İLE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İLE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ağustos 2018 Cuma

Ölmediğine İnanılan Bir Elçi İle Zümer s. 30. Ayetindeki Elçi Arasında Seçim Yapmak

Bugün İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşayan Müslümanların ekseriyetinde yerleşik bulunan elçi inancı, Kur'an'ın ortaya koyduğu elçi inancı ile taban tabana zıt bir durum arz etmektedir. İsa (a.s) ı ilah konumuna yükselten Hristiyanlara dahi parmak ısırttıracak şekilde aşırılık içeren elçi inancı maalesef Müslümanlarda itikadi sorunlar oluşturmaktadır. Bu yazımızda, yine Kur'an ile zıtlık arz eden bir inanç olan, Muhammed (a.s) ın ölmediği, kabrinde diri olduğuna dair olan inancı ele almaya çalışacağız. 

Bugün din hakkındaki bilgilerini Kur'an'dan değil de, bazı kişilerin anlattıkları hurafelerden veya rivayet kitaplarından alan kişilere şayet, "Muhammed (a.s) ölü mü dür yoksa diri mi dir?" şeklinde bir soru sorulacak olsa, alınacak cevap onun ölü olmadığı diri olduğu yönünde olacaktır. Çünkü peygamber sevgisi adına, Muhammed (a.s) ın ölü olduğunu söylemeye dilleri varmamakta, onun ölü olduğunu söylemenin kişiyi sanki ona küfür ve hakaret etmek gibi bir duruma düşüreceği zannedilmektedir.

Herkesin malumu olduğu üzere ülkemizden umre ve hac ibadeti için gidenlere verilen siparişlerin başında, onun diri olduğuna inanan Müslümanlarca Muhammed (a.s) a selam söylenmesi gelmektedir. Gönderilen bu selam, maalesef onun ölü olmadığı inancının bir yansımasıdır. Özellikle "Ehli sünnet itikadi" adı altında anlatılan Muhammed (a.s) ın ölü olmadığına dair iddialar, bizim buraya alıntı yapmaya dahi haya edebileceğimiz derecede çirkinlik arz etmekte, fakat bu çirkinlikler özellikle tasavvuf kesiminde bir hayli alıcı bulmaktadır.

Biz, bu konuda Kur'an'ın söyledikleri üzerinde düşünmeye davet ederek, bazı kimselerin içinde bulundukları yanlışa dikkat çekmeye çalışacağız. Din konusunda bizlere yol göstermesi ve hakem olması gereken yegane kaynağın Kur'an olmalıdır. Şayet din konusunda gelen bir bilgi Kur'an tarafından onay almıyorsa, o bilginin hiçbir değeri olamaz.

[Al-i İmran s.144] Muhammed ancak bir resuldür. Ondan önce de resuller geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükafatını verecektir.

[Enbiya s.034]  Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?

[Ankebut s.057] Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döneceksiniz.

[Zümer s.030] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.

Konuyu, bu ayetler ışığında düşündüğümüzde, "Muhammed (a.s) da ölmemiştir kabrinde diridir" gibi sözler etmek, Kur'an tarafından artık onay almayacaktır. Ancak yine Kur'an tarafından onaylanmayan bir düşünce olan kabirlerdeki insanların ceza veya mükafat gördüğü inancını kabul edenler tarafından, bu ayetler maalesef kabul görmeyecek, "Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" şeklinde itirazlar yükselecektir.

Muhammed (a.s) ın diri olduğu iddiası, Bakara ve Al-i İmran surelerinde geçen, Allah yolunda öldürülmüş olanlar ile ilgili ayetler ile desteklenmek istenilmektedir. 

[Bakara s.154] Allah yolunda öldürülenlere «Ölüler» demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.

[Al-i İmran s.169] Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.

