çalışması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çalışması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2023 Cuma

Nisa s.127. Ayetinde Geçen وَتَرْغَبُونَ Kelimesinin Farklı Çevirileri Üzerinde Bir Düşünce Çalışması

Kur'an mealini birkaç farklı çeviriden karşılaştırmalı olarak okuyan dikkatli bir okuyucu, Nisa s. 127. ayetinin mealini okuduğunda, karşısına farklı şekilde yapılmış iki farklı meal çıkınca bu meallerden hangisinin daha isabetli olduğu yönünde bir soru soracak, bu sorunun cevabını aramaya çalışacaktır. Yazımızın konusu, bu farklı meallerden hangisinin daha isabetli olduğu yönünde olacaktır. 

Ayetin Arapça metni ve farklı çevirileri şu şekildedir:

وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَٓاءِۜ قُلِ اللّٰهُ يُفْت۪يكُمْ ف۪يهِنَّۙ وَمَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ ف۪ي يَتَامَى النِّسَٓاءِ الّٰت۪ي لَا تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ اَنْ تَنْكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الْوِلْدَانِۙ وَاَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامٰى بِالْقِسْطِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِه۪ عَل۪يمًا

-----Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nıkahlamak istediğiniz yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı âdil davranmanız hakkında size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.







----Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor: Yazılmış hakları olan mirası kendilerine vermediğiniz ve nikahlamayı istemediğiniz öksüz kızlar ve zavallı çocuklara ve bir de yetimlere adaletle davranmanız hakkında Kitap'ta size okunan âyetler vardır. Sizin her yaptığınız iyiliği, muhakkak Allah bilir.

Meallerden görüldüğü üzere, nikahlamak istediğiniz ve nikahlamak istemediğiniz şeklinde iki farklı anlam verilmesinin sebebi, ayet içinde geçen وَتَرْغَبُونَ kelimesinden kaynaklanmaktadır. 

Kelimenin kökü olan ر غ ب, lügatta: Bir şeye karşı rağbet etmek, hırs göstermek,onu şiddetli bir şekilde arzuyla istemek anlamına gelmektedir ( El Müfredat). Fakat bu kelime عَنْ  edatı ile birlikte kullanıldığında, olumsuz bir anlam kazanarak kişinin rağbetini, hırsını, arzusunu başka bir tarafa çevirmesi anlamına gelmektedir. Bu kullanım örneklerini Kur'an da görmekteyiz.

BAKARA S. 130--- Kendini bilmezlerden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir(وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ) . Hiç kuşkusuz biz, O'nu dünyada seçkin kıldık ve elbette ahirette de iyilerden olacaktır.

MERYEM S. 46---(Babası) dedi ki: "Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun, (اَرَاغِبٌ اَنْتَ عَنْ اٰلِهَت۪ي) ey İbrahim? Eğer (bu tutumuna) son vermezsen andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden ayrıl."

Dikkat edilirse her iki ayette de olumsuz olarak gelen anlam عَنْ edatının kullanılması ile ortaya çıkmıştır.  Bu noktada, " Neden böyle bir olmadığı halde bu ayete bazı meal yapıcıları böyle bir anlam vermişlerdir?" sorusu gündeme gelecektir.

Bizim cevabımız, "Kur'an bütünlüğünün dikkate alınmaması ve geçmiş müfessirlerin bu konuda yaptıkları tercih ve her iki anlamın da verilebileceği yönünde ortaya koydukları tercihlerin dikkate alınması olabilir" yönündedir. 

Keşşaf tefsirinde bu ayet hakkında yapılan yorumu okuduğumuzda söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.

īُİijُéِכْĭَÜْنَاَijنُ×َĔْóَÜَو ifadesine “Güzelliklerinden dolayı kendileriyle evlenmek istediğiniz” [rağibe fî] anlamı verilebileceği gibi “çirkinliklerinden dolayı evlenmek istemediğiniz” [rağibe ‘an] anlamı da verilebilir. ifadesine, "Güzelliklerinden dolayı kendileri ile evlenmek istediğiniz" (rağibe fi) anlamı verileceği gibi, "çirkinliklerinden dolayı evlenmek istemediğiniz" (rağibe an) anlamı da verilebilir.


Kur'an'ın en doğru anlaşılma yönteminin, Kur'an bütünlüğünü dikkate almak olduğunu merkeze alarak bu ayeti anlamaya çalıştığımızda, Nisa suresi ilk ayetlerinin özellikle yetim haklarına vurgu yaptığını görebiliriz. Kendilerine miras kalan yetimlerinin özellikle yetim kızların mallarının en doğru şekilde değerlendirilmesi ilgili ayetlerin emridir. Bu nokta bizi aynı surenin 3. ayetine götürecek, 127. ayetin de daha net anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Nisa s. 3- (Mallarını muhafaza etmek ile sorumlu olduğunuz kız) Yetimlerin haklarını (nikah çağına geldiklerinde onları nikahlayarak) adaletli bir şekilde koruyamamaktan endişe ederseniz, (onların yerine) size helal olan (yetim olmayan hür) kadınları ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Eğer (çok eşlilikte de eşler arasında) adaletli davranamayacağınızdan endişe ederseniz (özgür olan) bir eş, veya sağ ellerinizin sahip olduğu (savaş esiri cariye) kadını nikahlayın. Bu (şekilde yapılan bir evlilik), adaletten sapmamanız için daha uygun bir yoldur. 

Bu ayette dikkat edilirse kendisine miras kalmış yetim bir kızın malına evlilik yolu ile çökülmemesi emredilmektedir. 

Bu durumu dikkate alarak 127. ayeti okuduğumuzda aynı durumun bu ayette de karşımıza çıktığını görebiliriz. Ayette yetim bir kızın malına evlilik yolu ile çökülmemesi gerektiği anlamı daha bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Bütün bunları dikkate alarak Nisa s. 127. ayet ile ilgili yapılan iki farklı mealin "Nikahlamayı istediğiniz" şeklinde yapılanın daha  isabetli olduğunu söyleyebiliriz. 

                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


16 Haziran 2017 Cuma

İsa (a.s) ın Doğumu ve Annesi İle Kavmine Geldikleri Zaman Aralığı Konusunda Bir Düşünce Çalışması

İsa (a.s), babasız olarak dünyaya gelmesi ve bebek iken konuşması ile diğer elçiler arasında bu farkı ile dikkat çeken bir elçi olup, son yıllarda Türkiye'de başlayan Kur'an'a yönelim hareketi ile, onun babasız dünyaya gelmesi ve bebek iken konuşmuş olması yeniden masaya yatırılarak sorgulanmaya başlanmıştır. 

Bu konular ile ilgili olarak ortaya atılan düşüncelerde bizim dikkatimizi çeken husus, bu konuların sorgulamasında kullanılan yöntem olup, bu konular sorgulanır iken, İsa'nın mutlaka bir babası olmalı veya İsa'nın beşikte iken konuşması asla mümkün değildir şeklinde bir ön yargı ile konuya bakılması, çıkarılmaya çalışılan neticelerin, özellikle babası olduğu yönünde, ve bebek iken konuşmadığına dair olan düşüncelerin, bu konu ile ilgili ayetlerin tahrif edilerek yapılmasıdır. 

İsa (a.s) ın babasız olarak dünyaya gelmesinin tartışılmasının dahi abesle iştigalden öte, bazı kimseler tarafından onun babasının Zekeriya (a.s) olduğuna ortaya atılan düşüncenin, yalan ve iftira olmaktan öte gitmeyen hezeyanlar olduğunu burada hatırlatmak istiyoruz.

Biz bu yazımızda, İsa (a.s) ın beşikte konuşmasını ele almaya çalışarak, onun beşikte iken konuşması ile ilgili Meryem suresi içinde geçen ayetleri Kur'an bütünlüğü içinde okumaya çalışacak, ve bu konuda vardığımız neticeyi, Kur'an içinden delillendirmeye çalışacağız.

İsa (a.s) konuşması ile ilgili vardığımız sonuç ise (en son söyleyeceğimizi baştan söyleyerek), onun Meryem suresi içinde yaptığı konuşmanın henüz beşikteki bir bebek iken değil, daha ileri yaşlarda olduğudur. Bizi böyle bir kanaate iten sebep ise, bazı yazılarımızda eleştirdiğimiz modernist kimseler ile düşünce bakımından asla aynı çizgiye gelmiş olmamız değildir. 

Bu durumu özellikle hatırlatmak gereği duymamızın nedeni ise, bazı kimseler tarafından haklı olarak kafalarında, İsmail Hakkı Başdağ'ın da çizgisi kaymaya mı başladı? gibi bir soru işareti oluşmasını istemediğimiz içindir. Bu satırları yazan kişi, yıllardır olduğu gibi Kur'an'ın tevhit merkezli bir okumaya tabi tutulması gerektiği çizgisinden sapmamış, ve bu merkezde yapmaya çalıştığı çalışmalardan asla taviz vermeden aynı çizgide devam edecektir. 

