendirerek evletlıklar konusunda verdiği hükmün hayat sahasında nasıl tatbik edilebileceği örneğini elçisinin örnekliği üzerinden mü'minlere göstermiştir. 

Yukarda okuduğumuz ayetler bilindiği gibi evlatlık olarak alınan kişilerin onu evlatlık olarak alanların nezdindeki durumlarını düzenlemekte, evlatlıkların onların gerçek çocukları olmadığı bildirilmektedir. Toplum içinde bir tabu olabilecek bir durum olan evlatlıkların onların gerçek çocuklarının olmadıklarının net bir şekilde belli olması için evlenilmesi haram olan kişilerin dışında tutularak bir tabu olmaktan çıkarılmış ve bunun yıkılması elçinin fiili olarak uygulaması ile gösterilmiştir. Bu ayetten bir kaç ayrı mesaj çıkarılması mümkündür.  

Bir kişinin resul dahi olsa kendini toplumun yerleşik kurallarından ayrı bir konumda tutamayacağı ve yerleşik örfe aykırı bir davranışta bulunumayacağı muahmmed as ın 37. ayetinde bildirilen çekincesinde görülmekte olup, Allah cc çekinmesi gerekenin toplum baskısı değil kendisi olduğunu elçisi üzerinden bizlere bildirmektedir.  

Tabiki böyle bir durum belki herhangi bir uygulamaya gerek duyulmadan sadece ayet emri ile yapılabilirdi ve mü'minler için yine bu şekilde bir emir bağlayıcı sayılırdı. Ancak evlatlık olarak bildiğimiz birisinin ne bizim gerçek evladımız , evlatlık olan kişininde onu besleyip büyüten kişilerin gerçek anne babası olmadıklarının net bir şekilde belli olması için böyle bir uygulamaya gidilmiş olup bu durum bizler  içinde örneklik olarak bilinmesi ve uygulaması gereken bir durum olduğu beyan edilmektedir.  

Allah cc nin verdiği bir hükmü gönül rahatlığı ile uygulama konusu'da ayetin mesajları içinde sayılabilir. 36. ayet verilen bir hüküm konusunda muhatabın olması gereken tavrını bildirmekte olup ne elçinin nede toplumun bu uygulama karşısında yadırganacak bir durum olmadığını bilmeleri istenmektedir.   

Ahzab s. 37. ayetinden çıkarılabilecek mesajların en önemlisi elçilerin örnekliği meselesidir. Allah cc göndermiş olduğu elçileri vahyi tebliğ ve onu uygulama sahasına koymakla görevli olduğunu kur'anın diğer ayetlerinde bizlere bildirmektedir. Muhammed as sadece vahyi iletmekle kalmamış o vahyin hükümlerini bizzat kendi örnekliğinde yaşayarak topluma göstermiştir. 37. ayetteki durum elçilerin görevlerinin sadece vahyi iletmekle sınırlı olmadığının mesajını vermesi açısından önemli bir ayet olup zeyneb validemize gönlü kaymışmı kaymamışmı şeklindeki tefisir ve siyer kitaplarında sayfalar tutan rivayetler onun canlı örnekliği konusundaki anlama eksikliğinin bir göstergesidir.    

Kur'anı öncelliğini iddia edip elçinin adını duyduğu zaman elektirik çarpmış gibi saçları diken diken olan bazı kişilerin elçi as ın geleneksel anlayıştaki yanlış konumlandırılmasına karşın onu hepten dışlayıcı bir tavır içinde olduklarını görmek bir yanlışa karşı diğer yanlış anlayış olarak karşımıza çıkmakta olup ahzab s. 37. ayeti çerçevesindeki ayetlerin daha dikkatli okunması gereğini ortaya çıkarmaktadır.
 

 -----33.040Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir; fakat Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.
Ahzab s. 40. ayeti, aynı konunun devamı olan ayetlerden olup muhammed as ın toplum nezdindeki konumunu bildiren bir ayettir. Ancak bu ayetin bağlamından ayrı olarak düşünülüp nebi ve resul kavramları bağlamında okunmaya çalışıldığını görmekteyiz. "nebilerin sonuncusu" mealindeki ifade sanki resullerinde sonuncusu değildir anlamında okunarak ,resullukleri kendinden menkul çakma resuller üremesine sebeb olmuştur. Bir kişinin "ben resulum " diye ortaya çıkmasının onun Allah cc den almış olduğu vahiy ile mümkün olabileceğini bilmeyen bazıları vahiy almadan " ben resulum" diyerek ortalarda gezmekte onlardan daha uyanık olan ve bu işin gereçekten vahiy almadan mümkün olmadığını bilen bazı sahte resuller " ben vahiy aldım " diyerek elçiliklerini vahye dayandırmak yoluna gitmektedirler. Nebi olmadan resul olunmayacağı gerçeğini bilen kişiler ise bunların sadece yalancı ve iftiracı olduğunu bilerek onların yalancılıklarını dünyada onlara haber vermekte olup,  ahirette onların ne ile muhatab olacaklarını enam s. 93.94. ayetleri haber vermektedir. 