"Mecaz, cahilin elinde hakikate dönüşür" sözüne bir kelime ilave ederek, "Mecaz, cahilin ve ön yargılı olanın elinde hakikate dönüşür" şeklinde söylediğimizde, bu ayetlere istinaden Muhammed (a.s) ın ölmediğini iddia etmek, ancak ön yargılı bir düşüncenin eseri olabilir. Çünkü Muhammed (a.s) ın vefatı bilindiği gibi yatağında ölmek şeklinde gerçekleşmiştir, yani Allah yolunda öldürülmek gibi bir durumu yoktur. Ancak bu duruma da bir kılıf bulunmuş, Hayber'de yediği yemekten dolayı zehirlenmiş olduğu ve bu durumun onun vefatına sebep olduğu iddiası, onun Allah yolunda öldürülmüş olduğuna kanıt olarak sunulmaktadır. 

Allah yolunda öldürülmüş olanların ölü olmadığı, diri olduğu şeklindeki beyan, hakikat değil mecaz bir ifadedir. Bu beyan Allah yolundaki ölümün boşa gitmediği, ve bu şekildeki ölümün teşvik edildiği şeklinde anlaşılması daha makul bir yaklaşımdır. Şayet bu ifadenin hakiki olduğunu düşündüğümüzde, bu şekilde öldürülmüş olan bir kişi şayet evli ise, onun geride bıraktığı eşi halen onunla evli sayılacak, ve başka birisi ile asla evlenemeyecektir. Çünkü kocası ölü değil diridir ve kocası ölmemiş birisinin başka birisi ile evlenmesi onu boşamadığı sürece asla mümkün değildir.

Muhammed (a.s) ın ölmediği kabrinde diri olduğu iddiası bilindiği gibi tasavvuf ekolünde daha fazla rağbet görmektedir. Bunun sebebi ise, türbelerde bulunan ölülerden medet ummak gibi bir şirk içine düşmüş olanların türbelerde yatan bu kişilerin diri olmaları gerektiği düşüncesine binaen, önce Muhammed (a.s) ın diri olması gerektiğidir. Yani önce onun diri olması gerekmektedir ki, sonra türbelerde yatan kişilerin de ölü olmadığı inancı daha kolay alıcı bulabilsin.  

"Esselamu aleyke ya resulullah" şeklinde yapılan hitap,  ölmemiş olduğuna inanılan elçiye karşı yapılan bir hitap olarak, bir çok Müslümanın dilinde dolaşmaktadır. Namazlarda okunan tahiyyat duasında geçen bu hitabın yerine, "Esselamu alennebiyyü" veya "Esselamu alel enbiyai" sözlerini kullananın daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca minarelerden okunan selalardaki ölmemiş elçiye yapılan hitap tarzı, itikadi açıdan büyük sıkıntılar doğurmasına rağmen, sanki İslami bir şiar gibi muamele görmektedir.

Muhammed (a.s) ın bugün nasıl bir durumda olduğu şayet Kur'an kaynaklı bir bakış açısı ile değerlendirilmiş olsaydı, bugün onun ölü mü yoksa diri mi olduğu gibi tartışmalar asla olmayacak, bu türden ihtilaflar gündemde bile olmayacaktı. Ancak aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir ürünü olan bu gibi düşünceler Müslümanlar arasında yer etmiş olduğu için, bu gibi düşünceler yaygın olarak kabul görebilmektedir.

Bu konuda da Müslümanlar iki yoldan birisini seçmek durumundadır.

Bazı kimseler Muhammed (a.s) ın ölü olmadığı şeklindeki Kur'an ile çelişen düşünce ile, Kur'an tarafından beyan edilen Muhammed (a.s) ın ölü olduğu beyanı arasında tercih yapmak durumundadır. Çünkü Muhammed (a.s) ın ölü olmadığı iddiası beraberinde akidevi sorunları da getirmektedir. Çünkü o atfedilen bazı özellikler onu Allah ile denk bir duruma getirmekte, bu denklik iddiası ise, iddia sahiplerini şirk batağına düşürmektedir.

