İçin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İçin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2017 Pazartesi

Kur'an'da Bayram Var mı Yok mu Tartışmaları Çerçevesinde İnsanların Birliktelik Oluşturmak İçin Kullandığı Ortak Değerler Üzerine

Kur'an'ın son yıllarda Türkiye genelinde gündeme oturmaya başlaması ile İslam adına bildiğimiz bazı konular yeniden masaya yatırılmaya, ve bu konuların Kur'an'i dayanakları olup olmadığı yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Dini Bayramlar olarak bildiğimiz, ve adına Ramazan ve Kurban Bayramı dediğimiz bayramlarımızın, kutlanmasının Kur'an'i açıdan ne derece doğru olduğu konusu, bu merkezde gündeme gelen ve masaya yatırılan konulardan bir tanesidir.

Bir kesim insanlar tarafından, bu tür kutlamaların delilinin Kur'an'da olmadığı, bundan dolayı bayram olarak bildiğimiz günlerin kutlanmasının yanlış olduğu, hatta daha ileri giderek bu tür kutlamaların Şirk olduğu gibi ortaya atılan iddialara rastlanmaktadır. Bu tür iddia sahipleri, din adına ortaya konan bir şeyin meşruiyetinin olması için, Kur'an içindeki herhangi bir surenin bir ayetinde Allah (c.c) tarafından bizlere, Ey kullarım sizler Ramazan ve Kurban bayramı adında iki bayram kutlayabilirsiniz türünden ayetler aradıkları, fakat böyle ayetler bulamadıkları için, bu türden yapılan kutlamaların meşru olmadığını iddia ettiklerini söyleyebiliriz. 

Kur'an eğer, bu tür detaylı bilgiler vermiş olsaydı, bu kitap bir cilt içine değil, yüzlerce cilt içine dahi sığmayacak kadar detaylı bilgiler içeren bir kitap olması gerekirdi ki, bu imkansız bir şeydir. Öyleyse bizim bu konuya başka bir yönden yaklaşarak, bu tür kutlamaların meşruiyetini direk ayet olarak aramak yerine, insanların birlikte yaşamının bir gereği olarak ihdas edilen Yevmü-l Cem (toplanma günleri) deyiminin, insan hayatındaki yeri ve önemini dikkate alarak bakmak daha doğru ve makul bir yaklaşım olacaktır.

İnsan, fıtratından gelen özelliklerden dolayı, diğer insanlar ile birlikte yaşamak ihtiyacı sahip bir varlıktır. İnsanın bu özelliği ise birbirleri ile aralarında aidiyet bağları kurabilecekleri düşünce ve inançlara sahip olmasını beraberinde getirmiştir. Bir insan bir başka insanla, veya bir topluluk bir başka topluluk ile beraber yaşayabilmek için, bazı ortak değerlere sahip olmak ihtiyacını duymaktadır. Bu durum Müslüman olsun veya olmasın, bütün insanlar için aynilik arz eden bir durumdur. 

İnsanların belirli zamanlarda bir araya gelmesi kadim bir kültür olup, bu kültürün izlerini Musa (a.s) kıssası içinde bulmaktayız.

[020.059 Musa: «Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde (yevmüzzineti), insanların toplandığı kuşluk vaktidir» dedi.

Taha s. 59. ayetinde, Musa (a.s) Firavun'un sihirbazları ile buluşma gününün, onların bir araya geldiği bir günde yani bizim Bayram olarak bildiğimiz bir günde olmasını istemektedir. Bu ayete bakarak herhangi bir kimse eğer, Bak al sana işte ayet bayram kutlamak müşrik adetiymiş  diyecek olursa, bu söz onun hayatında söyleyebileceği en trajikomik bir söz olacaktır.

Elbette temelinde şirk inancı yatan toplumların da, bu şirklerini kendi aralarında daha da pekiştirmek için ihdas ettikleri Milli Bayramları da olacaktır. Firavun toplumunun böyle bir bayram kutlamış olması, kadim bir insanlık kültürü bayram ihdasının şirk inancı olduğunu asla göstermez. Şirk inancına sahip olanların bayram kutlamaları yapmaları, bütün bayram kutlamalarının şirk içerdiği anlamına gelmez.

İnsanların bir araya gelmeleri fıtri bir ihtiyaçtan kaynaklandığına göre, onlar bu birlikteliklerini sahip oldukları inancın doğrultusunda oluşturmaları kadar doğal bir şey olamaz. Örneğin; Bir toplum eğer şirk olarak bildiğimiz bir ortak değere sahip ise, bu toplum bu inanca dayalı bayramlar ihdas ederek, bu inançlarını kendi aralarında daha da pekiştirmek yoluna gideceklerdir. 

Kısacası bayramların insan hayatındaki yerini, sahip oldukları inanç ve düşünceleri kendi aralarında daha da pekiştirmek için belirli günler ve zamanlar ihdas etmek sureti ile tertip ettikleri toplantılar olarak tarif etiğimiz zaman, bu fıtri ihtiyacın biz Müslümanlar cephesinden nasıl algılanabileceği daha kolay anlaşılacaktır.

İslam adlı bir dine bağlı olmak demek, bu dine bağlı olan insanlar ile ortak bir payda da buluşmak, aynı inanç ve değerlere sahip olmak anlamına gelmektedir. Bayramların insan hayatındaki en büyük rolü, birbirleri ile dayanışma içinde olduklarını dost düşman herkese ilan etmektir. Bu durum Müslüman olsun veya olmasın her toplum için değişmezlik arz etmektedir. İnsanların birbirleri ile dayanışma içinde olduklarının en büyük göstergesi ise, birbirleri arasında sevgi bağının oluşmasına sebep olan yardımlaşma duygusudur.

Ramazan Bayramı olarak bildiğimiz bayramın daha önceki adının Fıtır Bayramı olduğunu, Fıtır Sadakası olarak bildiğimiz deyimin ise, şu anda her ne kadar olması gereken içeriği sembolik bir hale gelmiş olsa da, bu deyim bize bu bayramın ne anlama geldiğini anlamamızı kolaylaştıracaktır. Kurban Bayramı olarak bildiğimiz bayramın, özellikle Hac suresi içinde geçen Hac ibadeti ile ilgili ayetlerine baktığımızda, nusuk olarak kesilen hayvanların etlerinin insanlara dağıtılması ile, insanlar arasında birlik, beraberlik ve sevgi bağının oluşmasını amaçlandığını söyleyebiliriz.

Ramazan ve Kurban Bayramı olarak bildiğimiz bayramların temelinde, sahip olduğumuz İslam inancının kendi aramızda pekiştirilmesini sağlamak amacı ile Allah'a olan kulluğumuzu dost düşman herkese deklere etmek, bunun yanı sıra insanlar arasında sevgi ve merhametin oluşmasını sağmak amacı ile yardımlaşma vesilesi yattığını düşündüğümüzde, bu tür kutlamaların hayatımızdaki fonksiyonu ortaya çıkarak, bu kutlamaların şirk olduğu gibi saçma düşüncelere de yer olmayacaktır. 

Her inanç sahibi nasıl kendi aralarındaki ortak bağları güçlendirmek için, bazı toplantılar düzenliyor ise, Müslümanlar da kendi aralarındaki ortak bağları güçlendirmek için, toplanma günleri düzenlemektedirler. Ramazan ve Kurban Bayramı adı ile bildiğimiz toplanma günleri, Müslümanların birbiri ile bağını güçlendirmek için kullandıkları önemli toplantı zamanlarındandır.

Bugün Türkiye genelinde yaşayan bazı insanların bayramları tatil vesilesi olarak görerek birbirinden kaçma vesilesi saymaları, hatta bazı bankaların bu kaçışı daha da hızlandırmak için Geleneksel Bayram Kredisi adı altında faizli krediler vermek için insanları teşvik etmesi, bizlerin bayramları olması gereken fonksiyonu göz ardı etmemizi gerektirmez.

Bayramların bazı kimseler tarafından zevk ve eğlence fırsatı haline getirilmiş olması, bizlerin bu bayramları diğer Müslümanların dertleri ile daha yoğun ilgilenme, birbirimiz ile yardımlaşma, Allah'a kulluğun bir vesilesi olarak görmemize engel değildir.

Bugün İslam adına sahip olduğumuz bazı değerlerin içi boşaltılarak anlamsız hale gelmiş olması, bizleri bu değerlerin tamamen ortadan kalkması gerektiği yönünde değil, olması gereken fonksiyonunun yeniden hayata geçirilmeye çalışılması yönünde gayrete gelmemizi sağlamalıdır. Bayramlar insanlar ile İslam adına en dar çerçevede birlik beraberlik sağlamayı değil, en geniş çerçevede birlik oluşturmaya çalışmak için gayret vesilesi olması gerektiği anlaşıldığı anda, gerçek anlamını bulmuş olacaktır.

Kendisini Kur'an ile tanımlayarak, bu tür kutlamalar konusunda farklı düşünce içinde bulunan kimselerin, bayramların insan hayatındaki fonksiyonunu dikkate alarak, bu fonksiyonun Müslüman hayatındaki yerini düşünmeye başladıkları anda, sahip oldukları düşüncelerin ne kadar yersiz olduğunu da kolaylıkla anlayacaklardır.

Bu meyanda bazı kimselerin ise bayramın delilinin Kur'an'da olmadığından yola çıkarak, kendisini Kur'an ile tanımlayan insanların neden bayram kutladıkları yönünde sorular sormak sureti ile alaycı tavırlar takınarak, onlara karşı nefret söylemini geliştirmeye çalışmalarının, bayramların olması gereken işlevine gölge düşürerek, ayrılıkların körüklenmesine vesile olduğunu burada üzülerek hatırlatmak isteriz.

BAYRAMLARIMIZIN ALLAH'A KULLUK, BİRLİK, BERABERLİK, YARDIMLAŞMA VESİLESİ GÖRÜLECEĞİ GÜNLER OLARAK ANLAŞILMASI TEMENNİSİ İLE.

30 Mayıs 2017 Salı

Kehf .s 105. Ayeti: Kafirler İçin Kıyamet Gününde Terazi Kurulacak mı Kurulmayacak mı?

Kur'an'ın en büyük haberlerinden bir tanesi ölümden sonra yeniden diriliş, ve sonrasında dünya hayatında yapılan amellerin karşılığının alınması için hesap görülmesidir. Kur'an kıyamet sonrası hesabın görülmesi anında olacakları birçok ayetinde beyan ederek, bizleri o günün şiddetinden sakınmaya çağırmaktadır.