 -----6.93-94- Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyedilmemişken «Bana vahyolundu, Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim» diyenden daha zalim kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, «Canlarınızı verin, bugün Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, O'nun ayetlerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı azabla cezalandırılacaksınız» derken bir görsen!Onlara: «And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize birer birer geldiniz; içinizde Allah'ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçılarınızı beraber görmüyoruz. And olsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlardır» denecek.

Sonuç olarak, insanlar içinden seçilmiş olan elçilerin görevi sadece o vahyi iletmekle kalmayıp o vahyin gerçek hayat içinde nasıl uygulamaya konulacağının örnekliği olması açısından önemli bir görev yüklendiklerinin bilinmesi gereği ortada olup elçilerin sadece postacı mesabesinde olmadığı ahzab s. 37. ayetinde görülmektedir. "Fiili sünnet" olarak tabir edebileceğimiz bir şekilde gerçekleştirilen bu evlilik elçilerin "usvetun hasene" olmalarının bir gerçeği olup bu en güzel örneklik bugün, yarın ve her zaman bizler için göz önüne alınması gerekli bir olan  bir durumdur.    

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

3 Ocak 2012 Salı

Resullerin Örnekliği Hangi Zamanla Sınırlıdır ?

Ahzab suresi 21. ayetinde Rabbimiz mealen " Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir." buyurmuştur. Değişen kur'an algıları ve gelenekteki yanlış resul anlayışları neticesinde sorgulanmaya başlayan konulardan biriside resul sav in günümüzde nasıl anlaşılması  gerekliğidir. "Kur'an merkezli söylem" anlayışı doğrultusunda dile getirilen anlayışlardan birisi olarak ,resul sav in öldüğü ve onun vazifesinin yaşadığı hayat içinde bittiği ve bize bugün için onun herhangi bir değer ifade etmeyeceği gibi sözler ortaya atıldığını görmekteyiz. "Kur'an merkezli İslam" söylemine yakışan bir resul anlayışı nasıl olmalıdır? diye sorulduğu zaman acaba nasıl bir cevabımız olmalıdır ki bu söyleme ters bir düşünce olmasın.   


Geleneksel resul anlayışına hakim olan düşünce kur'an merkezli bir düşünce olmadığı bir gerçektir, bu düşüncenin yanlış resul anlayışı üzerinde durarak yazının hacmini büyültmek amacında olmadığımız için bu düşünceye tepki olarak geliştirilmeye çalışılan resul anlayışı üzerinde durmaya çalışacağız. 

En büyük sıkıntı resul adına bize gelen rivayetlere bakış açısından kaynaklanmaktadır, onun sözlerini vahiy olarak gören anlayışa tepki olarak kur'andaki " Elhadis" kelimesinden yola çıkılarak, " bakın kur'anda bundan sonra hangi hadise inanacaksınız diye ayet var ve kur'andan başka hiçbir söze inanmamamız söyleniyor" şeklinde iddialar ortaya atılarak hadislerin tümünün ret edilmesi gibi bir düşüncenin kur'ana onaylatılması gibi bir düşünce ortaya atılmaktadır. 23 yıllık risaleti boyunca kur'an harici sözler söylemesi gayet normal ve kendisine inen kur'an hakkında sahabesine bazı bilgiler vermesi gayet normal hatta mecburi olan bir resulün bu sözlerinin bize kadar geliş yolunda bazı sıkıntılar olması o sözlerin hepsinin uydurma olduğu anlamına gelmez. Resul sav adına gelen bir haberin doğru olup olmadığı kur'an ölçüsüne vurularak anlaşılabilir.  