İsa (a.s) ın beşikte konuşup konuşmadığının araştırılmasının bize ne gibi bir fayda sağlayacağı elbette sorgulanabilir, bizim bu konuyu ele alma nedenimiz ise, bu konuda ortaya atılan düşüncelerin ön yargı sonucu olduğu, bu konuda yapılan çalışmalara baktığımızda (örneğin Hakkı Yılmaz'ın bu konu ile ilgili ayetleri nasıl çevirdiğine bakılabilir) buram buram tahrif kokan çalışmalara imza atılmış olmasıdır.

Bu kadar uzun bir girizgah yapma nedenimiz ele almaya çalışacağımız konunun bazı kimselerde tabu olarak görülmüş olmasıdır. Biz bu konuyu ele almaya çalışırken aynı zamanda ön yargılı bir okuma örneği vermek yerine, tabu olarak bildiğimiz bazı konuların, eğer sorgulanması gerekiyor ise, nasıl bir yöntem ile sorgulanması gerektiğine dair bir örnek oluşturmaya çalışmaktır. Yaptığımız çalışmada vardığımız sonuç elbette indi düşüncemiz olup, eksik ve hatanın muhtemel olabileceğini de şimdiden hatırlatırız.

Konumuz ile ilgili ayetlerin meali şöyledir;

[019.027] Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: «Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın.»
[019.028] Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.
[019.029] Bunun üzerine ona işaret etti, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz dediler.
[019.030] Dedi ki ben Allah'ın kuluyum. Bana Kitabı verdi ve beni nebi kıldı 
[019.031] Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı ve yaşadığım müddetçe salatı ve zekatı emretti.
[019.32] Beni anneme saygılı kıldı, beni eşkiya bir zorba yapmadı.
kaldırılacağım gün de.»
[019.033] Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.

Konuya girmeden evvel, Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetleri üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin temelinde, Hristiyanlar tarafından onun ilah olarak görülme inancını ret etmek yatmaktadır. İsa (a.s) ile ilgili ayetlerde bir ön kabul gerekiyor ise, bu ön kabul ancak onun ilahlığının ret edilmesi düşüncesi olmalı, onun Allah'ın bir kulu elçisi olduğu hatırlatması yapıldığı merkeze alınmalıdır. Bu noktayı dikkate alan bir okumada aslında İsa (a.s) ın bebek iken konuşup konuşmadığı problem olarak görülmeyecek, konuştuğu sözlerde nasıl bir mesaj verilmek istenildiği dikkate alınacaktır. 

Meryem s. 16-26. ayetlerine kadar, İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetler olup, yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler, onun doğumu sonrasında annesi ile birlikte kavmine gelişi ile ilgilidir. Bu ayetleri okuduğumuz zaman, İsa'nın hemen doğumunu müteakip kavmine gelmişler gibi bir durum anlaşılmakta, doğal olarak ta böyle bir durumda ise İsa'nın henüz bir bebek olduğu şeklinde bir çıkarımda bulunulmaktadır.

İslam dünyasında yazılan tefsirlere kaynaklık eden, Razi , Kurtubi, Taberi gibi tefsirlerde, bu ayetler ile ilgili yapılmış olan yorumlara baktığımızda, henüz bebek bir halde iken konuşan İsa'nın konuştuğu sözler üzerinde bir takım müşkülatın olduğu, bu müşkülatın ise İsa'nın bebek iken kesinkes konuştuğu ön kabulü içinde çözülmeye çalışıldığı görülmektedir.

Bu müşkülatların altında yatan ana sebep, İsa'nın henüz bebek iken konuşmuş olması düşüncesinin merkeze alınarak ilgili ayetlerin yorumlanmasıdır. Eğer İsa'nın bebek çağını geçtikten sonra annesi ile kavimlerine döndükleri düşüncesi etrafında konuya bakılacak olsaydı, zaten herhangi bir müşkülatın da ortaya çıkması mümkün değildi.

İsa'nın henüz bebek iken konuştuğu düşünülerek yapılan yorumlarda ortaya çıkan müşkülatlar ise, henüz bebek bir çağda iken birisinin nebi olması ve ona kitap verilmesidir. Çünkü böyle bir seçim için önce seçilen kişinin akıl baliğ bir çağda olması gerektiği bilinmektedir. Bebek bir kimsenin nebi ve kitap sahibi olması, o tefsirlerde dahi muhal olarak düşünüldüğü için, nebi ve kitap sahibi olmasının bebek iken değil, gelecekte gerçekleşeceği şeklinde yorumlar yapılmaktadır. 

Bu tür yorumlar ise bir başka müşkülatı da beraberinde getirmektedir. İsa (a.s) ın daha bebek iken nebi ve kitap sahip sahibi olması ve söylediği diğer sözler, insanın fiillerinde serbest olmadığını savunan Cebriye düşüncesinin elini kuvvetlendirmesine kapı açması söz konusudur. Çünkü insan, iyi ve kötüyü seçmek için hür iradesini kullanması gerekmekte, İsa'nın daha bebek iken söylediği sözler ise onun hür iradesini kullanmasına engel olan bir durum olarak yorumlanabilmektedir.

Şayet geçmişte yapılan tefsirlerde İsa (a.s) ın henüz bebek iken konuştuğu ön kabulü olmadan bu konuda farklı yorumlar yapılabilmiş olsa idi, bugün tabu haline gelmiş bir konu olan İsa (a.s) ın bebek iken konuşup konuşmadığı konusu daha rahat tartışılabilecek,  daha öncesinden yapılmış farklı yorumlar bulunabileceği için, bugün bebek iken konuşmadığına dair yapılan yorumlar sert bir şekilde tepki görmeyecekti.

Biz, bize gelebilecek olan tepkileri de göze alarak, bazı kelimeler üzerinden konu ile ilgili çalışmamıza devam etmek istiyoruz.

İsa (a.s) ın Meryem s. 30. ve 33. ayetler arasında yaptığı konuşmayı anlamak için öncelikle onun doğumu ile annesi ile kavimlerine gelişleri arasında ne kadar bir zaman geçmiş olabileceğinin ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü İsa'nın bebek iken konuştuğuna dair olan düşüncenin temelinde, onun doğumun hemen akabinde annesi ile birlikte kavimlerine döndükleri gibi bir düşünce hakimdir. 

Kur'an kıssalarına baktığımız zaman, bir elçinin kavmi ile olan mücadelesi, ve bu mücadele sonucunda meydana gelen helak olayının, sanki kısa bir zaman aralığı içinde gerçekleşmiş gibi bir anlatım üslubu kullanıldığı görülmektedir. Halbuki elçiler, uzun yıllar kavimleri ile mücadele etmiş, helak olayı ise uzun yıllar süren bir mücadele sonucunda gerçekleşmiştir. Kur'an, kıssa yollu anlatımlar ile tarihi malumat vermeyi amaçlamadığı, kıssalar üzerinden insanlara ibretler sunmayı amaçladığı için, arada geçen zaman aralığından bahsetmez. Ancak Kur'an dikkatli okunduğunda bize arada geçen zaman konusunda bilgi verebilecek ayetlerin de olduğu görülebilir.

Meryem ile oğlunun kavimlerine gelmesini anlatan ayetlerin bir öncesi, İsa'nın doğumu ile ilgili olduğu için Meryem s. 26. ayeti ile, 27. ayeti arasında bir kaç haftalık zaman aralığı olduğu düşüncesi hakim olmuş, bunun neticesinde ise İsa'nın bebek iken kavmine geldiği düşüncesi hakim olmuştur. Şayet Kur'an kıssalarındaki anlatım üslubu dikkate alınarak ilgili ayetler yorumlanmaya çalışılsa idi, Kur'an içinde bir başka ayet delaleti ile 26. ve 27. ayet arasında geçen zamanı anlayabileceğimiz bir ayet olabileceği akla gelebilirdi.

Meryem'in hamile kalması, İsa'yı doğurması ve onu kavmine getirmesi ile ilgili arada geçen zaman konusunda belki hiç kimsenin dikkate dahi almadığı, tabiri caizse Kıyıda köşede kalmış bir ayet olan Mü'minun s. 50. ayeti bizlere bilgi verebilir. 

[023.050] Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik.

Bu ayet, Meryem ve oğlunun doğum sonrası yaşamını sürdürdüğü yer ile ilgili bilgi vermektedir. Bu ayeti İsa'nın doğumu ile kavimlerine dönmesi arasına yerleştirerek okuduğumuz zaman, doğumun hemen akabinde kavimlerine dönmediklerine dair bir yorum çıkarmak mümkündür. 