Yine Kur'an hesap gününde, amellerin karşılığının verilmesi ile ilgili olarak, hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacağını bir çok yerde beyan etmektedir. Kur'an bu durumu bizlere ifade ederken, bizlerin dünya hayatında adalet sembolü olarak bildiğimiz Terazi kelimesini kullanmaktadır. 

Bu ayetlerin literal anlamda okunmasının sonucunda bazı anlama problemleri ortaya çıkmakta, bu durum ise kalbinde hastalık olan bir takım kimseler tarafından istismar edilerek, Kur'an'da çelişki olduğuna dair delil olarak gösterilmektedir. Bu yazımızda, kafirler için terazi kurulmayacağını haber veren Kehf s. 105. ayeti ile, kıyamet gününde terazi kurulacağını haber veren ayetler arasındaki müşkül durumu nasıl okuyabileceğimiz konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[017.035]  Bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun, doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak, sonuç itibariyle daha güzel ve daha iyidir.
[006.152] Yetim malına, erginlik çağına erişene kadar en iyi şeklin dışında yaklaşmayın; ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Biz kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Konuştuğunuzda, akraba bile olsa sözünüzde adil olun. Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah size bunları öğüt almanız için buyurmaktadır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere baktığımızda terazi adı ile bildiğimiz ölçü aletinin insanlar arasında hak ve adaleti sağlaması açısından kabul gördüğünü anlamaktayız. Kur'an'ın gaybe dair olan bilgileri, bizlerin dünya hayatında tecrübe alanımızın içine giren bilgi ve objelerle anlatma üslubu dahilinde konuyu anlamaya çalıştığımızda, hesap gününde herkese adil şekilde davranılacağının bilinmesi için amellerin terazi ile ölçüleceğinin, yani kimseye haksızlık yapılmayacağının bildirilmekte olduğunu söyleyebiliriz. 

[007.008] O gün tartı haktır. Kimin tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır.
[007.009] Kimin de tartıları hafif kalırsa, bunlar da ayetlerimize zulmedegeldiklerinden dolayı nefislerini hüsrana uğratanlardır.

[021.047] Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.

[023.101] Sura üflendiği zaman, o gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez ve birbirlerine de bir şey soramazlar.
[023.102] Tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa ermiş olanlardır.
[023.103] Tartıları hafif gelenler, işte onlar, kendilerine yazık edendir, cehennemde temellidirler.

[101.006] İşte o zaman tartıları ağır basan kimse,
[101.007] artık hoşnut olacağı bir hayat içindedir o.
[101.008] Fakat tartıları hafif gelen kimse.
[101.009] O vakıt onun anası haviyedir

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler, kıyamet günü dünya hayatında yapılanların karşılığını doğru ve adil biçimde verileceğini bildiren,ve ölçü birimi olarak bildiğimiz terazi kelimesinin geçtiği ayetlerdir. Bu ayetlerin bizlere gaybe dair bir olayı anlattığını dikkate alarak okunması önem arz etmektedir. Literal olarak okuduğumuzda, örneğin günah tarafı 100 kg, sevap tarafı 99 kg olan birisinin cehenneme, veya günah tarafı 99 kg, sevap tarafı ise 100 kg gelen birisinin cennete gönderileceği anlaşılmamalıdır.

Burada amellerin terazi ile ölçüleceğinin haber verilmesinden anlaşılması gereken asıl mesaj, kimseye haksızlık yapılmadan yaptıklarının karşılığının verileceğidir. Bundan sonra Kehf s. 105. ayetini okuduğumuz zaman, ortada çelişki gibi görünen herhangi bir durumun olmadığı da anlaşılacaktır.

[018.100] Ve cehennemi o gün kâfirlere öyle bir göstereceğiz ki!
[018.101]  Onların gözleri Bizim öğüdümüze karşı kapalıdır ve öfkelerinden onu dinlemeye tahammül edemezler.
[018.102] Küfre sapanlar, beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten biz cehennemi kâfirler için bir durak olarak hazırlamışız.
[018.103] De ki: «Size amellerce en ziyâde hüsrâna düşmüş olanları haber vereyim mi?»
[018.104] Onlar ki; güzel iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir.
[018.105] İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.
[018.106] İşte, inkâr ettikleri, âyetlerimi ve resûllerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.

Yukarıdaki ayet meallerini okuduğumuzda, 104. ve 105. ayetlerde kafirlerin amellerin boşa çıktığı haber verilmektedir. Tartı kurulmamasını kafirlerin amellerinin boşa çıkmasının haber verilmesini dikkate alarak okunması, bize bu ayeti anlamayı kolaylaştıracaktır. Kehf s. 105. ayeti, kafirlerin yaptığı amellerin boşa çıkmasından ötürü, onların tartılacak herhangi bir amelleri olmadığını bu şekilde haber vermektedir.

Ali Fikri Yavuz 
Bunlar, işte o kimselerdir ki, Rab’lerinin âyetlerini ve ona (hesap için) kavuşmayı inkâr etmişlerdi de (hayır diye) yaptıkları bütün ameller boşa çıkmış oldu. Artık onlar, için kıyamet günü, hiç bir terazi tutmayız (çünkü amelleri boşa gitmiştir, tartılacak makbul şeyleri kalmamıştır).

Suat Yıldırım
İşte onlar Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmiş, bu yüzden de yaptıkları iyi işler boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü onlar için artık tartı âleti koymayacağız.

Yukarıda verdiğimiz meal örnekleri, konumuz olan ayetin daha iyi anlaşılmasını sağlayan meal örnekleridir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) gaybi alana dair haberleri, bizim zihin dünyamızın şahit olduğu ve bildiği alana benzeterek anlatması çerçevesinde, kıyamet günü insanların dünya hayatında yaptıklarının karşılığını haksızlık edilmeden verileceğini bizim dünyamızda hak ve adaletin sembolü olan terazi kelimesi ile anlatmaktadır. Konu ile alakalı ayetlerin arasında çelişki varmış gibi bir durumun düşünülmesi, konu ile ilgili ayetlerin literal anlamda okunmasından doğan anlayışın sonucudur.

Konu ile ilgili ayetler hesap gününde dünya hayatında yapılanların kimseye haksızlık edilmeden verileceğini haber veren ayetler dikkate alınarak okunduğunda, ortada herhangi bir müşkül durum olmadığı anlaşılacaktır. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

9 Şubat 2017 Perşembe

Mü'min s. 7-9 Ayetleri : Melekler Kimler İçin Mağfiret isterler ?

Mümin suresinin içinde anlatılan Musa (a.s) kıssasında , Firavun ailesinden olan mümin bir kişi öne çıkmakta , Musa (a.s) ı öldürmek isteyen Firavun'a karşı hakkı haykırmakta ve onu savunmaktadır. Bu mümin kişi ile ilgili ayetlere geçmeden önce , mümin kişi ile ilgili ayetlerle bağlantılı olan surenin ilk ayetleri üzerinde durarak , Kur'an'ın sure ve kitap bütünlüğü içindeki anlatım üslubuna da dikkat çekmek istiyoruz.

[040.001] Ha, Mim.
[040.002] Bu Kitabın indirilmesi, Aziz, Alim olan Allah'tandır;
[040.003] O, günah bağışlayıcı, tevbe kabul edici, azabı şiddetli, kerem sahibi Allah'tandır ki O'ndan başka ilâh yoktur. Hem dönüş O'nadır.
[040.004] Allah'ın ayetleri üzerinde, kafirlerden başkası tartışmaya girişmez. İnkarcıların memlekette gezip dolaşması seni aldatmasın.
[040.005]  Onlardan önce Nuh kavmi de yalanladı. Arkalarından muhtelif topluluklar da. Her ümmet kendi peygamberlerini yakalamaya yeltendi ve hakkı batılla yok etmek için mücadeleye girişti. En sonunda Ben de onları yakaladım. Azabım nasılmış?
[040.006]  Senin Rabbinin kâfirler üzerindeki: «Gerçekten onlar ateşin halkıdır» sözü böylece hak oldu.

Hurufu mukattaa (kesik harfler) ile başlayan sure , kitabın kimin tarafından indirildiğini haber vererek devam etmekte , kitabı indiren Allah'ın tevbeleri kabul edici olduğu gibi , azabının da şiddetli olduğu beyan edilmektedir. 4-5-6. ayetlerde beyan edilenler , ilerleyen ayetlerde gelecek olan Musa (a.s) kıssası ile yakından alakalıdır. Allah'ın ayetleri hakkında Musa (a.s) ile tartışmaya giren Firavun , onun helak edilmesi ve ateşe atılması ile ilgili ayetler ile yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler yakından alakalıdır. 

Bu ayetlerin birbiri içindeki anlam örgüsünün muhteşemliği , kıssa eğer Arapça orjinal metni ile birlikte okunacak olursa daha net olarak ortaya çıkacaktır. Dikkatli bir okuyucu , kelimelerin birbiri ile arasındaki bağını kurarak okuduğu zaman , verilmek istenilen mesajı daha kolay anlayacaktır.

[040.007]  Arş'ı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rabblarını hamd ile tesbih ederler, O'na inanırlar ve mü'minlerin yarlığanmasını isterler: Rabbımız; ilim ve rahmetle her şeyi kuşattın. Tevbe edip Senin yoluna uyanları bağışla. Ve onları cehennem azabından koru.
[040.008] Rabbımız; onları ve babalarından, eşlerinden, soylarından salih olanları kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine girdir. Şüphesiz ki Aziz, Hakim olan Sensin Sen.
[040.009] Onları kötülüklerden koru. O gün kötülüklerden kimi korursan; şüphesiz ona rahmet etmiş olursun. En büyük kurtuluş işte budur

Melekler ile ilgili anlatımlar , Kur'an'ın gaybe dair anlatımlarına dahildir. Meleklerin işlevi ile ilgili ayetleri okuduğumuzda, onların iman edenlere yardım ettikleri , onlar için Allah'tan bağışlanma istediklerini görmekteyiz. Elbette onların yardımı ve bizler için istiğfar etmeleri , bizim onu hak etmemiz ile yakından ilişkilidir. Surenin Firavun ailesinden olan mümin kişi ile ilgili ayetleri , meleklerin duasının ve istiğfarının nasıl hak edileceğini de bizlere öğretmektedir.

Bu konuda başka surelerde de ayetler bulunmaktadır. 

[041.030-32]  Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler. «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.