Resul sav in bizlerin örnek alması gereken ibadetlerden bir tanesi namaz ibadetidir. "Kur'an merkezli İslam" söylemi altında üretilen düşüncelerden bir kısmı namaz ibadetinin adı üzerinde olup bu kelimenin farsçadan alındığı kur'anda geçen "salat" kelimesinin bu ibadeti kapsamasının mümkün olamayacağı üzerinedir. Diğer bir kısım "kur'an merkezli İslam" söylemine göre namaz ibadeti ret edilmemekte ancak sanki bu ibadetin rükünlerini herkes kendi anlayışına uygun bir şekilde ifa edebilirmiş gibi bir hava içine girilmektedir. Eline kur'an alan herkes namaz ibadetinin nasıl uygulanacağını kendi kafasına göre yapmaya kalktığı zaman ortaya çıkacak olan keşmekeşi düşünmek bile istemiyoruz, bu keşmekeşe meydan vermemek için nasıl bir yol takip edilmelidir? 


"Sünnet" kelimesi ile resul sav in din uygulaması adına yaptığı ve Müslüman olmak iddiasında olanları bağlayan eylemleri anlaşılır. "Sünnet" şeklinde gelen uygulamalar nesilden nesile geçip bize ulaşması yönünden "hadis" dediğimiz sözlü haberlere göre güvenilirlik açısından daha sağlamdır. "Sünnet" uygulaması içine Müslümanın günlük hayatında önemli bir yer tutan "namaz" ibadetinin uygulaması olan şekil ve vakitleri girmektedir.  


 Asırlardır gelen uygulama olarak namaz ibadeti önce abdest alınarak sonra kıbleye yönelerek belirli vakitler içinde yapılan bir eylemdir. Birisi kalkıp  ,"ben abdest almadan istediğim yere dönerek ve istediğim zaman içinde bu ibadeti icra ederim" demeye hakkı yoktur. İlmihal kitaplarındaki bilgi kirliliğini bahane ederek doğruları da atarak kendi bildiği doğrultuda ibadet yöntemi belirlemek kimsenin haddi değildir "ben yaptım oldu" mantığı içinde yapılan hareketler Müslüman olma iddiasında olan birisinin yapacağı işler değildir.   


Namaz esnasında kıbleye yönelme konusunda şimdiye kadar tartışma konusu dahi olmamış düşünceler maalesef ortaya atılarak suni gündemler oluşturularak "namazda kıbleye yönelmek şart değildir" şeklinde sözler işitilmeye başlanmıştır. Resul sav den bu yana gelen uygulamada namazda kıble meselesi hiç bir zaman konu dahi edilmemesine rağmen marjinal düşünce sahipleri tarafından üretilen düşüncenin asıl kaynağı , kur'an sanki kendisine indirilmiş ve uygulaması kendisine bırakılmış edalarında hüküm vermeleri ve bu hükmün kur'ana onaylatılma çabalarıdır. Kur'an kendisine indirilmiş olan Muhammed sav kıldığı namazda, " herkes canı istediği yöne doğru yönelsin "şeklinde bir emir veya uygulama yoktur. Birisi kalkıp," onun böyle yapması beni bağlamaz" şeklinde bir düşünce içinde olması mümkün değildir.  


Bu tür marjinal düşüncelerin arkasında iyi niyet aramak pek mümkün görünmemekle birlikte bazı saf Müslümanların bu tür düşüncelere prim vermeye yatkın bir düşünce olmaları bizleri üzüntüye sokmaktadır. Çünkü Allah cc bizlere namaz kılmayı emretmesinin arkasındaki sebebleri ve kılınan namazın Müslüman için ne ifade ettiği meselesi üzerinde düşünmesi gerekn Müslümanları böyle suni gündemler ortaya atarak kafasını karıştırmak samimiyet eseri değildir.  


"Namaz"  Müslümanların birlik ve beraberliklerinin bir göstergesi olan ibadetlerden birisidir . "Kabe" ise Allah cc ye ibadet için yapılan ilk evdir bu yapının özelliğinden gelen bir durum olması itibari ile Müslümanların birlik ve beraberliklerini emreden Allah cc nin dağılma ve fitne unsuru olabilecek bir durum olan" namazda istediğiniz yöne dönün" şeklinde bir emir vermesi veya kişilerin " ben İstediğim yere dönerim" demesi kadar uygunsuz bir durum olamaz. "Namaz" Allah cc ye karşı yapılan bir Tevhid eylemi olduğuna göre yönelinen yerinde tek bir yer olması ve orasının da Tevhid merkezi olan "Kabe" olması kadar normal hatta gerekli bir yer olabilir mi? 


Resullerin örnekliği meselesi onların yaşadıkları zaman sınırları dahilinde değildir. Muhammed sav in de örnekliği kendisinin ölmüş olmasına rağmen kur'anın hükümlerinin geçerli olduğu kıyamete kadar devam edecektir ve bu örnekliğinin en önemli kısmı ritüel ibadetlerden olan namazın rekatleri , vakti, şeklidir resule rağmen kimse kendi içtihadı olarak bu ibadete ayrı bir uygulama tarzı getiremez getirebilirİm derse bektaşinin  "ben yaptım oldu" demesi gibi bir duruma düşmekten kurtulamaz.  