Bizim bu iddiamıza karşı bir başkasının elbette, bu ayetin verdiği bilginin doğumun hemen akabinde kavmine döndükten, kavmi onlara karşı tepki gösterince yine kavimlerini terk ettikten sonra olan yaşamları ile ilgili olmadığı ne malum? şeklinde bir karşı itiraz getirmesi de mümkündür. Böyle bir itiraz gelecek olursa biz de bu itiraza karşı, İsa'nın doğumunun anlatıldığı ayetlerdeki su arkı ve hurma ağacının bu ayet ile bağının kurulmasının mümkün olduğunu, İsa ve annesinin doğum sonrası yine o topraklarda belirli bir süre kalmış olmasının daha muhtemel olduğunu söyleyebiliriz.

Bu ayetin bize verdiği kanaate dayanarak, Meryem ve oğlunun doğumun hemen sonrasında değil, belirli bir süre geçtikten, yani İsa (a.s) bebeklikten çıktıktan sonra kavimlerine döndüklerini söyleyebiliriz. Aradan ne kadar zaman geçtiği konusunda net bir rakam vermek elbette mümkün değildir, ancak ne kadar bir zaman geçmiş olabileceği konusunda, Yahya (a.s) ile ilgili ayetleri okumak sureti ile fikir sahibi olmanın mümkün olduğunu düşünmekteyiz.

Meryem s. 27. ayetinde geçen "Böylece onu taşıyarak kavmine geldi" cümlesinde geçen tahmiluhu kelimesine İsa'nın bir bebek olduğu kabulü içinde anlam verilmeye çalışılmış, onu kucağında taşıyarak getirdiği şeklinde yorumlara sebep olmuştur. Kelimenin Kur'an'da geçtiği başka ayetlere baktığımızda bize farklı bir bakış açısı kazandıracaktır. 

[009.092] Binek temin etmen için (litahmilehüm) sana geldiklerinde: «Sizi bindirecek bir şey (ahmiluküm) bulamıyorum» deyince, harcayacak para bulamamaları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir.

Tevbe s. 92. ayetinde geçen kelimeye baktığımızda bu kelimenin binek hayvan ile ilgili olarak kullanıldığını görmekteyiz. Yani Meryem'in İsa'yı taşıyarak kavmine getirmesini, onu sadece kucağında getirmesi olarak değil, binek üzerinde getirmesi olarak ta anlamak mümkündür. Kucağında taşıyarak getirmesi şeklindeki yorumlar, yine onun bir bebek olarak kavmine geldiği şeklindeki ön kabulün bir sonucudur.

Meryem s. 28. ayetinde kavmi tarafından Meryem'e gösterilen tepkiye karşılık, 29. ayette Meryem'in oğlunu işaret ettiğini görüyoruz. Meryem'in bu işaretine karşı kavmi ona "beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz" diyerek itiraz etmektedirler. Ayet içinde geçen Sabiyyen kelimesi, Kur'an içinde bir başka yerde sadece Yahya (a.s) ile ilgili olarak geçmektedir. 

[019.012] Ey Yahya, Kitab'a kuvvetle sarıl. Sabi iken ona hikmet verdik.

Sabi; Henüz ergenlik çağına erişmemiş kişiler için kullanılan bir kelimedir. İsa (a.s) ın sabi bir halde olmasının anlamının, Yahya (a.s) ın sabi bir halde kendisine hikmet verilmiş olması ile birlikte okuyarak anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Kavminin ona karşı böyle bir kelime kullanmış olması, onun bebeklikten çıkmış olmasını göstermesi açısından önemli bir ifadedir.

Ayet içinde Yahya'ya yapılan huzil kitabe bi kuvvetin hitabının bir benzerinin İsrailoğullarına da yapıldığını görmekteyiz (2.63-93/ 7. 171). Buradan anlaşılabilecek olan nokta, Yahya'nın kitap ile mükellef olması ve o yaşta iken elçilik ile görevlendirilmiş olmasıdır. Bu da bize göstermektedir ki , Sabi olarak tanımlanan bir kişinin akıl baliğ bir hale gelmiş olması gerekmektedir.

Ayrıca Yahya'ya hikmet verilmesi ile ilgili olarak, bu kelimenin geçtiği diğer ayetlere baktığımızda, bu kelimenin elçiler ile ilgili kullanıldığını görmekteyiz.

[021.074] Lut'a da hüküm ve ilim verdik; onu, çirkin işler işleyen kasabadan kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavimdi.
[021.079]  Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile beraber tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları Biz yapmıştık.
[026.021]  Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni resullerden kıldı.

Maaleseftir ki tefsircilerimiz, Yahya (a.s) a sabi halde hikmet verilmesini onun elçi ve kitap ile mükellef olması olarak yorumlarken, aynı kelimenin kullanıldığı İsa (a.s) için beşikte konuşan bir bebek olarak yorumlamak çelişkisine düşmüşlerdir. 

Halbuki Yahya için kullanılan sabi kelimesinin ne anlama gelebileceğini düşünerek, aynı kelimenin İsa için de kullanılmasını dikkate alan yorumlar yapılmış olsaydı, ya İsa'nın bebek halde iken konuştuğu iddiasının bir benzerinin Yahya için getirilmesi gerektiğini, veya Yahya'nın sabi halde elçi olmasının onun belirli bir yaşa erişmiş olduğu dikkate alınarak, İsa'nın da sabi olmasından onun da belirli bir yaşa sahip olduğu çıkarılabilirdi.

Yine bu noktada İsa (a.s) için kavminin onun için kullandığı fil mehdi (beşikte), ve Al-i İmran s. 46 ve Maide s. 110. ayetlerinde geçen fil mehdi ve kehlen (beşikte iken ve yetişkin iken) kelimelerinin onun bebek iken konuştuğuna delil teşkil ettiği, dolayısı ile onun bebek çağının daha üzerinde olan bir yaşa sahip olduğu iddiasının yanlış olduğu ortaya atılabilecektir.

Bu konu ile alakalı olarak Prof. Dr. Murat Sülün henüz yayınlanmamış olan Allah'ın Yardımı Meselesi adlı kitabında şunları söylemektedir;

"Sözgelimi beşikte iken konuşması… Bir bebek, ağlayarak, tepinerek vs. meramını iletebilir ise de, karşısındaki ile lisanî anlamda iletişim kuramayacağı açıktır; kolektif akıl ve bilimsel veriler bunu gerektirir. Dolayısıyla, İsa’ya atfedilen bildiğimiz anlamda bir konuşma –şayet sabitse- hāriku’l-âde bir şeydir. Fakat konuşmanın içeriğine dikkat edilirse, İsa’nın “bebekken kitap sahibi bir peygamber olmadığı” aşikârdır. Bu ancak mecazen olabilir, yani “ileride verecek” mealinde tahakkuk-ı vukū‘una binâen ve bi‘tibâri mâ yeûlu ileyh. Oysa mezkûr sözleri “İsa’nın tüm hayatı boyunca söylediklerinin özeti” olarak kabul ettiğimizde, ibare hakikat anlamıyla düşünülebilmektedir. Bu konuşma nakledilirken, فقال [Bunun üzerine İsa da şöyle dedi] değil de, قال [İsa demiştir ki] buyrulması bu anlamı destekler niteliktedir. Ayrıca, “beşikteki” ifadesinin “yetişkin olmayan” anlamına gelebileceği, “çocuk” kelimesinin iddialı gençler için ukala yaşlılar tarafından sık sık kullanıldığı da vâkıadır [Oysa akıl yaşta değil, baştadır]. İlim talebinin “beşikten mezara kadar” devam ettirilmesi istenirken de aynı mecaza başvurulduğu, yani tahsilin çok küçük yaşta başladığı anlaşılmaktadır. “Ağzı süt kokuyor” vs. nitelemeler, ilgili şahsın önemsizliğini, “daha dünkü çocuk” olarak nasıl böylesine büyük iddialarda bulunabildiğine şaşıldığını ifade etmek için kullanılmaktadır. İsa Mesih hakkındaki “beşikte iken de yetişkin iken de insanlarla konuşma” temasında bu tekabül dikkat çekmektedir. Hâsılı; “Ben Allah’ın kuluyum; bana kitap verdi, beni peygamber kıldı…” mealindeki 30-31. âyetlerin açık delaletinden -yani böyle diyebilmesi için, o sırada kendisine kitap ve peygamberlik verilmiş olması gerektiğinden- anlaşılacağı üzere İsa Mesih, “hayatı boyunca” bu gerçekleri haykırmıştır. [Aslında, bu ifadelerin Kur’an’ın farklı bir üslup özelliği olarak, İsa Mesih’e Hazret-i Peygamber’in çağından geriye doğru gidilerek atfedildiği anlaşılmaktadır. Kur’an’da kıssa anlatılırken pratik ve pragmatik bir yaklaşımla Asr-ı Saadet olguları esas alınır. Hazret-i İsa da “Ben Allah’ın kuluyum” ifadesini o esnada yani henüz ‘tanrı’laştırılmamışken söylemiş olmayabilir. "

Sayın hocanın özellikle İsa (a.s) ın beşikte konuşması ile ilgili olarak söyledikleri dikkate değer sözlerdir. 