Mümin s. 7-8-9. ayetlerde meleklerin lisanı üzerinden yapılan duayı hak etmek gerektiğini yukarıda söylemiştik. Mümin s. 23. ayetinden itibaren başlayan Musa (a.s) kıssasının 28. ayetinden itibaren , Firavun ailesinden olan ve imanın gizleyen bir mümin kişi sahneye çıkar ve konumuz olan ayetlerde meleklerin duasının ne şekilde hak edileceğini bize gösterir.

Mü'min s. 26. ayetinde Firavun " bırakın beni,: öldüreyim Musâyı da o rabbına duâ etsin, zira ben onun dininizi değiştirmesinden ve yâhud Arzda bir fesad çıkarmasından korkuyorum" dedikten sonra Mü'min kişi sahneye çıkar ve Firavun ve kavmine karşı şunları söyler; 

[040.028] Firavun ailesinden olup da imanını gizleyen mü'min bir adam da demiştir ki: Rabbım Allah'tır, dedi diye bir kişiyi mi öldüreceksiniz? Halbuki o, size Rabbınızdan ayetlerle gelmiştir. Eğer yalancıysa; yalanı kendisinedir. Eğer doğru sözlü ise; sizi tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir. Muhakkak ki Allah; haddi aşan yalancı bir kimseyi hidayete erdirmez.
[040.029] «Ey kavmim! Bugün mülk sizin içindir. Yerde yükselmişler bulunuyorsunuz. Fakat eğer bize Allah'ın azabı gelirse bize kim yardım edebilir?» Fir'avun dedi ki: «Ben size muvafık gördüğüm reyim ne ise ancak onu gösteriyorum ve ben doğru yoldan başkası için size rehberlik etmekte değilim.»
[040.030]  İmân eden zât da dedi ki: «Ey kavmim! Şüphe yok ki ben sizin üzerinize Ahzab gününün mislinden korkuyorum.»
[040.031] «Nuh kavmi, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün) . Allah, kullar için zulüm istemez.»
[040.032] Ey kavmim; doğrusu ben, sizin için o feryad gününden endişe ediyorum.
[040.033]  «O gün arkanıza dönüp kaçacaksınız. Fakat sizi Allah'tan koruyacak olan yoktur. Her kimi Allah şaşırtırsa, artık ona bir yol gösterici bulunmaz.»
[040.034] «Andolsun, daha önce Yusuf da size apaçık belgeler getirmişti. O zaman size getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz. Sonunda o, vefat edince, demiştiniz ki: «Allah, ondan sonra kesin olarak bir peygamber göndermez.» İşte Allah, ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.»
[040.035]  Onlar ki; kendilerine gelmiş bir huccet bulunmaksızın Allah'ın ayetleri üzerinde tartışırlar. Bu, Allah katında da, iman edenlerin yanında da öfkeyi arttırır. Ve böylece Allah; büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.
[040.036] «Firavun dedi: Ey Haman, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim.»
[040.037]  Semaların esbabına da Musânın tanrısına muttali' olurum ve her halde ben onu yalancı sanıyorum» İşte bu suretle Fir'avne kötü ameli süslendirildi de yoldan çıkarıldı, Fir'avn düzeni hep husrandadır
[040.038] O inanan kimse dedi ki: «Ey milletim! Bana uyun, sizi doğru yola eriştireyim.»
[040.039] Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir eğlencedir. Ama ahiret, gerçekten kalınacak yurttur.
[040.040]  Kim, bir kötülük işlerse; ancak onun benzerleriyle ceza görür. Kadın veya erkek her kim de inanarak salih amel işlerse; işte onlar, cennete girerler ve orada hesapsız şekilde rızıklanırlar.
[040.041] Ey kavmim; bana ne oluyor ki, sizi kurtuluşa çağırırken, siz beni; ateşe çağırıyorsunuz.
[040.042]  «Siz beni Allah'a (karşı) küfre sapmaya ve hakkında bilgim olmayan şeyleri O'na şirk koşmaya çağırmaktasınız. Ben ise sizi, üstün ve güçlü olan, bağışlayan (Allah') a çağırıyorum.»
[040.043]  Sizin beni davet ettiğiniz şeyin ne dünyada, ne de ahirette hiçbir davet yetkisi yoktur: Gerçekte dönüşümüz Allah'adır. Aşırı gidenlere gelince, işte onlar ateş ehlidirler:
[040.044]  «İşte size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksınız. Ben de işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları pek iyi görendir.»
[040.045] Sonunda Allah, onların kurdukları hileli-düzenlerinin kötülüklerinden onu korudu ve Firavun'un çevresini de azabın en kötüsü kuşatıverdi.

Surenin 9. ayetinde meleklerin "Onları kötülüklerden koru" duası , 45. ayet içinde Firavun ailesinden olan mümin kişi için "  Sonunda Allah, onların kurdukları hileli-düzenlerinin kötülüklerinden onu korudu" şeklinde karşılık bulmaktadır.

Mü'min s. 28-45. ayetlerini okuduğumuz zaman , Firavun ailesinden olan mümin kişinin Firavun ve kavmine karşı olan sözlerinin , iman iddiasında olan bir kimsenin yapması gereken davranışlardan olduğunu görmekteyiz. Onun bu davranışları Allah (c.c) katında övgüye değer bir davranış olarak görülerek cennet ile karşılık bulacaktır. 

Firavun ailesinden olan mümin kişi , imanının şahitliğini yerine getirerek hayata veda etmiştir. Fakat onun yaptıklarının bizlere anlatılmasının sebebi , ne kadar kahraman bir yiğit mümin olduğundan ziyade, bizlerin yaşadığı hayatta eğer meleklerin yardımını ve istiğfarını hak etmek istiyor isek , böyle bir yaşam sürmemizin gerektiğini hatırlatmak amaçlıdır.

Firavun ailesinden olan mümin kişi surenin 25. ayetinde söze " Rabbım Allah'tır, dedi diye bir kişiyi mi öldüreceksiniz?" diye başlamaktadır. Bu ve devamında gelen sözleri söylemesine sebep  , Firavun'un "bırakın beni,: öldüreyim Musâyı" diyerek Musa (a.s) ın canına kast etmeye kalkmış olmasıdır. 

Musa (a.s) bilindiği üzere kendisini rab ve ilah olarak ilan eden (Naziat s. 24 - Şuara s. 29) Firavun'a karşı gerçek rab ve ilah'ın sadece alemlerin rabbi olan Allah (c.c) olduğunu savunarak , Firavun'un bir sahtekar ve yalancı olduğunu söylemektedir. Ülkenin en mahir sihirbazlarını Musa (a.s) ın karşısına çıkartması ve onların yenilerek iman etmesinin ve öldürülmelerinin ardından , artık iplerin elinden iyice elinden gitmeye başladığı anlayan Firavun , çareyi Musa'yı öldürmekte bulur , ve karşısına kendi ailesinden bir mümin çıkarak yapmak istediği şeyin yanlışlığını, her türlü tehlikeyi göze alarak Firavun'un karşısında haykırır.

Firavun ailesinden olan mümin kişinin Firavun'un karşısındaki bu kıyamı, bize neler söyleyebilir ?. 

Bilindiği üzere Kur'an kıssalarının anlatılış amacı, sadece geçmişlerin başından geçenlerin anlatılması değil , o anlatımlardan ibret alınmasına yöneliktir. Firavun ailesinden olan mümin kişi , o aileden olmanın verdiği imkanlara sahip bir kimsedir. Bunu Firavun'un karşısında konuşabilmesinden anlamak mümkündür. Mümin kişi bu kıyamının ona neye mal olacağını da çok iyi bilmektedir. Buna rağmen hayatını , makam ve mevkisini hiçe sayarak, Musa (a.s) ın arkasında durmakta ve onu Firavun'a karşı savunmaktadır. 

Çünkü Firavun'un tarafında olmanın karşılığı ile , Musa'nın tarafında olmanın karşılığının farklı olduğunu çok iyi bilmekte , Firavun tarafında olmanın geçici menfaatlerine karşılık , Musa'nın tarafında olmanın ona ebedi cennet menfaatlerini sağlayacağını biliyor ve hayatını bu inanç üzerine tesis ediyordu. 

Geçici dünya menfaatleri ile ebedi menfaatler arasında seçim yapmak zorunda kalmak sadece bir kereliğine yaşanmış bitmiş olay değil , her gün yaşanan ve yaşanabilecek bir olaydır. Firavun ailesinden olan mümin kişinin kıyamı , bizlere hangi tarafı seçmemiz gerektiğini öğretmektedir. Çünkü surenin ilerleyen ayetleri , geçici dünya menfaatlerini seçerek , ebedi cehennemi hak edenlerin ateş içindeki yaşantılarından kesitler sunulmakta , dünyadaki seçimlerinin karşılıklarının ne oldukları bizlere gösterilmektedir. 

[040.046] Ateş; sabah akşam, ona sunulurlar. Kıyamet-saatinin kopacağı gün ise: «Firavun çevresini, azabın en şiddetli olanına sokun» .
[040.047] Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken güçsüzler, büyüklük taslayanlara derler ki: Doğrusu biz, size uymuştuk. Şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir misiniz?
[040.048] Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: «Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçek şu ki Allah, kullar arasında hüküm verdi .»
[040.049] Ateşin içinde olanlar, cehennem bekçilerine dediler ki: «Rabbinize dua edin; azabtan bir günü (olsun) bize hafifletsin.»
[040.050]  (Bekçiler:) «Size kendi peygamberleriniz apaçık belgelerle gelmez miydi?» dediler. Onlar: «Evet» dediler. (Bekçiler:) «Şu halde siz dua edin» dediler. Oysa kâfirlerin duası, çıkmazda olmaktan başkası değildir.
[040.051] Şüphesiz ki Biz; peygamberlerimize ve iman etmiş olanlara hem dünya hayatında, hem de şahidlerin şehadet edecekleri günde mutlaka yardım ederiz.
[040.052] Zalimlere kendi mazeretlerinin hiç bir yarar sağlamayacağı gün; lanet de onlarındır, yurdun en kötüsü de.