Muhammed (a.s) a sevgi adına yapılan bu tür aşırılıklar, Allah'ı kulun seviyesine indirmek, veya kulu Allah'ın seviyesine indirmek anlamına gelmektedir. Onun beşer oluşu gerçeği hiç bir zaman gözden ırak tutulmamalı, onu beşer üstüne çıkarmanın akidevi sorunları da beraberinde getirdiği gerçeği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki, Muhammed (a.s) bir beşerdir ve her beşer gibi ölümü tatmış, yine her beşer gibi kabrinde yeniden dirileceği günü beklemektedir. Bu süreç zarfında hiçbir şeyden haberi yoktur, ne kabrine gelenleri, ne de kendisine gönderilen selamları işitir. Hele hele Allah (c.c) ile bizim aramızda aracılık yapması gibi bir durumu da yoktur. Kim ki böyle bir inanç içindedir, bu inancın literatürdeki adı apaçık şirktir.

                                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


21 Temmuz 2018 Cumartesi

Ateşten Kurtardığına İnanılan Bir Elçi İle Zümer s. 19. Ayetindeki Elçi Arasında Seçim Yapmak

Bugün Müslümanların ekseriyetinin sahip olduğu elçi anlayışının Kur'an tarafından değil, riayet kitapları tarafından inşa edildiği bir gerçektir. Bu gerçek, rivayet kitaplarının oluşturduğu elçi anlayışına sahip olanlara anlatılmaya çalışıldığı zaman, büyük bir tepki çekmekte, Kur'an'ın anlattığı elçi portresi maalesef bir çok Müslüman tarafından kabul görmemektedir. Kabul görmediği gibi, Kur'an'ın tarif ettiği elçinin kabul görmesini isteyenler, "Elçi Düşmanı, Zındık" v.s gibi isimlerle yaftalanmaktadır.

Yine bilinmektedir ki, Kur'an'ın şefaat konulu ayetleri ile, rivayetler tarafından oluşturulmuş şefaat inancı, birbiri ile taban tabana zıttır. Kur'an, şefaat inancını müşriklerin sahip olduğu bir inanç olarak değerlendirirken, rivayetler ise şefaati bir İslam inancı olarak görmektedir. Yine rivayetler tarafından öğretilen şefaat inancında Muhammed (a.s) baş rolü oynamakta ve birçok Müslüman onun hesap gününde ümmetine şefaat ederek kendilerini ateşten kurtaracağına inanmaktadır. 

Aşağıda yaptığımız örnek alıntılar, bu yanlış inancın bir tezahürü olarak kitaplarda ve birçok internet sitesinde yer almaktadır.

"Allah Resûlü (asm), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!"diye yakarışa geçecek, o esnada cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutacak ve gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayacak O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!"deninceye kadar başını yerden kaldırmayacak ve hep "Ümmetî! Ümmetî!"diye inleyecektir."

"Evet, günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir bişarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir evet, Cenab-ı Hak, Habibi başını yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir: “Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ / Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.”"

Yukarıda bulunan iki paragrafta yazılanlar, Muhammed (a.s) ın hesap gününde şefaatçi olacağına dair genel geçer algının bir yansıması olup, ateşten kurtarma yetkisine sahip olduğuna inanılan bir elçi inancını yansıtmaktadır.

Rivayetler tarafından örülen ATEŞTEN KURTARAN ELÇİ inancının ne derece doğru olabileceği konusunda Zümer s. 19. ayeti bize yol gösterecektir.

أَفَمَنْ حَقَّ عَلَيْهِ كَلِمَةُ الْعَذَابِ أَفَأَنْتَ تُنْقِذُ مَنْ فِي النَّارِ

[039.019]  Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?

Zümer s. 19. ayetinde Muhammed (a.s) a hitaben söylenilen bu sözler, bize onun hesap günündeki konumunu da anlatmaktadır. Bu ayete bakıldığında Muhammed (a.s) ın kimseyi ateşten kurtarmak gibi bir yetkisi olmadığı görülmektedir.

Burada, "Muhammed (a.s) ın ateşten kurtaramayacağı insanlar kafir olan kimselerdir. Onun ateşten kurtarma yetkisi Müslümanlar için olacaktır" şeklinde bir itirazın gelmesi de muhtemeldir.