İsa (a.s) için kullanılan Mehdi (beşikte) ve Kehlen (yetişkin iken) kelimelerinin onun nebi ve resul olması ile ilgili yani ilk andan son ana kadar kavmine neleri tebliğ etmiş olduğunun anlaşılması olarak okumak mümkündür. Çünkü İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin merkezinde ona Hristiyanlar tarafında yüklenmiş olan ilahlık misyonunun ret edilmesi yatmaktadır. Onun maide s. 117. ayetinde geçen sorgulama sahnesindeki söylediği sözler önemlidir.

"Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin."

İsa (a.s) hayatı boyunca sadece Allah (c.c) nin rab olduğunu ve ona kulluk edilmesi gerektiğini tebliğ eden elçiler silsilesinin bir halkası olarak yaşamını sürdürmüş, yaşamının sonuna kadar bu yol üzerinde devam etmiştir.

İsa (a.s) ın 30-31-32-33. ayetinde söylediği sözler yine tefsirlerde, neden kavminin annesine attığı iftiraya karşı onu savunan ve temize çıkaran sözler söylemek yerine, Allah'ın kulu ve nebisi olduğunu ve kendisine yüklenen bazı sorumlulukları dile getirdiği tartışılmıştır. Bu durumu, başta söylediğimiz İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin onun ilahlığını ret etmek, ve onun bir kul ve elçi olduğunu hatırlatmak merkezli olduğunu dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz.

Bu meyanda İsa (a.s) ın doğumu ile alakalı olan Al-i İmran suresi içinde geçen diğer ayetlerin okunması da fayda sağlayacaktır. 

[003.045] Melekler demişti ki: «Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir kelimeyi, adı Meryem oğlu İsa olan Mesihi, dünya ve ahirette şerefli ve Allah'a yakın kılınanlardan olarak müjdeler».
[003.046] «İnsanlarla, beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacaktır ve o, iyilerdendir».
[003.047] Meryem 'Ey Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışken nasıl olur da çocuğum olabilir?' dedi. Dedi ki: 'İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasına karar verince ona sadece «ol» der o da hemen oluverir.'
[003.048] O'na kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
[003.049]  O'nu İsrailoğullarına resul olarak (gönderecek) ve onlara şöyle diyecektir: Ben, size Rabbınızdan bir ayet getirdim. Ben, size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim de Allah'ın izniyle, hemen kuş olacak. Anadan doğma körleri ve alacalıları iyi edeceğim. Allah'ın izniyle ölüleri dirilteceğim. Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer iman edenlerden iseniz; elbette bunda sizin için ayet vardır.
[003.050]  Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin
[003.051]  Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte bu doğru yoldur

Meryem suresinde gördüğümüz Meryem'in hamile kalması ve İsa'nın doğması ile ilgili ayetlerin benzeri, Al-i İmran suresinde bulunmaktadır. Fakat bu ayetlerde farklı bir anlatım üslubu kullanılmakta olduğu görülmektedir. Meryem suresinde geçen ayetlerde İsa (a.s), beşikte olarak ifade edilen bir durumda NEBİ olarak konuşmuş iken, bu ayetlerde yetişkin bir kimse olarak RESUL vasfı ile konuşmaktadır.

İsa (a.s) ın Meryem suresinde Nebi, Al-i İmran suresinde Resul olarak konuşması, üzerinde durulması gereken bir konudur. Allah (c.c) tarafından seçilen beşer cinsinden olan kimselerin tamamının ortak vasıfları Nebi Resul olmalarıdır. Bu kimselerin Allah (c.c) den vahiy almaları onların Nebi  olmalarını sağlarken, aldıkları bu vahyi muhataplarına ulaştırmaları ile ilgili görevleri ise, onların Resul olmalarını sağlamaktadır.

Meryem ve Al-i İmran surelerinde geçen ayetleri birlikte okuduğumuz zaman, İsa (a.s) Sabi olarak yani henüz yetişkinlik çağına gelmediği bir yaşta vahiy ile şereflendirilerek Nebi olmuş, yetişkin çağında ise, Allah (c.c) nin İsrailoğullarına dair olan emirlerini tebliğ etmek görevi ile Resul olmuştur.

Sonuç olarak; İsa (a.s) ın nebi olması ile resul olarak görevlendirilmesi arasında bir zaman farkı olup, onun nebi olarak seçilmesi bebek çağında değil Yahya (a.s) gibi yetişkinlik öncesindedir. Bebek iken konuştuğunun düşünülmesi, Meryem suresi içinde anlatımda doğumu ile annesi ile kavmine gelmesi arasında pek bir zaman farkı yokmuş gibi algılanması sonucunda olduğu kanaatindeyiz. Eğer Mü'minun s. 50. ayeti ve Yahya (a.s) ile ilgili anlatımlar dikkate alınarak annesi ile kavmine gelmesinin anlatıldığı ayetler okunmaya çalışılsa idi, onun bebek iken konuşmuş olması şeklinde tabu haline gelmiş bir inancın hakim olması pek mümkün olmazdı.

Bizim bu düşünceye varmak için kullandığımız yöntemin, İsa (a.s) ın kesin olarak konuşmasının mümkün olmayacağı ön kabulünü ayetlere söyletmeye çalışmak olmadığını tekrar hatırlatmak isteriz. Biz sadece bu konudaki ayetlerin delaleti ile böyle bir düşünce içinde olduğumuzu, bebek iken konuştuğuna dair olan düşüncelerin kesin yanlış şeklinde tarafımızdan mahkum edilmeye çalışılmadığının da dikkati çekmiş olmasını umut etmekteyiz.

Çalışmamızın temelini İsa (a.s) ın doğumu ile kavmine gelişleri arasında belirli bir zaman aralığı olması üzerine kurmaya çalışmış olmamız, İsa (a.s) ın bebek iken konuşmadığını iddia eden kimselerin bu iddialarını ya ilgili ayetleri tahrif etmek cüretini göstermek (Hakkı Yılmaz örneği) ya da bu konuda sadece zanna dayalı olarak ortaya koydukları düşüncelerin tatmin edicilikten uzak olmasındandır.

Yaptığımız çalışmaya dikkat edilirse, İsa (a.s) ın bebekte konuşmadığına dair olan kanaatimizi bu konuşmanın imkansız olması düşüncesi üzerine değil, İsa (a.s) ın annesi ile birlikte kavimlerine daha ileri bir yaşta dönmesi üzerine, Kur'an içinden ayetler getirmek sureti ile kurmaya çalıştık.

Çalışmamızı okuyan bazı kimselerin, Artık bu da mucizeleri inkar etmeye başlamış gibi ön yargılı ifadeler kullanmak yerine iddialarımızı nasıl bir temele oturtmaya çalıştığımızı dikkate almalarını temenni etmekteyiz.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


9 Haziran 2017 Cuma

Hac s. 15. Ayeti Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

Hac s. 15. ayeti okunduğu zaman, bazı kimselerde bu ayetin nasıl bir mesaj içermiş olabileceği konusunda soru işaretleri doğuran bir ayettir. 

مَنْ كَانَ يَظُنُّ أَنْ لَنْ يَنْصُرَهُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ إِلَى السَّمَاءِ ثُمَّ لْيَقْطَعْ فَلْيَنْظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغِيظُ

Bu ayetin çevirileri genelde şu şekilde yapılmaktadır;

[022.015] [DI] Allah'ın peygamber'e dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse, yukarı bağladığı bir ipe kendini asıp, boğsun; bir düşünsün bakalım, bu hilesi kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?

[022.015] [DV] Her kim, Allah'ın, dünya ve ahirette ona (Resûlüne) asla yardım etmeyeceğini zannetmekte ise, (Allah ona yardım ettiğine göre) artık o kimse tavana bir ip atsın; (boğazına geçirsin); sonra da (ayağını yerden) kessin! Şimdi bu kimse baksın! Acaba, hilesi (bu yaptığı), öfke duyduğu şeyi (Allah'ın Peygamber'e yardımını) gerçekten engelleyecek mi?

[022.015] [E0] Her kim, ona Allah Dünyada ve Âhırette aslâ yardım etmez zannediyorsa hemen Semâya bir ip uzatsın sonra nefesini kessin de baksın keydi gayzını giderecek mi?

Bu ayetin çevirilerinde geçen İntihar etmek, kendini tavana asmak gibi deyimlerin, Arapça orjinal metinde karşılığının bulunmamasına rağmen, bir çok çeviride bu ibareleri veya bu doğrultuda yapılan çevirileri görmekteyiz. Ayrıca bu ayetin bazı kimseler tarafından yapılmış çevirilerinin ise, yardım etmek fiili ile kast edilenin elçi değil, inkarcı kimseler olduğu merkeze alınarak yapıldığını görmekteyiz. 