Bu ayetler , dünya hayatında yaşamlarını elçiler vasıtası ile gelen vahye göre uydurmayarak onları ret edenlerin, ahirette düşecekleri zelil durumu tasvir etmektedir. Herkesin malumu olduğu üzere , surenin 46. ayeti cımbızla seçilerek bağlamından koparılmak sureti ile rivayetler yolu ile bize gelen "Kabir Azabı" meselesini Kur'an'a onaylatmak amaçlı kullanılmaktadır. Halbuki 46. ayet bağlamı gözetilerek okunduğunda , çocukların bile anlayabileceği bir netlikte olup , rivayetler yolu ile gelen bir bilgiyi onaylaması mümkün değildir.

Surenin 51. ayetindeki Allah'ın yardımının nasıl gerçekleşeceği , daha önceki ayetlerden de anlaşılacağı üzere , yaşanmış bir şekilde gösterilmektedir. Allah'ın yardımının kullar üzerinde gerçekleşmesinin , kulların bu yardımı hak etmesi ile yakından alakalı olduğu asla unutulmamalıdır. Allah (c.c) hiç bir elçisine ve kuluna yardımını, onlar bu yardımı hak edecek fiillerde bulunmadan yapmamıştır , yapmaz ve yapmayacaktır.

Musa (a.s) kendisine yüklenen risalet görevini bıkmadan , yorulmadan , korkmadan yerine getirmek sureti ile Allah'ın dünya ve ahiret yardımını hak ederken , Firavun ailesinden olan mümin kişi ise , iman ettiği elçinin arkasında canını , malını , istikbalini hiçe sayarak durmak sureti ile Allah'ın dünya ve ahiret yardımını hak etmiştir.

Şimdiye kadar sıraladığımız ayetleri toparlayacak olursak şunları söyleyebiliriz ; 

Allah'ın ayetleri üzerinde tartışmak sureti ile inkar edenlerin uğradıkları ve uğrayacakları akıbet haber verildikten sonra , meleklerin Allah'ın ayetleri üzerinde tartışanlara karşı çıkarak , imanlarını ispat edenlere karşı olan mağfiret talepleri dile getirilerek , Allah'ın ve meleklerin kime destek çıktığı gösterilmektedir. 

İlerleyen ayetlerde kıssa yollu anlatım üslubu ile Allah'ın ayetleri hakkında tartışma yapan Firavun ve ona karşı çıkan bir mümin üzerinden onların yaşamları içinde hak ve batıl için nasıl mücadele ettikleri anlatılmaktadır. 

Yaşamlarını küfür ve şirk üzerine bina ederek ahirete kavuşanların düşecekleri durum canlı bir biçimde sunulmak sureti ile gösterilerek , "İleride düşeceğiniz durum bu dur" mesajı verilmektedir. 

Bu ayetler üzerinden bizlere de elbette mesajlar verilmektedir. 

Küfür ve iman arasında tercih yapmak zorunda kaldığımız zaman , seçmemiz gereken taraf iman tarafı olması gerektiği mesajı bizler tarafından alınması gereken önemli bir mesajdır. Bir tarafta dünya hayatının süslü güzellik ve zenginlikleri , diğer tarafta ise meşakkat ve çile olsa bile , bizler imanımız gereği geçici olanı değil , ebedi olanı seçmek sureti ile imanımızın şahitliğini yapmak zorundayız.

Aksi takdirde iman dediğimiz şey ,sadece dil de kalan , yaşanmayan , sıkıya geldiğinde sırttan atılan bir yük olarak yaşamımızda yerini alacak, ve bu iman hesap gününde bizlere herhangi bir fayda sağlamayacaktır. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


13 Kasım 2016 Pazar

Araf s. 179. Ayeti : Bir Çeviri Sorunu Allah (c.c) Cehennem İçin İnsan Yaratır mı ?

Kur'an'da bazı ayetler, okuyan kişiler tarafından anlaşılmasında güçlük çekilmekte , bu okuyuculardan kalbinde hastalık olanlar , "Böyle şey olmaz" , "Bu ayette çelişki var" , "Allah'ın insanlara ne garezi var" gibi sözlerle ayetlere karşı inkarcı bir tavır takınmakta iken, bir diğer gurup okuyucu ise, Kur'an'ı samimi amaçlarla okumakta, ve bazı ayetleri anlamakta zorluk çekerek , bu ayetler ile bizlere nasıl bir mesaj verilmek istendiği yönünde anlama çalışmasına girmektedir.

Bu okuyucuların bazı ayetleri anlamamalarının bir takım nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bir tanesi , ayetin çevirisinde yaşanan sorunlardır. Ayetin yanlış çevirisi , dil kurallarını kullanmaktaki eksiklik , veya Kur'an bütünlüğünden bağımsız bir çeviri yapılmasından kaynaklanan bazı sorunlar, okuyucunun zihninde bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.  

Bu yazımızda , Araf s. 179. ayetini ele alarak , okuyucu tarafından bazı soruların sorulmasına sebep olan ayetin çevirisinden kaynaklandığını düşündüğümüz problem üzerinde durmaya çalışacağız. 

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

Bu ayetin yapılan çevirileri şöyledir ; 

[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirisini okuyan bir kimsenin zihninde , Allah (c.c) nin insanları neden cehennem için yarattığı , kalbinde hastalık olanların ise , "Allah'ın insanlara ne garezi var?" sorusu sorulacaktır.

Bu soruya , Allah (c.c) nin insanları cennet veya cehennem ile karşılık alacakları amelleri işlemesinde serbest bıraktığı , onların iradelerine müdahale etmediği , insanların dünya hayatlarında işlediği amelleri hür iradeleri ile işlediği , ilmi gereği insanların nasıl amel işleyerek sonlarının nasıl olacağını bildiği gibi , bir çok ayette insanların bir çoğunun iman etmediğinin zaten bildirilmiş olduğu gibi cevaplar verilebilir. 

Bu cevapların elbette hepsi doğrudur. Ancak ayetin, rivayetler tarafından oluşturulmuş olan kader inancındaki , bütün insanların yapacaklarının, onlar varlık sahasına gelmeden ezelde yazıldığı düşüncesinin doğrultusunda bir çeviri yapılmış olmasının yanlış olduğunu düşünmekteyiz.

Ayetteki "Zere'na" fiiline "Yarattık" şeklinde bir anlam vermenin uygun olmadığını söyleyerek , bu kelime için farklı bir çeviri yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

"Zeree" fiili , Allah'ın yarattığını açığa çıkarması , bedenlere varlık vermesi , vücuda getirmesi anlamındadır. Asıl önemli nokta bu fiilin yaratmadan sonraki bir aşamayı ifade etmiş olmasıdır. Bu fiile "Yaratmak" olarak verilen anlam, bu sebepten ötürü uygun değildir. 

Bu fiilin geçtiği diğer ayetleri gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. 

[023.079] Ve sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur, hep ona haşrolunacaksınız.
[067.024]  Deki, sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur hep ona haşrolunacaksınız.

[042.011]  O göklerin ve yerin yaratıcısıdır (fatiru). O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler kılmıştır (ceale). O, sizi bu düzen içerisinde üretip yayıyor (yezreüküm). O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.

Şura s. 11. ayetinde "Fatare" fiili ile ifade edilen ilk yaratmanın ardından , yaratma sonrası aşamaları ifade eden "Ceale" ve "Zeree" fiillerinin gelmiş olması , bu fiile yaratmak anlamının verilmesinin uygun olmadığını göstermektedir. 

Zeree fiiline "yaratmak" anlamının yerine verilecek olan "Yaymak" anlamı , yaratmadan sonraki aşamayı daha doğru ifade etmiş olması açısından, tercih edilmesi gereken anlam olduğunu söyleyebiliriz.

Ayet içindeki "Licehenneme" kelimesine "Cehennem için" anlamı yerine , "Cehenneme" şeklinde anlam vermek, "Lam" edatının e , a anlamına da sahip olması açısından daha uygun olacaktır. Aynı kelimenin geçtiği diğer iki ayete baktığımızda, kelimeye bu anlamın verildiğini görmekteyiz. 

[050.030] O gün cehenneme:(licehenneme) «Doldun mu?» deriz, o: «Daha var mı?» der.
[072.015]  Ama haksızlar, cehenneme (licehenneme) odun olmuşlardır!»

Bundan sonra Araf s. 179. ayetini şu şekilde yeniden anlamlandırmak mümkündür. 

"And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."

Dikkat edilirse meal yapıcılarının tamamına yakınının bu ayete verdikleri anlam,  insanların bir çoğunun , daha varlık sahasına çıkmadan cehennemlik olduğunun belirlenmiş olduğuna dair bir anlam içermektedir. Bizim verdiğimiz anlam ise , insanların bir çoğunun varlık sahasına çıktıktan sonra , işledikleri ameller yüzünden cehennemi hak ettiklerine dairdir. 


Burada neden gelecek zaman sigası olarak değil de , geçmiş zaman sigası olarak ifade edildiği sorulacaktır. Kur'an'ı dikkatli okuyan birisi , bir çok ayette gelecek olan kıyamet günü için geçmiş zaman sigasına ait fiillerin kullanıldığını görecektir. 

[039.068]  Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.

Zümer s. 68. ayeti (başka örnekleri de mevcuttur), daha vaki olmamış kıyamet gününü anlatan ayetlerin gelecek zaman sigası ile değil geçmiş zaman sigası olarak anlatımına bir örnek olması açısından dikkat çekicidir.

Sonuç olarak :Allah (c.c) kullarını cehenneme atmak için yaratmaz , kulları yaşadıkları hayatta eğer cehennem ehlinden olmak için gerekli olan amelleri işleyecek olurlarsa , onları vaat ettiği cehennem ile cezalandırır. 

Araf s. 179. ayetinin , yapılan çevirileri , Allah (c.c) nin bir çok insanı cehennem için yarattığı şeklinde bir anlam verilmek sureti ile kafalarda bazı soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu anlamın, insanların kaderinin daha onlar yaratılmadan önce belirlendiği düşüncesini destekleyen bir anlam doğrultusunda olması nedeniyle doğru, bir anlam olmadığını düşünmekteyiz. 

Bu noktada , Allah (c.c) nin kullarının işleyeceği amelleri, onlar daha varlık sahasına gelmeden önce bildiğini , fakat onun bilmesi ile , kaderlerinin yazılmış olmasının aynı şey olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Allah (c.c) kullarının nasıl ameller işleyeceğini önceden elbette bilir , ancak onun bilmesi o kullarının hür iradeleri ile ne yapacaklarını bilmesi , iradelerine müdahale etmemesi anlamındadır.