Kur'anın tamamına iman etmek durumunda olan bir müslüman için resullerin örnekliği konusu tali derecede bir konu değil en önemli konudur. Gelenekteki yanlış resul anlayışının etkisinde kalarak Muhammed sav e karşı sanki bir şüphe ve yan bakış içine girer duruma düştülerini gözlemekteyiz. "kur'an merkezli İslam" söyleminin gereklerindenmiş gibi "Muhammed peygamber "gibi sözlerle onu aşırı yüceltenlere tepki mahiyetinde sözlere şahit olmaktayız. Allahın ve meleklerin resullere olan salat ve selamını bizlerin onlardan esirgememiz kadar yanlış bir düşünce olamaz. "Sallallahu aleyhi ve sellem" (Allah ın salat ve selamı üzerine olsun) sözü bütün resullerin adı anılırken söylenebilir bir söz  iken sadece Muhammed sav için söylenmesi resullerin arasını ayırmak gibi bir duruma düşme korkusu içine giren Müslümanların söylemekten sakındığı bir söz haline gelmiştir , sadece Muhammed ismi değil İsa, Musa, İbrahim isimleri anılırken dahi S.A.V sözlerini onlar içinde kullanmaktan çekinmemeliyiz. 

-----002.214 Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.

-----003.146 Nice peygamberlerin yanında Rabbe kul olmuş pek çok kimse savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi. Allah, sabredenleri sever.


-----009.088 Ama Peygamber ve onunla beraber bulunan müminler, mallariyla ve canlariyla savaştılar. İşte iyilikler onlaradır, saadete erişenler de onlardır. 



-----033.021 Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah (Allah'ın Elçisi) en güzel örnektir.  


-----048.029 Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükua varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnudluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.


-----060.004 İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine şöyle demişlerdi: «Biz sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin dininizi inkar ediyoruz; bizimle sizin aranızda yalnız Allah'a inanmanıza kadar ebedi düşmanlık ve öfke başgöstermiştir.» -Yalnız, İbrahim'in, babasına: «And olsun ki, senin için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi savmaya gücüm yetmez» sözü bu örneğin dışındadır- «Rabbimiz! Sana güvendik, Sana yöneldik; dönüş Sanadır.» 

----060.006 And olsun ki, sizlerden, Allah'ı ve ahiret gününü uman kimse için, bunlarda güzel örnekler vardır. Kim yüz çevirirse kendi aleyhine olur, doğrusu Allah müstağnidir, övülmeğe layıktır. 


-----066.008 Ey inananlar! Yürekten tevbe ederek Allah'a dönün ki, Rabbiniz kötülüklerinizi örtsün, sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koysun. Allah'ın Peygamberini ve onunla beraber olan müminleri utandırmayacağı o gün, ışıkları önlerinde ve defterleri sağlarından verilmiş olarak yürürler ve: «Rabbimiz! Işığımızı tamamla, bizi bağışla, doğrusu Sen herşeye Kadir'sin» derler.  



Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerin ışığında düşünecek olursak resullere uymak ve o uymanın sonucu olan akıbet anlatılmaktadır. Kur'an kıssalarında çokça gördüğümüz "resullerle beraber olanların kurtarılması" bizlere yine resullere uymanın gerekliliğini vurgulayan ayetlerdir. "Resule uymak onun getirdiği vahye uymaktır" sözü yanlış bir söz olmamakla birlikte eksik bir sözdür , Muhammed sav in kendisine inen kitabı uygularken yaptığı ve bize kadar sünnet şeklinde gelen uygulaması her Müslüman değerli bir kaynak mesabesindedir. Mü'minlerin her alanda birlik ve beraberliğini emreden kur'an ve bu birlik beraberliği sağlamada en önemli etken olan resule uymak ayrılıkların en aza indirilmesini sağlayacaktır. Burada hemen "mezhepler ne olacak?" sorusu gündeme gelecektir, maalesef mezhep taassubu günümüz Müslümanlarının en önemli ayrılıklarının bir sonucudur. Mezheplerdeki kur'ana rağmen oluşturulmuş bir sürü düşünce masaya yatırılarak gereksiz olan hükümlerin din olarak sunulmasına son verilerek resul devrinin saf İslam anlayışına geri dönülmelidir. 


                   EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.