Yardım etmek fiili ile kast edilenin ayet içinde açık olarak belirtilmemiş olması, böyle yorumlara yol açmakla birlikte, Len yensurehu kelimesindeki hu zamiri ile Muhammed (a.s) ın kast edilmiş olmasının daha muhtemel olduğunu söylemek istiyoruz. Bu ihtimali ise, Kur'an içinde geçen Allah'ın elçilerine yardım sözünün geçtiği ayetler güçlendirmektedir. 

[006.034] Andolsun, senden önce nice resuller yalanlandı ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlamalarına ve sıkıştırılmaya katlandılar. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yoktur; and olsun ki: Peygamberlerin haberi sana da geldi.

[008.062] Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.

[009.040]  Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

[012.110]  Öyleki resuller, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; biz kimi dilersek o kurtulmuştur. Suçlu-günahkârlar topluluğundan zorlu-azabımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.

[030.047]  Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.

[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.

[048.003] Böylece sana, kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde yardım eder.

Elçilerine yardım etmeyi kendisi için bir görev olarak gören Allah (c.c), son elçisine de elbette bir çok yerde yardım etmiş ve bu yardımını kitabında haber vermiştir. Bu durumu dikkate alarak Hac s. 15. ayetini okumaya ve anlamaya başladığımızda Men kane yezunnü el ley yensurahüllahü fid dünya vel ahırati  cümlesinin, "Kim Allah'ın ona (elçisine) dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa" şeklinde yapılan çevirilerinin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Muhammed Esed:
Kim ki Allah’ın kendisine bu dünyada da, ahirette de yardım etmeyeceğini düşünüyorsa, göğe başka bir yolla ulaşmayı denesin de yol katetsin; ve böylece görsün, bakalım, bu hilesi onu sıkıntısından kurtaracak mı

felyemdüd bi sebebin iles semai sümmelyakta  Semaya bir sebeb uzatsın sonra (o yardımı kesmeye gücü yetebiliyor ise) kessin

Sebeb: Bir amaca ulaşmada vasıta olarak kullanılan şey demektir. Yani "yolunu bir şekilde bulsun ve semaya çıksın" demektir. Bazı çevirilerde sema kelimesine, evin tavanı olarak verilen anlamın isabetli olmadığını düşünmekteyiz. Burada kesilmesi istenen şey, evin tavanına bağlanan ve boğaza geçirilen ilmik değildir. Kesilmesi istenilen şey, Allah'ın elçisine yaptığı yardımdır.

Allah (c.c) nin böyle bir ifade kullanmış olması, kullarının böyle bir işi asla başaramayacak olmasındandır. Böyle bir cüretin Firavun tarafından gösterilmeye çalışıldığını haber veren ayetleri okuduğumuz zaman, Hac s. 15. ayetinin anlamı biraz daha açılmaya başlayacaktır.

[028.038] Firavun dedi ki: «Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.»

[040.036-37] «Firavun dedi: Ey Haman, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim.»«Göklerin yollarına. Böylelikle Musa'nın ilahına çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum. İşte Firavun'a, kötü ameli böyle çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun'un hileli-düzeni, 'yıkım ve kayıpta' olmaktan başka (bir şey) olmadı.

Hac s. 15. ayetinde geçen sebeb kelimesinin Mümin s. 36 ve 37. ayetlerinde de geçmiş olması, önemli bir ayrıntıdır. Allah (c.c) elçisi olan Musa (a.s) a düşmanlık yapan Firavun'un sonunu hatırlatarak, elçilerine karşı düşmanlık yapanların, onlara yaptığı yardımı engellemeye çalışanların sonlarının ne olduğunu Firavun örneğinde göstererek, aynı şeyin Muhammed (a.s) a düşmanlık yapanlar içinde geçerli olacağını haber vermektedir.

Göğe yükselebilmek, kulların takatini aşan ve imkansız bir durum olması hasebiyle, Allah (c.c) bu şekilde inkarcılara meydan okumaktadır. Kendisinin elçi iman edenlere olan yardımını engelleyebilmek için böyle bir güç sahibi olmak gerektiğini hatırlatarak, böyle bir güce ise kimsenin sahip olma imkanı olamayacağını herkesin bilmesinden dolayı, elçisine ve iman edenlere yapacağı yardımı kimsenin engellemeye gücünün yetmeyeceğini bu şekilde haber vermektedir. 


felyenzur hel yüzhibenne keydühu ma yeğıyz . Bir baksın (Allah'ın yardımını engellemek için) bu yaptığı hilesi onun öfke ve kinini giderebilecek mi.

Ayeti toparlayacak olursak; Ayet Allah'ın bir sünneti olan elçilerine ve iman edenlere yardım etmesinden kin ve nefret duyanlara eğer güçleri yetiyor ise bu yardımı engellemeleri konusunda meydan okuma yapılmaktadır. 

Ayetin makul bir çevirisi ise şu şekilde yapılabilir;

Kim Allah'ın ona (elçisine) dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa 
Semaya bir sebeb uzatsın sonra (o yardımı kesmeye gücü yetebiliyor ise) kessin
Bir baksın (Allah'ın yardımını engellemek için) bu yaptığı hilesi onun öfke ve kinini giderebilecek mi.


[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.

[058.021] Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin hak edişe bağlı olarak elçilerine ve onlarla beraber olan iman edenlere yardım etmesi onun bir sünneti olup, bu sünneti Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar için de işleyiş göstermiştir. Allah (c.c) nin elçi ve iman edenlere olan yardımı elbette inkarcılar tarafından hoş görülmemekte, onların kin ve nefretini artırmakta idi. 

Allah (c.c), elçisine yaptığı bu yardımı engellemeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini, bu yardımı engellemek için semaya çıkmaya güç yetirmek gerektiği, böyle bir cürete yeltenen Firavun'un akıbetinin ne olduğunu bir çok yerde hatırlatarak, kimsenin kendisi ile boy ölçüşmeye kalkmamasını ihtar etmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


21 Mayıs 2017 Pazar

Bütün Elçilere Kitap Verilmiş midir ? Sorusu Çerçevesinde Kitap Kelimesi Üzerinde Bir Tahlil Çalışması

Nebi ve Resul kelimeleri, İslam adına yapılan konuşma ve tartışmalarda en fazla dile getirilen kelimelerden olmasına rağmen, Kur'an'i anlamda bu kelimelerin tariflerinin doğru yapıldığını, ve birçok kişinin bu kelimelerin anlamlarını doğru biçimde bildiğini söylemek mümkün pek değildir. Klasik bilgiler çerçevesinde yapılan tarife göre Resul , Kendisine kitap ve şeriat verilen elçi, Nebi ise, Kendisine kitap ve şeriat verilmeyen, önceki elçinin kitap ve şeriatını sürdüren elçi demektir. Fakat bunları Kur'an'a arz edecek olursak, maalesef kelimelerin bu şekildeki tarifleri Kur'an'dan onay almayacaktır.

[042.013] Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa ya ve İsa 'ya tavsiye ettiğimiz Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.»

Nebi  için yapılan, yeni bir şeriat getirmemiş olması, önceki elçinin şeriatını sürdürmesi şeklinde yapılan tarifin Şura s. 13. ayetinden onay almadığı görülmektedir. Hiç bir elçinin yeni bir şeriat getirmediği, ilk elçiden beri Allah'ın insanlar için şeriat yani yol kıldığı İslam Dinini tebliğ etmek amaçlı olarak gönderildiklerini Şura s. 13. ayetinden ve diğer ayetlerden öğrenmekteyiz (3. sure 85- 5. sure 6).

Elçilerin yeni şeriat getirmediği, getirdiği şeriatın yani insanlar için belirlenen yolun, ilk elçiden son elçiye kadar aynı olduğunu öğrendikten sonra, klasik tarifte resul için yapılan Kitap verilen elçi, Nebi için yapılan Kitap verilmeyen elçi tarifinin doğru olup olmadığının cevabını Kur'an'da aramaya çalışalım.

[003.081] Allah nebilerden ahit almıştı: «Ant olsun ki size Kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir resul gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?» demişti. «İkrar ettik» demişlerdi de: «Şahid olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim» demişti.

Al-i İmran s. 81. ayetinde, Allah (c.c) nin "Ant olsun ki size Kitap, hikmet verdim" sözünü söylediği kişiler, NEBİ olarak isimlendirilmektedir. Bu ayet bizlere klasik tarifteki Nebilere kitap verilmemiştir iddiasının doğru olmadığını göstermektedir. Ayrıca, Enam s. 84-88. ayetlerde 18 elçinin ismi sayıldıktan sonra 89. ayette "İşte bunlar, kendilerine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir" buyurulmuş olması, elçi vasfına sahip olan bir kimsenin kitap getirmediği iddiasının doğru olmadığını göstermektedir. Sayılan bu 18 elçinin dışındakilere kitap verilmediği şeklinde bir iddia, yukarıda mealini verdiğimiz ayet ile çelişecektir. Dolayısı ile kitap verilmeyen elçi diye bir sözün kullanılması asla doğru değildir.