Ayetin doğru anlamının , insanların yaratılmadan önce kaderlerinin belirlendiğine dair bir bilgi değil , insanların yaratıldıktan sonra işledikleri amellerin karşılığını alacaklarına dair bir anlam içermesi gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) insanlara "Semi - Basar - Fuad" olarak ifade edilen duyu organları bahşederek , bunları kullanmak sureti ile, insan olmanın gereğini yerine getirmelerini istemektedir. Bu duyu organlarını gereği gibi kullanmak sureti ile insan olmanın gereğini yerine getirmeyenlerin akıbetlerinin cehennem olduğu beyan edilmektedir. 

Onların "Sanki En-am gibi" olduklarının ifade edilmesi ise , görme ve işitme duyularına sahip olan hayvanların kendilerine söylenen sözleri anlamamış olmalarından dolayı  benzetmede bulunulmasıdır.

Araf s. 179. ayetine "And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar." şeklinde bir anlamın daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


23 Ekim 2016 Pazar

Nisa s. 64. Ayeti : Muhammed a.s Bizim İçin Bağışlanma İsteyebilir mi ?

Hristiyanların İsa a.s hakkında uydurdukları yalan ve iftiraların bir benzeri ne yazık ki, İslam düşüncesi içinde de  neşvünema bularak , Muhammed a.s insan üstü bir seviyeye çıkarılmış , onun insan üstülüğü merkeze alınarak ,hakkında bir çok yalan ve iftiralar üretilmiştir. Üretilen yalan ve iftiralardan bir tanesi , onun ölmediği , kabrinde diri olduğu hatta namaz dahi kıldığı gibi daha bir çok yalan ve iftira, özellikle rivayet kültürünün hakim olduğu din algısına sahip olan kesim tarafından kabul edilmektedir. 

Onun ölmediğine dair bazı ayetlerin delil olarak sunulması, daha feci bir durumdur. Herhangi bir konuda delil getirmek için ön kabullerden sıyrılınması gerektiğinin  , rivayetler kanalı ile dine sokulmuş olan bazı fikirlerin desteğinin, Kur'andan aranması çalışmalarını gördüğümüzde, ne kadar önemli olduğu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. 

Konumuz ile ilgili ayetin meali şöyledir : 

[004.064]  Biz resulden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve resul de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.

Bu ayetin Nisa s. 60. ayetinden başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. İman ettiğini iddia ettikleri halde , imanlarının gereğini yerine getirmeyen münafıkların yaptıklarını konu alan bu ayetlerin 64. de , o münafıkların yaptıklarından pişman olarak Muhammed a.s a gelip , pişman olduklarını Allah c.c ye tevbe ederek beyan ettiklerinde , bu tevbelerine karşılık , Muhammed a.s ın da onlar için Allah c.c den bağışlama istediği takdirde Allah'ın onları af edeceği bildirilmektedir. 

Bir kimsenin yaşayan bir kimseden kendisi için dua istemesi veya dua etmesi ,yanlış bir şey değildir. Böyle bir dua istediğini , Yakup a.s ın oğulları babalarından istemekte ve babaları oğullarının bu isteğini kabul etmektedir. Yine bir çok ayet Muhammed a.s a iman edenler için istiğfar etmesini öğütlemektedir.

[012.097]  (Çocukları da:) «Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya düşenler idik» dediler.
[012.098]  O şöyle cevap verdi: «Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Gerçekten O gafurdur, rahîmdir.»

[047.19 ] Şimdi şunu bil ki, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Bil de günahına, inanan erkeklere ve inanan kadınlara bağışlanma dile. Allah, dolaştığınız yeri de bilir, durduğunuz yeri de.
Dirinin bir diğer diriden dua istemesinin ,Kur'ani delili mevcut iken , dirinin ölü olan birisinden dua istemesinin onu işitmemesi nedeni ile ,Kur'ani bir delili maalesef bulunmamakta , dahası böyle bir isteğin aracılık kurumunun devreye girmesi anlamına gelmesi demek olup , bu yola tevessül edenleri şirk içine dahi düşürmektedir.

Muhammed a.s ın şu anda bile onu vesile kılarak , bizler için bağışlanma isteyebileceği düşüncesi, Nisa s. 64. ayetinin evrensel bir hükmü olduğunu düşünmenin de bir sonucudur. Biz bu ayetten , ölmüş olan birisini vesile kılarak , Allah c.c ye olan hacetimizi ulaştırmanın delilini değil , diri olan birisini vesile kılarak bizim için onun Allah'a dua edebileceğinin delilini , Yakub a.s ile ve diğer ilgili ayetler ile bağını kurarak çıkarabiliriz

Çünkü diri olan kişi bizim isteğimizi duyarak , bizim için Allah'a dua edebilir. Fakat ölü olan birisinin türbesine veya onu vesile kılarak ondan dua etmesini istediğimizde , bu kimsenin bizim isteğimizi duyması mümkün değildir. Ölü olan birisinin işiten ve gören olduğunu düşünmek ve bu suretle onu aracı kılarak dua etmek , kişilerin itikadında derin yaralar açacaktır.  

Kur'anın Mekke müşriklerinin yaptıklarını şirk olarak bildirmesi , onların işitmek ve görmekten yoksun olan putları Allah'a aracı kıldıkları içindir. 

[010.018]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»

[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

Mekke müşriklerinin işitmeyen ve görmeyen cansız putlara tapmanın , Müslüman cenahtaki versiyonu , işitmeyen ve görmeyen kabirlerdeki ölüleri aracı kılarak Allah'tan istemek şeklinde gerçekleşmektedir. Muhammed a.s ın bu noktada ayrıcalığı bulunmamakta , onun da kabrinde kendisine seslenildiğinde duyması gibi bir durumu asla bulunmamaktadır. 

Maide s. 117. ayetindeki İsa a.s ın sorgulanma sahnesindeki söylediği sözler , bir elçinin öldükten sonra, artık yaşayanlar ile ilgisinin kesilmiş olduğuna dair vermiş olduğu bilgi , bu konuda yeterli olacaktır. Ancak dinlerini Kur'an ayetlerinin değil rivayetlerin belirleyiciliği üzerine kuranlar için bu maalesef böyle olmamaktadır. Ayetlerin üzerine yığılmış olan rivayet , yalan ve hurafe bulutları, maalesef Kur'an gerçeğini örterek, kişilerin yanlış bilgiler sahibi olmasına sebep olmaktadır.

"Sorularla İslamiyet" adlı siteden bir alıntı yaparak , o sitede sorulan bir soruya konumuz ile ilgili olan ayetin delil gösterilerek rivayetlerin belirleyici kılınmak sureti ile nasıl cevap verildiğini görelim: 

Soru= Nisa suresi 64. ayete göre , Efendimiz (asv) den dua istemek onun vefatından sonra da geçerli midir ? Konuyla ilgili anlatılan Arabi kıssası doğru mudur?. 

Soruya verilen cevabın Arabi kıssası ile ilgili bölümü şöyledir :

Ehl-i sünnet alimlerine göre, vefatından sonra da Peygamber Efendimiz (asv)'den himmet beklemek, onu duasına şefaatçi yapmak caizdir. Tevessül konusunda alimler özel kitaplar yazmışlardır.  İbn Teymiye çizgisinde olanlar dışındaki alimler“Resulullah hakkı için” gibi ifadeler kullanmayı caiz görürler ve kullanırlar.

Arabînin ilgili kıssası el-Utbî’den nakledilmiştir. Bu zat şöyle diyor: 

“Ben Resulullah (a.s.m)’ın kabrinin yanında oturuyordum, bir Arabî geldi ve şöyle dedi:

"Ya Rasulallah! Ben Allah’tan şunları duydum: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileselerdi sen de resul olarak onların affedilmesini dileseydin elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden pek merhametli bulacaklardı.’ Bu sebeple günahlarımın bağışlanması, seni Rabbimin katında şefaatçi yapmak için sana gelmiş bulunuyorum.”
Daha sonra Resulullah’ı öven bir şiir söyledi ve dönüp gitti. O gittikten sonra gözlerime uyku bastı, rüyamda Resulullah (a.s.m)’ı gördüm, bana şöyle emretti. “Ya Utbî! Git Arabîye ulaş ve Allah’ın kendisini bağışladığını müjdele.”(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri; Nevevî, el-Mecmu’, 8/274).

Sorulan bir sorunun cevabına , "Ehli sünnet alimlerine göre" diye başlanıldığında akan suların durması misali , bu sözün üzerine sözün olmayacağını düşünen bir kafa yapısına sahip olan birisi için bu cevaba Kur'an ayetini delil getirseniz dahi karşınızdaki insana kabul ettirmeniz pek mümkün değildir. 

Türbelerden medet ummayı dinin bir gereği haline getiren bu insanlar verdikleri yanlış cevaplar ile , kendilerinin olduğu gibi bir çok insanın da şirk bataklığında boğulmasına sebep olmaktadır. Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarını düzeltmek için gönderilmiş olan bir elçinin ümmeti olarak, bugün Mekke müşriklerini dahi geride bırakın bir şirk batağının içinde boğuluyor olmak , hele bu batağa Kur'an ayetlerini delil olarak sunmaya çalışmak ne kadar acı bir şeydir. 

Menkibeler ile insanlara din anlatmanın bir örneği olan yukarıdaki satırları doğru olarak kabul edenlerin bir çoğuna , bu satırların yanlış olduğunu gösteren ayetler sunacak olsak alacağımız cevap "Siz o alimlerden daha mı doğru biliyorsunuz" şeklinde olacaktır. 

Aracılık kurumunun kapısının Muhammed a.s ın aracı yapılarak açılması sonucunda bu kapı, tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olanların maddi ve manevi olarak cahil insanları sömürdüğü bir kapı haline gelmiştir. Allah c.c ye yapılan tevbelerin bu din baronlarının aracılığı ile kabul olacağına inanan binlerce cahil insan , bu insanların kapılarında kul köle olmayı kendilerine farz bir ibadet olarak telakki ederek , o şirk yuvalarına hem maddi hem de manevi olarak destek olmaktadırlar.

Sonuç olarak : Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın başkaları için bağışlanma talep etmesi onun yaşadığı zaman ile alakalı olup , vefatı sonrası böyle bir istekte bulunması mümkün değildir. Vefat ettikten sonra diğer insanlar gibi dünya ile ilişiği kesilen birisinden böyle bir istekte bulunmak , Mekkeli müşriklerin putlarının yerine , Müslümanların Muhammed a.s ın ikame edilmesi anlamına gelecektir. 

Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın bağışlama talebinde bulunması , bugün için geçerliğini yitirmiş bir durum olup , ölü birisinin kimseyi duyması bu elçi olmuş olsa da asla mümkün değildir. Bu ayetten delil olarak ancak , yaşayan birisinin bir başka yaşayan birisinden kendisi için dua etmesinin doğru olduğu delili çıkabilir. 

Biz Müslümanların , Ölülerden medet umulan, onların menkibelerinin ayetlerden daha değerli olduğu , yalan ve hurafelerden kurtularak aklımızı vahye bağlamadığımız müddetçe, üzerimize pislik yağmaya devam etmekten kurtulmamız asla mümkün olmayacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

22 Ekim 2016 Cumartesi

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. Ayetleri : Muhammed a.s ın Şahitliği Kimler İçin Olacaktır?

İslam düşüncesi içinde en yanlış olarak bilinen konuların başında Muhammed a.s ın nasıl bir konuma oturtulması gerektiği gelmektedir. Bütün Müslümanlar, onun beşer bir elçi olduğunu bildikleri halde , bir kısım Müslüman onun beşer olmasını içine sindiremeyerek , onu beşer üstü bir konuma çıkarmış  böylelikle bir çok yanlışın kapısı açılmıştır. 

Her nefsin ölümü tadacağını (Ankebut s. 57), onunda öleceğini (Zümer s. 30)bildiren ayetlere rağmen , Allah yolunda öldürülenlerin diri olduğunu beyan eden ayetlerin literal olarak yorumlanması sonucu , onun da Allah yolunda ölen birisi olduğu için ölmediği , diri olduğu düşüncesi yaygınlaşarak , bu düşünce üzerinden bir çok yalan , iftira ve hurafe uydurulmuştur. 

Bu yazımızda , onun yaşayan biri olarak ümmeti üzerinde hala gözetmen olduğunu iddia edenlerin dayanak olarak sunmaya çalıştığı , Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde geçen şahitlik konusunu ele alarak , Muhammed a.s ın kimler üzerinde şahit olabileceğini , onu şahitliğinin ölümünden sonra devam edip etmeyeceğini ele almaya çalışacağız.

فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِن كُلِّ أمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلاء شَهِيدًا
يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَعَصَوُاْ الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الأَرْضُ وَلاَ يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثًا

[004.041-42]  Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve bunların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak? .İşte o gün, küfredip Rasul'e asi olanlar, isterlerdi ki; yerle bir olsalardı da Allah'dan o bir sözü gizlememiş bulunsalardı.

وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِم مِّنْ أَنفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهِيدًا عَلَى هَؤُلاء وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ

[016.089]  O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de bunların üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

Ayetler , kıyamette gerçekleşecek olan bir sahneyi canlandırmaktadır. Ayetlerde altını çizdiğimiz, "bunların" kelimesinin, Muhammed a.s misyonunun ölümü ile bitmediğini, hayatiyetini halen devam ettiğine inanan rivayet kültürünün etkisi altında kalınması sebebi ile bir çok mealde, "onların" , "ümmetinin" veya "hepsinin" şeklinde çevrilmiş olması sonucunda , Muhammed a.s ın şahitliğinin daha geniş bir zamanı ve kişileri kapsadığı düşüncesi hakim olmuştur. Halbuki yapılan çeviriler "bunların" şeklinde yapıldığı zaman , bu kelime ile kast edilen kimselerin ilk muhataplar olan , Muhammed a.s ın hayatta iken tebliğini ulaştırmış olduğu kişiler olduğu daha kolay anlaşılacaktır. 

Ayetlerdeki "haulai" zamirinin "bunların" yerine "onların" olarak çevrilmesi ne gibi yanlışları beraberinde getirebilir ?. 

Öncelikle bu ayetteki "haulai" zamirinin, rivayet kültürünün eseri olan Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete kadar devam edeceği düşüncesinden kaynaklanan bir ön kabul doğrultusunda, "bunların" yerine "onların" şeklinde çevrildiğini söylemek istiyoruz. Bazı meal yapıcıları , bu zamire doğru anlam vermiş olsalar dahi, ağırlıklı olarak bu  zamirin "onların" şeklinde veya, şahitliğin vefatı sonrasında da geçerli olduğu düşüncesini çağrıştıran anlamlar verilerek yapılmış olduğunu söyleyebiliriz. 

Hatta bazı meal yapıcıları bu iki ayetin konu bütünlüğünün aynı olmasına dikkat etmeyerek bir ayette "onların" şeklinde çevirdikleri zamiri, diğer ayette "bunların" olarak çevirerek , Kur'an çevirisi yapılır iken konu bütünlüğüne dikkat edilerek anlam verilmesinin gereğine riayet etmemenin örneklerini sergilemişlerdir. Halbuki her iki ayetteki ibareler sadece "şehiden" kelimesinin yer değişmesi farkı ile aynıdır.

Konu bütünlüğü dikkat edilmeden aynı zamirin farklı anlam verilerek çevrildiği bir kaç meal örneği vererek, söylediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlamak istiyoruz.

Bayraktar Bayraklı :
-Nisa s. 41 -- Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit olarak tutacağımız zaman, halleri nice olacaktır.
- Nahl s. 89 -- O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şâhit göndereceğiz. Seni de HEPSİNİN üzerine şâhit olarak getireceğiz. Ayrıca bu kitabı da sana, herşey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

Ali Fikri Yavuz :
- Nisa s. 41--Her ümmetten peygamberlerini birer şahid getirdiğimiz ve seni de ONLARIN üzerine bir şahid yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak!...
- Nahl s. 89 -- Kıyamet günü, her ümmet içinden kendileri üzerine Peygamberlerini bir şâhid göndereceğiz ve SENİ DE ŞU ÜMMETİN üzerine şâhid getireceğiz (Ey Rasûlüm). Sana bu kitabı (Kur’an’ı), her şeyi beyan etmek için ve bir hidayet, bir rahmet, müminlere de bir müjde olarak perderpey indirdik.

Diyanet Vakfi :
- Nisa s. 41-- Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!
- Nahl s. 89 -- O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de HEPSİNİN üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

Şaban Piriş :
-Nisa s. 41 --Her toplumdan bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit kıldığımız zaman nasıl olacak?
- Nahl s. 89-- Her topluma, kendi içlerinden bir şahid getirdiğimiz gün, seni de BUNLARA şahid olarak getireceğiz. Çünkü, sana her şeyi açıklamak için ve müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak kitabı indirdik.

Muhammed a.s ın şahitliği ile ilgili bu ayetleri anlamanın anahtar ayetlerinden bir tanesi , Maide s. 117. ayetinde İsa a.s ın sorgulanma sahnesinin anlatıldığı cümlelerdir. 

[005.117]  «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Beni vefat ettirdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen oldun. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»

Maide s. 117. ayeti , bir elçinin şahitliğinin yaşadığı hayat içinde, muhatap olduğu kişiler ile sınırlı olduğunu gösteren bir ayettir. Bir elçinin vefat ettikten sonra şahitliğinin devam ettiği iddiası, itikadi yönden bir takım sıkıntılara yol açması açısından büyük bir hatadır. Bu elçi kim olursa olsun böyledir. İsa a.s ın Allah c.c indindeki yeri ile Muhammed a.s ın Allah c.c indindeki yeri asla farklı değildir. İsa a.s için geçerli olan durum ne ise , aynısı Muhammed a.s içinde geçerlidir. İsa a.s ın şahitliği vefatı ile nasıl bitti ise , Muhammed a.s ın da şahitliği vefatı ile sona ermiştir.

Bu konudaki düşüncemizi bundan önce, https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/10/maide-s-117-ayeti-muhammed-as-kabrinde.html adresindeki yazımızda belirtmeye çalışmıştık.

Bu konudaki bir başka sıkıntı , konumuz olan ayetlerdeki şahitliğin, sınırlı bir zaman için geçerli olduğunu iddia etmenin , Kur'anın evrenselliğine gölge düşürmek anlamına geleceği noktasındadır, şöyle ki :

"Muhammed a.s ın şahitliğinin vefatı ile kesilmiş olması , onun şahitliğinden bahseden Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinin tarihselliğe gömülmesi anlamına gelecek , bu ise "Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" söylemine ters düşecektir" denilmektedir. 

"Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" söyleminin, önce kendisinin ters ve ayakları yere basmayan bir söylem olduğunu söylemek isteriz. Kur'an içinde bazı ayetler dikkatlice okunduğunda, bugün için bize dair söyleyecek bir şeyi olmadığı görülecektir. Bu iddiamız , Kur'anın bütünü ile tarihsel bir kitap olduğunu iddia etmek anlamına gelmemektedir.

Kur'an, önce "İlk Muhataplar" dediğimiz Muhammed a.s ve onunla aynı zaman ve mekanda yaşayanlara inen bir kitaptır. O muhataplara inen ayetlerin anlaşılabilmesi , önce onlara ne dediğinin anlaşılmasından geçecektir. İlk muhataplara seslenen Kur'an ayetlerinin bize neler söyleyebileceği ise işin ikinci aşamasıdır. Birinci aşamayı geçmeden yapılacak okumalar, ilk muhatapların yaşadıkları şartları göz önüne alarak inen bir kitabın doğru anlaşılmamasını da beraberinde getirecektir.

Konumuz olan Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde , Muhammed a.s ın haklarında şahitlik edeceği, "heulai" (bunların) zamiri ile işaret edilen kişiler , Muhammed a.s ın birebir muhatap olduğu kişilerdir. Bu ayetlerde bahsedilen kişilerin ilk muhataplar olmuş olması , dolayısı ile Muhammed a.s ın şahitliği konusunun evrensel bir durum yani kıyamete kadar geçerli değil tarihsel bir durum, yani yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olduğunu göstermektedir.

Bu ayetlerdeki şahitliğin sınırlı bir zamana ve kişilere has olmasını, Kur'anın evrenselliğine gölge düşürmemek adına kıyamete kadar geçerli olduğunu iddia etmeye kalkmak "Kaş yaparken göz çıkarmak" misali bir duruma düşmek anlamına gelecektir. Böyle bir duruma düşmemek için , Muhammed a.s ın yaşamının artık son bulduğu , onun vefatı sonrası bizlerin yaptıkları konusunda herhangi bir bilgi sahibi olmasının mümkün olmadığını düşünmek , ve bu doğrultuda bazı ayetleri yorumlamak en doğru tutum olacaktır.