Bu noktada elçilere kitap verilmiş olmasının ne anlama geldiği önem kazanmaktadır. Kitap kelimesinin klasik tarifteki anlamının, bu konudaki yanlış anlayışı beraberinde getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kitap denildiğinde hepimizin aklına ilk olarak, iki kapak arasına alınmış yazılı sahifeler şeklinde bir tarif gelmektedir. 

Kelimeye bu şekilde verilen anlam elbette doğrudur, fakat kelimenin böyle bir anlam kazanmasına sebep olan temel anlamına baktığımızda bu kelime bizlere, elçilere kitap verilmiş olmasının ne anlama gelebileceği konusunda, daha farklı bir bakış açısı kazandıracaktır.

El Ketbü: İki deriyi dikerek birbirine eklemek anlamındadır. Ketebtüssikae : Tulumu diktim.

Yaygın dilde ise, harfleri yazarak birbirine eklemek anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca bu kelime, birbirine eklenmiş söz yani lafızla ilgili olarakta kullanılır. Kitabetün kelimesi, yazarak arka arka dizmek anlamındadır. Bundan dolayı Allah kelamı her ne kadar yazılmamış olsa dahi Kitabun olarak adlandırılmıştır. Örnek : Elif, lam, mim zalike-l kitabü (Bakara s. 1-2)
(El Müfredat)

Görülmektedir ki, Kitap kelimesi sadece yazı ile arka arkaya dizilen harflerin kağıda yazılarak toplandığı bir objenin adı değil, Muhammed (a.s) ın ağzından dökülen sözlerin arka arkaya toplandığı sözlerin de adı olmuştur.

Kur'an ile ilgili geçen Kitap kelimesini Kur'an'ın Muhammed (a.s) a yazılı olarak indirilmediğini dikkate alarak anlamaya çalıştığımızda, elçinin ağzından dökülen kelimelere de EL KİTAP denildiğini görürüz. İşte kitap kelimesinin bu anlamı, elçilere kitap verilip verilmediğini daha kolay anlamamızı da sağlayacaktır. 

Bu bağlamda kitap kelimesine, ALLAH (C.C) TARAFINDAN SEÇİLEN ELÇİLERİN KENDİLERİNE VAHYEDİLEN SÖZLERİ MUHATAPLARINA AKTARMASI  şeklinde bir anlam verdiğimizde, elçilere kitap verilip verilmemiş olduğu anlaşılacaktır. Allah (c.c) seçmiş olduğu bütün elçilere vahyettiğine, seçilen bu elçilerin de kendilerine vahyedileni muhataplarına aktardığına göre BÜTÜN ELÇİLERE KİTAP VERİLMİŞTİR diyebiliriz.

Bütün elçilere kitap verilip verilmediği yönünde yapılan tartışmalar, kitap kelimesinin anlamının sadece iki kapak arasına kağıttan mamul sayfalara yazılmış harflerden müteşekkil sözler şeklinde bir anlamı olduğu dikkate alınarak, kelimenin ağızdan çıkan harflerin birbirine eklenmek sureti ile sözlerin oluşturulması şeklinde bir anlamı da olmasının dikkate alınmamasından kaynaklanmaktadır. Kelimenin bu anlamı da dikkate alındığında, elçilere kitap verilip verilmediği şeklinde yapılan tartışmaların ne kadar da gereksiz olduğu görülecektir.

Kur'an'daki elçi kıssalarına baktığımızda, kavimlerine gönderilen elçiler, kendilerinin Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olduklarını bildirmektedirler. Allah tarafından bir yetki belgesi olmadan hiç bir elçi kendiliğinden ortaya çıkarak, elçiliğini iddia etmemiştir.

Bu bağlamda resullüğü kendilerinden menkul bazı kimselerin, son zamanlarda ortaya çıkarak BEN DE RESULÜM şeklindeki iddialarını ele almak gerektiğini düşünmekteyiz.

Ahzab s. 40. ayetinde "Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, Allah'ın resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." buyurulmasından hareketle, Nebi ve Resul ayrımına giderek, Nebilik bitmiştir ama resullük bitmemiştir şeklinde bir teori üretmek sureti ile kendilerini resul ilan edenlere, veya bu tür kişileri resul  olarak kabul edenlere rastlamaktayız.

Al- İmran s. 81. ayetine geri dönerek konuyu anlamaya çalıştığımızda, Allah (c.c) nin beşer cinsinden seçtiği insanların bir kısmının nebi, bir kısmının resul olduğunu değil tamamının nebi olduğunu görmekteyiz. Bir insan resul olmadan önce nebi olması gerekmektedir ki Allah (c.c) ona VAHYETSİN YANİ KİTAP VERSİN. Yani bir kimsenin resul olması onun öncelikle nebi olmasından yani bu belgeyi almasından geçmektedir.

Fakat bugün ortalıkta Ben de resulüm diye gezen bir çok kimseye Sen neyin resulüsün? diye sorduğumuzda cevap olarak, Ben Kur'an'ın resulüyüm cevabını vermektedir. Bu noktada kendisini resul ilan edenlerin en tutarlısı !! olduğunu söyleyebileceğimiz İskender Evrenosoğlu adlı şahıs, bu işin kitapsız olmayacağını bildiği için kendisine kitap indirilmiş bir nebi resul olduğunu ilan ederek tutarlı bir sahtekar olduğunu ortaya koyabilmektedir. Bu kişi haricindekiler ise, kendilerine kitap verilmediğini, önceki kitap olan  Kur'an ile idare ettiklerini söyleyerek, büyük bir yalan ve iftiraya imza atmaktadırlar.

Halbuki gerçek bir resul, kendisine kitap verilen yani vahyedilen bir kimse olması gerekmektedir. Kendine kitap verilmemiş yani vahyedilmemiş bir resul, ancak yalancı ve sahtekar bir müfteri olmaktan ileri gidemeyen, dahası tıbbi destek almaya ihtiyacı olan hastalıklı bir kimsedir.

Sonuç olarak; İslam düşüncesinde nebi ve resul ayrımının yapılarak, Allah (c.c) nin seçtiği elçilerin bir kısmının nebi, bir kısmının resul olduğu iddiası Kur'an'dan destekli bir iddia değildir. Bu elçilerin bir kısmına kitap verildiği, bir kısmına verilmediği iddiası da aynı şekilde Kur'an'dan destek almamaktadır.

Kitap kelimesini şayet doğru biçimde anlayacak olursak, halen yapılmakta olan, nebi resul ayrımı veya bunların bazılarına kitap verilip verilmediği yönündeki tartışmalar son bulacaktır.
Kur'an'ın bu konuda ne demiş olabileceğine baktığımızda, Allah (c.c) nin seçmiş olduğu beşer elçilerin tamamının Nebi Resul olduğu, ve tamamına kitap verildiği anlaşılmaktadır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Hud s. 1. Ayeti: Kitabın Ayetlerinin Muhkem Olması Üzerinde Bir Düşünce Çalışması

Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olarak iki kısma ayrılmış olduğu düşüncesi, Al-i İmran s. 7. ayetinden çıkarılmış olup, bu kitabın ayetlerinin hangilerinin muhkem, hangilerinin müteşabih olduğu konusunda herhangi bir fikir birliği bulunmamaktadır. Bırakın fikir birliği bulunmasını, müteşabih ayetin tarifi konusunda dahi problemler bulunmaktadır. 

Kitabın içindeki ayetlerin böyle bir tasnife tutulmasının pek doğru bir yaklaşım olmadığını, kitabın bütün ayetlerinin muhkem olduğunu, müteşabih ayetlerin ise, Allah (c.c) nin indirdiği diğer kitaplar olan Tevrat ve İncil'de olduğu konusundaki düşüncelerimizi, bundan önceki bir yazımızda paylaşmıştık. Bu yazımızda, Hud s. 1. ayeti çerçevesinde kitabın ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. 

Hud s. 1. ayeti doğru anlaşılacak olursa, Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama geldiği de anlaşılacaktır.

الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِي
أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ

[011.001] Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da herşeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından ayırt edilmiştir.
[011.002] Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye. Muhakkak ki ben, size O'nun katından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.

Hu s. 1. ayetinde, kitabın ayetlerinin muhkem ve ayrıntılı (fussilet) kılındığı, 2. ayetinde ise, bunun sebebi açıklanmaktadır. Önce kısaca Fussilet kelimesi üzerinde durmaya çalışacak olursak bu konuda şunları söyleyebiliriz; 

Fussilet; Aralarında belirli bir aralık oluşuncaya kadar, iki şeyden diğerinin birbirinden ayırmak anlamına gelen El Faslu kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin ne anlama gelebileceğini ise, Fussilet suresinden anlayabiliriz.