Sonuç olarak : Muhammed a.s ın vefatı sonrasında gelişen olaylar , farklı bir peygamber algısını da beraberinde getirerek , yüzlerce yıldır bir çok sorunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Onun beşer olmasını hazmedemeyen bazı kimseler onun ölmediğini , ümmeti ile olan alakasının kıyamete değin devam edeceğini iddia ederek , kişileri şirk'e düşüren düşünceler ortaya atmışlardır.

Onun hakkında ortaya atılan bu yanlış düşünceler , bazı Kur'an ayetlerinin bu ön kabul doğrultusunda çevrilmesine ve yorumlanmasına sebep olmuştur. Yazımıza konu  ettiğimiz ayetler , bazı meal yapıcıları ve yorumcular tarafından , böyle bir ön kabule uygun olarak çevrilerek , yanlış anlamalara sebep olmaktadır.

Bu gibi yanlışların önünün alınabilmesi , Kur'anın rivayet kültürü esas alınarak çeviri ve yorumlarının yapılmaması ile mümkün olacaktır. Kur'an meali yapmaya soyunanların , konu bütünlüğüne ve aynı ibareye sahip olan cümleleri bir yerde farklı , bir yerde farklı çevirmeleri , onların bu konudaki dikkatsizliğinin ve acemiliğinin bir sonucudur. 

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerindeki şahitliğin , onun herkes gibi bir beşer olmasınını getirdiği durum gereği , insanlar hakkında olacak olan şahitliğinin , yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlıdır . Vefatı sonrasında oluşan olaylar ve insanlar ile herhangi bir şahitliğinin olması mümkün değildir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Bakara s. 125. Ayeti : El Beyt'in (Kabe) İnsanlar İçin Mesabe Kılınması

Allah (c.c) nin bizim için razı olduğu (5.3) , ve ondan başkasının bizden kabul edilmeyeceği (3.85) din'in bir rüknü  olan Hac ibadeti , diğer rükünlerin mekanik ve ruhsuz bir hale getirilmesine paralel olarak, aynı şekilde ruhsuz ve mekanik bir hale getirilmiştir. Tevhidi bir yaşamın, sembollerle ile ifadesi olan bu ibadet , amacından uzak bir şekilde ifa edilerek , tamamen ilmihal bilgileri etrafında oluşturulmuş kuralların ifa edilmesi ile "Hacı bey" veya "Hacı abla" lakabını almaya yönelik bir ibadet haline getirilmiştir. Bu yazımızda , Bakara s. 125. ayeti etrafında bu ibadetin nasıl bir maksadı olduğunu okumaya ve anlamaya çalışacağız. 

Ayet ile ilgili okumaya başlamadan önce , insan hayatında önemli bir yeri olan "Sembol" kelimesinin bizim için nasıl bir anlamı olduğunu bilmenin fayda getireceğini düşünüyoruz. 

"Sembol" kelimesi ; "Duyularla ifade edilmeyen şeylerin somut hale sokularak ifade edilmesi" anlamına gelir. Dini alanda semboller önemli bir anlama sahiptir. Hac ibadeti bağlamında bu sembollerin önemi, özellikle "Beyt" (ev) kelimesinin sembolize ettiği anlamın okunması sonucunda daha doğru ve kolay anlaşılacaktır

Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ(emnen), vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ(musallen) ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd(sucûdi).

[002.125] Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara mesabe ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından salatgah edinin . İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, ahid vermiştik.

Mekke şehrinde bulunan Kabe'nin , "El Beyt" olarak isimlendirilmiş olmasının ne anlama geldiğini anladığımız zaman , ayet içinde gelen sonraki ibareler olan makam , salat,tavaf , rüku ve secde kelimeleri ile nasıl bir mesaj verilmek istenildiğini anlamak kolaylaşacaktır. 

"El Beytü" kelimesi ; "Gecenin karanlığından sığınılan yer" anlamında olup, bu anlamı  Kur'anda geçen "Zulümat" (Karanlık) kelimesinin, mecaz anlamdaki kullanışları ile alakasını kurarak okuduğumuzda, Kabe olarak bildiğimiz El Beyt'in işlevini anlamak kolaylaşacaktır. 

[002.257] Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan (ezzulumat) aydınlığa (ennur)çıkarır. İnanmayanların dostları ise Tağut'tur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennemliklerdir, hep orada kalacaklardır.
[005.015-16]  Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir kitap da gelmiştir.Allah , rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039] Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.

Bu ve benzeri ayetlerde geçen "Zulümat" kelimesi , Allah (c.c) nin vahy ile göstermiş olduğu yolun ret edilmesi halinde kişinin düştüğü durumu tasvir etmektedir.

İnsanların karanlıktan sığındıkları yerin adının "Beyt" (ev) olması ile, Kabe'nin "El Beyt" yani karanlıklardan sığınılan bir yapı olmasının ne  anlama geldiğini açıklamaktadır. Senenin belirli bir zamanında oraya gelebilme imkanı olanlar tarafından yapılan bir takım sembolik ritüellerle Allah (c.c) önerdiği bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair bilgiler, yeniden hatırlanır ve tazelenir, ve dünyanın diğer şehirlerinde yaşayanlar için Müslümanlar tarafından oluşturulan örnek bir şehir hayatının nasıl olduğu Mekke şehrinden tüm dünyaya ilan edilir. 

Çünkü Hac adı verilen bu ibadet, içinde ticari yaşamı da barındıran bir panayır havası içinde icra edilerek, insanların en yaşantısında önemli bir yer tutan sosyal hayatın nasıl yaşanması gerektiği, bu şehirde pratize edilerek gösterilir.

Bakara s.125. ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) nin "Beytiye" (Evim) dediği Kabe, vahiyden uzak bir hayatın getirdiği karanlıktan sığınarak eminliğe ve güvene sığınılan bir adres olarak yapılmış sembolik bir yapıdır.

El Beyt'in "Mesabeten" kılınması ; 

Çevirilerde "Sevap kazanma yeri" , "Toplanma yeri" gibi anlam verilen bu kelime , bu kelimeler ile ifade edilemeyecek kadar anlamlıdır. 

"Mesabeten" ; "Bir nesnenin önceden üzerinde bulunduğu ilk durumuna , veya düşüncede amaçlanmış , düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi " anlamına gelen "Sevbün" sözcüğünden türemiş, zaman ve mekan ismi sigasında bir kelimedir.

Bu kelimenin içerdiği anlamı dikkate alarak  "El Beyt" , insanlar için fıtrat ayarlarına geri dönme mekanı , fıtrat yasalarını hatırlama mekanı, tabiri caiz ise fabrika ayarlarına geri dönüş mekanı olarak bina edilmiş bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.
 
İnsan'ın fıtratında , kendisini koruyacağına inandığı güçlü ve yüce olarak bildiği varlığa sığınmak gibi özellik vardır. "Beytürrab" (Evin reisi) deyimi Arapların günlük dillerinde kullandıkları bir kelime olup , bir evin içinde söz sahibi olan kimse için kullanılan bir deyimdir. 

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinde beyan edilen , fıtratımıza yerleştirilmiş olan Allah (c.c) yi Rab olarak tanıma bilme yetisi , Kureyş suresi içinde, "Şu Beyt'in Rabbine kulluk etsinler" sözü ile pekiştirilmektedir. Allah (c.c) nin "Beyt'in Rabbi" olması demek, evin içinde söz sahibi yani evin reisi olması anlamını taşımakta olup, Mekkeli ilk muhataplar tarafından çok iyi bilinen bir olgudan hareketle , kendisinin bizlere karşı olan nimetlerinin karşılığında her konuda söz ve yetki sahibi olan birisi olarak bizlere tanıtmaktadır.

El Beyt'in "Emnen" güvenli bir yer kılınması ;


[003.096-97] Muhakkak ki insanlar için konulmuş ilk ev; çok mübarek olarak kurulan ve alemler için hidayet olan Bekke'deki dir.Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse, bilsin ki; doğrusu Allah alemlerden müstağnidir.

Al-i İmran suresi içindeki bu ayetler, konumuz olan ayet ile yakında ilintili olup, emin olma durumu bu ayet içinde de okunmaktadır. Beyt'in esas anlamı olan, tehlikeden sığınma amaçlı olarak sığınılan bir yer olması , "Kabe" adı ile bildiğimiz yapının içine hakiki anlamda girilerek emin olma  durumunu değil, o binanın sembolize ettiği anlamın göz önünde bulundurularak , Allah (c.c) nin evine yani onun elçileri ile indirmiş olduğu vahye sığınarak dünya ve ahiret korkusunda emin ve korunmuş olmayı ifade etmektedir.

Fıtratında sığınma ihtiyacı olan biz insanların sığınabileceği tek güvenli ev "Beytullah" yani Allah'ın evi olup, buraya sığınan kişi o evin sahibinin kendisi için koymuş olduğu yasaları hayatında uygulaması neticesinde yani evin kurallarına uyarak emin ve güvenli bir hayat yaşayacaktır. 

Yaşadığımız dünyayı bir çeşit ev olarak kabul edecek olursak , bu evin sahibi Allah (c.c) dir. Beyt'ürrab olan Allah (c.c) evin reisi olarak o evde rahat ve huzurlu yaşamamız için belirli kurallar koymuş ve evin içinde başkasının kural koyma gibi bir yetkisi olmadığını beyan etmektedir. 

Bu evin dışında başka bir ev de yaşamak gibi bir imkanımız olmadığına göre evin Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarına uymak zorundayız , bunun tersi bir durum yani evin bireylerinden olan biz gibi insanlar ev içinde kural belirlemeye kalktığında zaman ev içinde huzursuzluk çıkarak, bardak, tabak, masa, sandalye ne varsa kırılarak, şu andaki yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu durum meydana gelecektir. 

Kısacası Kabe olarak bildiğimiz yapı, yaşadığımız dünyanın  küçük bir prototipi olup , bu dünyada nasıl yaşanması gerektiği Kabe etrafında yapılan ritüellerle gösterilmektedir.

İbrahim'in makamından salatgah edinmek ; 

Bu cümlenin Hac ibadeti esnasında hayata geçiriliş şekli , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken basamak olarak kullandığı rivayet edilen camekan içindeki taşın bulunduğu yerde namaz kılmak şeklindedir . Allah (c.c) acaba bu emir ile bizlere bunu mu emrediyor yoksa daha kapsamlı bir anlama sahip bir cümle midir ? sorusunun cevabını biraz araştırmaya çalışalım. 