[041.003] Bu, Arapça bir Kur'an olarak, âyetleri bilen bir kavim için ayırt edilmiş (fussilet) bir kitaptır.

[041.044] Eğer biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dilde okunan bir kitap yapsaydık derlerdi ki: 'Ayetleri ayırt edilmeli (fussilet) değil miydi? Muhatapları Arap olduğu halde Arapça olmayan kitap mı geldi?» De ki: «O mü'minler için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an, onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar.

Fussilet s. 44. ayeti, bu kelimenin muhataplarının anlamamasından ayrılmış yani, muhataplarının anlayabileceği bir dilde indiğini bildirmektedir.

Şimdi gelelim, asıl konumuz olan kitabın ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerine bir tefekkürde bulunmaya çalışmaya;

Uhkimet; Islah etmek, düzeltmek maksadı ile men etmek, engellemek anlamına gelen Hakeme den türemiştir. 

Muhkem; Bir işi sağlam yapmak, onun bozulmasını engellemek  anlamına gelmektedir. Bir şeyin muhkem olması demek, onun dış etkilere karşı dayanıklı olmasını ifade etmektedir. Muhkem Kale veya Muhkem Duvar denildiği zaman, kalenin ve duvarın dayanıklı olması, dış etkilere ve düşman saldırılarına karşı dayanıklı olmasını ifade ettiği bilinmektedir.

Muhkem Ayet deyimini, kelimenin bu anlamından hareketle anlamaya çalışmanın, bizi daha sağlıklı bir düşünce sahibi yapacağını düşünmekteyiz. Klasik tefsir anlayışındaki Muhkem Ayet tarifinin, kelimenin bu anlamı ile örtüşmediğini düşünerek, Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde şunları söyleyebiliriz;

Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünenlerin bu kelimenin geçtiği Hac s. 52. ayeti üzerinde hiç tefekkür etmediğini görmekteyiz. Halbuki bu ayet bizlere, Kur'an ayetlerin muhkem kılınmasının ne anlama geldiğini bildirmektedir. Hac s. 52. ve bu ayet ile ilgili olan diğer ayetleri dikkate alan bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, klasik tefsir anlayışındaki Muhkem Ayet tarifinin hiç de öyle olmadığı görülecektir.

[022.052] [E0] Hem biz senden evvel ne bir Resul ve ne bir Nebiy göndermedik ki bir temenni kurduğu vakıt Şeytan onun ümniyyesine bir ilka yapmış olmasın, bunun üzerine Allah Şeytanın ilka ettiğini derhal nesheder de sonra Allah, âyetlerini muhkemler (yuhkimu) ve Allah, alîmdir, hakîmdir

Hac s. 52. ayeti, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olan bütün Resul Nebilere inen vahye, Şeytan tarafından bir ilka yapılmaya yeltenildiğini, fakat Şeytan'ın bunu asla başaramadığını, bütün elçilere inen vahyin Şeytan'ın karıştırmasına karşı korunmuş olduğunu beyan etmektedir.

Hac s. 52. ayetinin Muhkem Ayet deyiminin anlaşılmasında anahtar konumda olmasını dikkate alarak, bu ayetin mesajının daha net anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Kur'an'a baktığımız zaman Allah (c.c) yerdeki beşer elçiye vahyini ulaştırmada Melek Elçi kullandığını görmekteyiz (Nahl s. 2- Şura s. 51- Hac s. 75). Melek elçinin ontolojik mahiyetinin olup olmadığı, ne veya nasıl olduğu konusunda bizler tarafından herhangi bir yorum yapmanın mümkün olmadığını, beşer elçilere neden böyle bir yol ile vahyedilmiş olduğu üzerinde düşünebileceğimiz konusunda, daha önce yazmaya çalıştığımız yazılar mevcuttur.

Kur'an'ın Allah (c.c) den  Melek Elçiye, ondan da  Beşer Elçiye ulaştırılmış olduğu konusundaki, ve bu yolda vahye herhangi bir Şeytan karıştırmasının meydana gelmediğini beyan eden bazı ayetler, Hac s. 52. ayetini anlama konusunda kolaylık sağlayacaktır.


[015.016-8]  Gerçekten Biz, gökte burçlar yarattık ve onları seyredenler için yıldızlarla süsledik. Hem onu kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı edenler olursa, onu da parlak bir ışık kovalar.

[037.006-9]  Muhakkak ki, Biz yakın olan göğü ziynet ile yıldızlar ile bezedik. Ve hem her isyankar şeytandan muhafaza ettik. Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azap vardır.

[072.008-9] «Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk.» Doğrusu biz; göğün dinlenebileceği bir yerinde oturmuştuk; ama şimdi kim onu dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir alev buluyor.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, teşbihi bir anlatım üslubu dahilinde, vahyin beşer elçiye ulaşmasında ona herhangi bir yol kazası olmadığını, herhangi bir dış müdahele olmadığını, vahyin Allah (c.c) den beşer elçiye sağlam bir şekilde geldiğini haber vermektedir.

Hac s. 52. ayetinde, Şeytan'ın tasallutuna karşı Allah'ın ayetlerinin MUHKEM kılınmış olması, bu kelimenin Dış etkilere karşı dayanıklılık anlamını dikkate aldığımızda, daha net anlaşılacak, KUR'AN'IN BÜTÜN AYETLERİNİN DIŞ ETKİLERE KARŞI KORUNMUŞ, YANİ MUHKEMLEŞTİRİLMİŞ AYETLER olduğu anlaşılacaktır.

Bu ayetleri dikkate alarak yapacağımız Muhkem Ayet tarifi, artık klasik tefsir anlayışındaki tarif ile farklılık arz edecektir. Klasik tefsir anlayışında hakim olan, Kur'an ayetlerinin Muhkem Ayet ve Müteşabih Ayet olduğu şeklinde yapılan bir ayrım, Kur'an'ın muhkem olmadığı, yani müteşabih olduğu iddia edilen ayetlerinin dış etkilerden korunmadığı gibi bir anlayış ortaya koyma ihtimalinden dolayı, sakıncalı bir ayrımdır. 

Muhkem ve Müteşabih ayet ayrımını kabul edenlerin hiç birisinin, Kur'an'ın müteşabih ayetlerinin dış etkilerden korunmamış olduğunu iddia ettiklerini söylemek istemediğimizi, fakat böyle bir ayrım yapmanın sakıncasını ortaya koymak açısından bunları söylediğimizi önemle hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak; Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde kategorize edildiği, ve bu ayrımın kemikleşmiş bir düşünce olduğu bilinmektedir. Fakat bizim düşüncemiz bu ayrımın, Muhkem kelimesinin anlamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınmaması sonucu yapıldığı yönündedir.

Kur'an'ın ayetlerinin muhkem olmasını, bütün ayetlerinin dış etkilerden korunmuş vaziyette Muhammed (a.s) a ulaşmış olması şeklinde anladığımız zaman, Kur'an'ın bütün ayetlerinin MUHKEM AYETLER  olduğu anlaşılacak, Müteşabih Ayetlerin Kur'an içinde olduğu düşüncesinden vazgeçilmek zorunda kalınacaktır.

Bu iddiamızın başkaları tarafından kabul görmesinin elbette zor olduğunu bilmekteyiz. Yüzyıllardır Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olarak iki kısma ayrıldığına dair olan düşüncenin bir anda yıkılması zaten beklenemez. Ancak Muhkem kelimesinin anlamını dikkate alan Kur'an merkezli bir okuma yaparak konuyu anlamaya çalıştığımızda, karşımıza bu durum çıkacaktır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

2 Nisan 2017 Pazar

Nisa s. 14. Ayetinden Resulün Hüküm Koyma Yetkisi İle İlgili Bir Çıkarım Çalışması

Allah (c.c) nin kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ın din de hüküm koyma yetkisine sahip olup olmadığı konusunda bir takım tartışmaların yapıldığı malumdur. Bir kısım Müslüman, Kur'an içinde bulunan Allah'a ve Resulüne itaat edin ayetlerini, ve bu konudaki diğer bazı ayetleri öne sürerek, resulün de aynı Allah (c.c) gibi hüküm koyma yetkisine sahip olduğunu iddia etmektedirler. Muhammed (a.s) ın din de hüküm koyma yetkisinin olduğu ile ilgili delil olarak öne sürülen ayetleri bundan önceki bazı yazılarımızda ele almaya çalışmıştık. 

Bu yazımızda sadece Nisa s. 14. ayetini ele alarak, resulün hüküm koyma yetkisinin olup olmadığını bu ayet üzerinden konuşmaya çalışacağız. 

وَمَن يَعْصِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُّهِينٌ

[004.014]  Kim de Allah'a ve O'nun elçisine isyan eder de onun hududlarını aşarsa, onu da içinde temelli kalmak üzere ateşe sokar. Hor ve hakir edici bir azab vardır onun için.