 "Makam" kelimesi ; "Ayak üzere kalkıp durmak" anlamındaki "Kame" kelimesinden türemiştir. Bu kalkış, bir şeyi gözetip koruma amaçlı olabileceği gibi , bir şeye azmetmek içinde olabilir.

Makam kelimesi ise, bu kıyamın yani kalkışın yapıldığı zaman ve mekan ismi olarak kullanılır."İbrahim'in makamı" deyimi ile anlatılmak istenilen şey, onun bastığı taşın olduğu mekan değil, onun Kur'anın muhtelif surelerine dağılmış olan kıssası içinde anlatılan Tevhit mücadelesini hatırlamak, yad etmek ve o mücadelenin sebebi olan şirk'in hayat içinden kaldırılması için her türlü çalışmanın adıdır.

İbrahim (a.s), yaşadığı ev (Dünya) içinde bu evin Rabbi tarafından konulan kuralları kabul etmeyerek , kendi kurallarına göre bir ev (Dünya) yönetimi isteyenlere karşı, bu evin (Dünya) gerçek Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarını canı bahasına savunarak bir KIYAM sergilemiş, ve Allah (c.c) bizlere onun bu duruşunu örnek edinen bir hayat sergilememizi istemektedir. 

Muhammed (a.s), atası İbrahim (a.s) ın bu sünnetini yani yolunu en doğru bir biçimde okuyarak, risaleti öncesindeki Kabe içinde başka rablerin hükmünü sembolize eden putları, 23 senelik bir mücadele içinde yerle bir ederek, gerçek bir salatı hayata ikame etmek için çalışmıştır.

Allah (c.c) bizlere , "İbrahim'in makamından salatgah edinin" emri ile , onun yolunu yani sünnetini izlemek sureti ile onu kendimize örnek edinerek , onun yaptığı gibi şirk'e karşı kıyama yani ayağa kalkarak , şirk'i hayat içinden kaldırmak için çalışmayı emretmektedir. Salat kelimesinin içerdiği anlam namazı içine alan geniş bir anlam alanına sahip iken , sadece namaz ile anlamı daraltılmış, namaz ise sadece ilmihal bilgileri ile sınırlandırılmış mekanik bir hale getirilmiş tevhidi bir eylem olduğu şuuru kaybolmuş bir halde eda edilen bir ritüel  haline gelmiştir. 

Beyt'in (evin) tavaf edenler, akifler, rüku ve secde edenler için temiz tutulması ; 

Allah (c.c) İbrahim ve oğlu İsmail'e verdiği bu emrin mahiyeti, ellerine süpürge alıp her gün Kabe nin etrafını süpürerek toz ve topraktan korumaları değildir.

"Tavaf" kelimesi; "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamındadır. Koruma amacıyla evlerin etrafında dönüp dolaşan kimseye "TAİFUN" denilmesi , Kabe etrafında dönmenin yani tavaf etmenin ne olduğunu güzel bir şekilde açıklamaktadır. 

Hacc ibadetin bir rüknü olan Kabe nin etrafında dönüp dolaşmanın, yani tavaf etmenin ifade ettiği sembolik anlamı şöyle okuyabiliriz ; Kendisini "Beytullah" ın yani Allah (c.c) nin evinin ferdi sayan herkes bu evin korunmasını üzerine almış demektir. Çünkü eve ve ev halkına musallat olabilecek bazı tehlikelerden korunmak gerekmektedir. Her ne kadar bu gün sadece şekilselliği kalmış olarak yapılan bir ritüel olsa da, Kabeyi tavaf etmenin ifade ettiği anlam, insan hayatının en önemli rüknü olan tevhidi yaşamın korunmasını ifade etmektedir.

Bu gün Mekke ye giderek Kabe yi tavaf ettikten sonra doğduğu günkü gibi günahsız olarak ülkelerine döndüğünü düşünen bir çok Müslüman, yaşadığı hayat ile başka evleri yani başka hayat sistemlerinin etrafında dönüp dolaşarak, Hac esnasında yaptıkları Kabe tavafının aksine başka kabe leri tavaf etmekte ve o sahte kabelerin yapıcılarının vaaz ettikleri sistemleri hayatlarında pratiğe dökmektedirler.

"Akif" kelimesi ; "Bir şeye yönelmek, sıkıca yapışmak , ve tazim yollu ona devam etmek ve kendini hasretmek" anlamındadır. 

Bu kelimenin Beyt yani Allah'ın evi ile ilişkisini , Akiflerden olmak demek, hayatını o Beyt'in Rabbinin vaaz ettiği kurallar dahilinde idame ettirmesi , o evin kurallarına sıkıca yapışarak başka kurallara tabi olmaması , ondan başka Beyt'ürrab yani en reisi tanımaması sadece onu büyüklemesi şeklinde okuyabiliriz. 

Ruku ve secde kelimeleri; Eğilmek, bükülmek, alçak gönüllüğü ve itaatkar olmayı, kendisinden yüce olarak bildiğinin karşısında ona olan kibrini kırdığını beyan göstergesidir. 

[022.027-8]  İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.

Hac ibadeti, "Dini hayat" , "Sosyal hayat" şeklinde bir ayrımın yanlış olduğunu hayatın tek çatı altında toplanarak, bu çatının altında yaşanan bütün olgunun adının "Din" olduğunu ve insanlara hatırlatmaktadır. "Din" dediğimiz şey sadece belirli ritüelleri ifa ederek yaşanan bir olgu değil , hayatın bütün anında yaşanan bir olgu olduğunu Hac ibadetinin adeta bir panayır havası içinde eda edilmesinden anlaşılmaktadır.

Hacc esnasında yasak olan bir takım davranışlar, bu yasakların sadece o zaman ve mekana has olarak değil, sosyal yaşamın bir gereği olan saygı ve hoş görünün insan ve hayvan nev'inden olan herkesin yaşama hakkına saygı duymayı ifade eder. Mekke şehri bu anlamda insan ve hayvan onurunun nasıl korunması gerektiğini merkeze alan bir yaşamın model şehir olarak görülebilir. 

Hac ibadetinin ticari bir yaşam içerisinde olması bu ibadeti sadece kuru bir ritüel olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. Ticari hayat, insan hayatının en önemli unsuru olup , insanların birbirlerine karşı olumlu veya olumsuz davranışların sergilediği bir alandır. Bu hayat tarzı tabiri caizse hayatın lokomotifi olup, bu hayat tarzı düzgün bir biçimde işlediği zaman, hayatın diğer unsurları buna bağlı olarak düzgün olarak çalışacaktır. 

Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak; 

İnsanlar için kurulan ev olan Mekkede ki Kabe'nin yılda bir defa insanlar tarafından Hac edilmesi, insan yaşamında esas olması gereken Tevhid'in ritüelize edilmiş bir gösterisidir. "Beyt" (ev) temsili üzerinden , insan fıtratında var olan sığınma ihtiyacının bu ev üzerinden sembolize edilerek anlatılması maalesef bu gün işlevini yitirmiş bir Hac ibadetini beraberinde getirmiştir. 

Beyt yani Kabe, insanın fıtratına dönmesini , fıtrat ayarlarını hatırlatan bir yapı olup , burada onun yapmış olduğu hareketler, bu fıtrata dönüşü ifade etmektedir. İnsan fıtri olarak yüce bir varlığa sığınma ve ona tabi olma itiyadına sahip olması nedeniyle bu itiyat "Şeytan" tarafından değiştirilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin dışında başka sığınma mercileri olabileceği vesvesesi verilmeye çalışılır. 

Hac ibadeti ile bizler Allah (c.c) nin dışında bir merciye sığınılmayacağını tüm dünyaya ilan ederek, diğer insanları da böyle bir sığınma içine girmeye davet ettiğimizi, bizlere başka adresler göstermeye çalışanlara karşı olduğumuzu ilan ederiz. 

Kendisinin Kur'ana nispet ederek tanımlayanların dahi bu ibadet'in gerçek mahiyetini anlayamayarak, bazı cahillerin yaptıklarını kalkan edinerek bu ibadet hakkında ileri geri sözler etmiş olmaları, onların Kur'anın bu tür anlatımları hakkında ne kadar cahil olduklarını göstermektedir.

El Beyt yani Kabe nin İbrahim (a.s) ismi ile birlikte anılması bizlere çok önemli mesajlar vermektedir. Yaşadığımız dünyayı Kabe ile eşleştirerek bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, bu dünyada yaşayan insanların "Beytürrrab" olan Allah (c.c) nin reisliğine tabi olmaları gereği yani Beyt'in kurallarına uygun yaşaması gereği ortaya çıkmaktadır. 

Beyt'in temiz tutulması ise, pislik olarak ifade "Şirk" in ev yani dünya dan silinerek , Allah (c.c) nin koyduğu kuralların hayata hakim olması anlamındadır. Muhammed (a.s) evin nasıl temiz tutulması gerektiğini atası İbrahim (a.s) ın , ona vahyedilen kıssasından okuyarak nasıl bir yöntem izlemesi gerektiğini okumuş ve hayata geçirmiş , neticede 23 yıl süren bir mücadele Beyt yani evin şirk unsuru olan putlardan temizlenmesi olarak gerçekleşmiştir. 

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin biz kullarına ön gördüğü , sadece kendisinin reis olarak bilindiği bir ev (dünya) içinde yaşam sürme gereği , Hac adı verilen ibadetler içinde sembolize edilerek öğretilmektedir. "Kabe" olarak bildiğimiz yapı, insanın fıtratında var olan sığınma olgusu öne çıkarılarak, sığınılması gereken bir ev olarak temsil edilmekte, oraya sığınan kimsenin emin ve güvende olacağı beyan edilmektedir. 

Kur'anın beyan ettiği Hacc ibadeti ile , bu gün bir çok Müslümanın eda ettiği Hac ibadeti arasında dağlar kadar fark olduğunu üzülerek ifade etmek istiyoruz. Bu durum, kendisini Kur'ana nisbet ederek inancının kurallarını bu kitabın belirlediğini iddia eden bir kısım insan tarafından kalkan edinilerek , böyle bir ibadetin olmadığı gibi bir yanlışa düşürmüştür. Bizler kişilerin yanlışına göre değerlendirmede bulunmak değil , doğrularımızı dikkate  alarak değerlendirmede bulunduğumuz zaman bu tür absürt çıkarımların ne kadar yanlış olduğunu daha kolay görebiliriz. 

Rabbimiz bizleri Hac ibadetinin gerçek mahiyetini anlayan kullarından kılsın. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.