Bu ayet, Nisa s. 11. ayetinden itibaren başlayan miras paylaşımı ile ilgili ayetlerin bağlamına dahildir. 13. ayette Allah ve resulüne itaat edene verilecek mükafat haber verilirken, 14. ayette Allah ve resulüne asi olana verilecek azap haber verilmektedir. Yine 14. ayet içindeki HUDUDEHU (O nun hududları) kelimesine dikkat edildiğinde, bize Muhammed (a.s) ın hüküm koyma yetkisi hakkında bilgi verebileceğini de görmekteyiz.

Resulün din de Allah (c.c) gibi hüküm yetkisinin olduğunu savunanlar, bu savunmalarını Allah ve resulü şeklinde geçen ayetlerdeki VE bağlacına dayandırmaktadırlar. Bu bağlacın Allah ve elçisini ayırarak, resulün Allah'tan ayrı olarak hüküm koyma yetkisine sahip olduğunun delillerinden biri olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddianın sağlam bir iddia olmadığı, konumuz olan ayetten vereceğimiz bir örnek ile görülecektir. 

Ayette "Kim de Allah'a ve O'nun elçisine isyan eder de" buyurulduktan sonra, eğer Allah ve elçisinin ayrı ayrı hüküm koyma yetkisine sahip olduğunun delilinin çıkarılabilmesi için, devam eden "onun hududlarını aşarsa" ibaresinde o ikisini ifade eden tesniye yani ikili bir zamirin olması gerekir , ilgili kelimenin HUDUDEHÜMA ( ikisinin hududları) şeklinde olması gerekirdi.

Halbuki kelime tek bir kişiyi kast eden bir anlama sahip olarak HUDUDEHU şeklinde gelmiştir. Bu ifadeden, din de hüküm koyma yetkisinin sadece Allah (c.c) ye ait olduğu anlaşılmaktadır. Resul din de hüküm koyma yetkisine sahip ayrı bir kişi değil, hüküm koyma yetkisine sahip olan tek yetkili Allah (c.c) nin bu hükümlerini duyurmak ve yaşamak ile görevlendirilmiş bir kuludur.

Bu çalışmayı yapma amacımız, Kur'an ayetlerinin dikkate alınarak  herhangi bir konuda delil bulmanın gereğine dikkat çekmeye, ve belki hiç alakası olmadığı zannedilen bir ayet içinden, önemli bir konunun delilinin bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır.

Eğer Allah (c.c) hüküm koyma yetkisini elçisi ile paylaşmış olsa idi, Nisa s. 14. ayetinde sadece kendisini işaret eden tekil zamiri yerine, kendisi ve elçisini işaret eden ikili zamir kullanılması gerekir, böylelikle hüküm koyma yetkisini elçi içinde geçerli olduğu iddiasının güçlü bir iddia olduğu anlaşılabilirdi. Ancak bu iddiayı güçlü kılacak bir delilin olmadığı Nisa s. 14. ayetin anlaşılmaktadır. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Mart 2017 Salı

Musa (a.s) ın Asasının Taş'tan Su Çıkarmasının Bize Dönük Mesajı Üzerine Bir Okuma Çalışması

Musa (a.s) kıssası bilindiği üzere, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip bir kıssadır. Bu kıssa içinde gördüğümüz Musa'nın elindeki asanın, asli şeklinin dışında farklı bir şekil alarak yılana dönüşmesi, ve sihirbazların yaptığı sihri yok etmesi ile ilgili ayetler herkesin malumudur. Bu konulara daha önceki yazılarımızda değinmeye çalışmış, Asa üzerinden bizlere nasıl mesajlar verilmiş olabileceği üzerinde durmaya gayret etmiştik. 

Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir. 

[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.

[007.160]  Biz onları  ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Bu ayetler okunduğunda akla ilk olarak, Firavun kavminden kurtularak denizin karşı kıyısına geçen İsrailoğullarının suya olan ihtiyacının, Musa (a.s) ın elindeki asa ile kayaya vurulmak sureti ile kayadan çıkan 12 göze ile karşılandığı anlaşılmaktadır. Kayadan çıkan 12 gözenin, asanın taşa vurulmak sureti ile birden mi, yoksa asanın güç sembolü olduğu dikkate alınarak belirli bir çalışma sonrasında mı çıktığı bu yazının konusu değildir. Kanaatimizce, anlatılan bu olayda bakılması gereken taraf, suyun nasıl çıktığı değil, çıkan su üzerinden nasıl bir mesaj verilmiş olabileceğidir.

Çünkü böyle bir olay yaşanmış ve bizlere anlatılmaktadır. Kur'an kıssalarının muhataplarına mesaj içermiş olduğunu dikkate alarak bu ayetleri okuduğumuz da, konunun sadece suyun nasıl çıkmış olabileceği yönünden tartışılması, kıssalar üzerinden bizlere verilmek istenen mesajın anlaşılmasına engel teşkil edecektir. 

[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.

[039.021] Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün, sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır.

Su kelimesinin geçtiği ayetleri okuduğumuzda, gökten inen suyun insanlar ve beldeler üzerinde gördüğü işlev ile, gökten inen vahyin insanlar üzerindeki işlevinin birbirine benzetildiğini görebiliriz. Gökten inen su, ölü beldeyi nasıl diriltiyor ise, gökten inen vahiy de, aynı şekilde ölü insanların dirilmesini sağlamaktadır. Asanın kayaya vurularak, içinden suyun çıkmasını da, su ile vahyin birbiri ile ilgisinin kurulduğu ayetleri dikkate alarak, bu şekilde bir benzetme dahilinde okuyabiliriz.

Su, nasıl insan vücudunun hayatiyetini sürdürebilmesi için olmazsa olmaz ihtiyaçlardan ise, vahiy de aynı şekilde insan için olmazsa olmaz ihtiyaçlardandır. Bu sebepten ötürü Su ve Vahiy, ölüyü diriltmesi açısından bir benzerlik kurularak okunduğunda, Musa (a.s) ın kayadan asası ile su çıkarmasının bize dönük mesajını okumak daha da kolaylaşacaktır. 

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulmak sureti ile kayadan 12 pınar fışkırması, Musa (a.s) ın önderliğinde denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının hepsinin bir arada toplu biçimde yaşadığını göstermektedir. İsrailoğullarının 12 farklı topluluk olması ve hepsinin bir arada yaşaması, bir topluluğun birlik ve beraberliğinin vurgulanması bakımından önemli bir noktadır. Musa (a.s) ve asası, İsrailoğullarının birlik ve beraberlik içinde yaşaması için önemli bir işleve sahiptir. 

Asa adı ile bildiğimiz obje, binlerce yıldır güç sahiplerinin elinde bulundurduğu ve onların güçlerini simgeleyen evrensel sembol haline gelmiş olan bir objedir. Asanın Allah'ın elçisi olan bir kimsenin elinde olması, onun temsil ettiği gücü simgelemektedir. Musa (a.s) ın elindeki asa, temsil ettiği gücü yani Allah (c.c) nin gücünü simgelemesi açısından önemli bir objedir. Musa (a.s) ın asasını sadece ağaçtan mamul bir olarak eşya değil, Allah'ın gücünü simgeleyen bir simge olarak gördüğümüz zaman, asa tarafından yapılan işlerin evrensel mesajları, daha net ve kolay olarak anlaşılacaktır.

Asanın taşa vurulması sureti ile taştan su çıkması, taşın asanın gücü karşısında yumuşaması anlamına gelmektedir. Fakat asanın gücü taşı yumuşatmasına, İsrailoğullarının da aynı şekilde kalplerini yumuşatması gerekmesine rağmen, onların kalbini yumuşatamamıştır. Vahyi ile kalpleri yumuşamayan toplumların akıbetinin ne olduğunu görebilmek için, Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini okumak yeterli olacaktır. 

[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.

Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası  olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.

İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.

[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.

[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet  dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.

İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır. 

Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.

[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.

[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.

[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

[045.016-17]  Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.

Yukarıdaki ayet örnekleri, kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki ayrılıkların sebebini bildirmektedir. Dikkat edilirse bu ayrılığın sebebi vahyin kendisi değil, vahye iman iddiasında olan insanların, aralarındaki ihtirasları olarak beyan edilmektedir. İsrailoğullarının aralarındaki ihtiras yüzünden vahyin birleştiriciliğini terk etmek sureti ile, yeryüzünde zelil bir topluluk haline gelmiş olmaları, ilk muhatapların gözünü açmış, onlar İsrailoğullarının yaptığı hatayı tekrar etmeyerek, Mekke'nin fethine giden yolda emin adımlarla yürümüşler ve hedefe ulaşmışlardır.

[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan  habersiz değildir.

Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40). 

İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).

Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.

Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;

Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.

Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.

İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen   çalışmaktayız. 

Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.

Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir. 

Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.

Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir. 

Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.