Bu itiraza karşı şunları söyleyebiliriz: 

Bu ayet içinde dikkat edilmesi gereken cümle, "Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimse" cümlesidir. Allah (c.c) nin hakkında azap hükmü verdiği bir kişi Müslüman da olsa (ki bu düşünce yine problemlidir) elçisi olan bir kulu için bu sözünü değiştireceği düşüncesi, itikadi açıdan sakıncalar doğurmaktadır. Allah'ın sözünün üzerine söz söyleyebileceğine inanılan bir kişinin Allah'a denk sayıldığı gözden uzak tutulmamalıdır. Allah'a denk görülen her şeyin ona ortak koşmak anlamına gelmektedir. 

Hasılı kelam, Muhammed (a.s) ın hakkında azap hükmü kesinleşmiş olan Müslümanları ateşten kurtaracağı iddiası, yine bu ayet ile ret edilmektedir.

Şimdi burada Müslümanlar, rivayetler aracılığı ile anlatılan bir insanı ateşten kurtaracağına inanılan elçi portresi ile, Kur'an tarafından anlatılan kimseyi ateşten kurtarma yetkisi olmayan elçi arasında seçim yapmak durumundadır.

                                             AYET VAR DİYORSUN AMA HADİS VAR KARDEŞİM

Bu söz, rivayetler tarafından gelen ve Kur'an ile çelişki arz eden bilgiye karşı getirilen bir karşı itiraz olarak, bir çok Müslümandan maalesef duyulmaktadır. Yine bu söz Kur'an'ın bazı Müslümanlar nezdindeki yerini göstermesi açısından acı bir örnektir. Çünkü bu gibi sözleri sarf edebilen kişiler, Kur'an ile rivayet arasında tercih yapılması gerektiğinde, Kur'an'ın değil rivayetlerin tercih edilmesi gereğine inanan, hatta bunu imanın bir gereği olarak görmektedirler.

"Hadis İnkarcısı" deyimini dillerine dolayan bazı kimselerin, bu deyim ile kast ettikleri insanlar, dinde rivayetlerin değil Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğini savunanlardır. Muhammed (a.s) ın Kur'an'a aykırı en ufak bir söz dahi söylemeyeceği üzerinde, bütün Müslümanların ittifak etmiş olmasına rağmen, bu ittifak pratiğe çıkmamakta, Kur'an ile çakışan bir rivayetin Muhammed (a.s) tarafından asla söylenemeyeceği maalesef dile getirilmekten korkulmaktadır. Bu korkunun en büyük sebebi ise, bu gibi Kur'an ile çelişen rivayetlerin bulunduğu kitaplara dokunulmazlık zırhının giydirilmiş olmasıdır.

Bugün bir rivayet şayet Buhari, Müslim v.s gibi rivayet kitaplarında varsa, veya makbul olarak görülen bir kişinin ağzından çıkmış ise, bazı Müslümanlar tarafından Kur'an ayetinden daha sağlam olarak görülmekte, bu rivayetin güvenilir olup olmadığı konusunda en küçük bir şüphe dahi duyulmamaktadır.

Halbuki olması gereken, Kur'an'ın dinde belirleyici olması, üzerine dokunulmazlık zırhı giydirilmiş kitaplarda geçse dahi Kur'an ile çelişip çelişmediğine bakılması, kim söylemişse söylesin doğruluğu kişilere göre değil, Kur'an'a göre değerlendirilmesidir. Maalesef bu yapılmamakta, yapılmadığı gibi de bu yöntemi savunanlar en ağır ithamlara layık görülmektedir. Halbuki bu kimseler, Kur'an ile çelişen rivayetleri ret etmeyerek Hadis İnkarcısı olarak görülmemek için, KUR'AN İNKARCISI olmayı göze alabilmektedir. 

Sonuç olarak: Muhammed (a.s) hesap gününde diğer insanlar gibi hesaba çekilecek (Araf s. 6), bu hesabın sonunda karşılığını alacaktır. Onun hesap gününde başkalarını ateşten kurtarmak gibi bir yetkisi olmadığı gibi, ona böyle bir yetkinin verildiğine inanmak itikadi açıdan sakıncalar içermektedir. 

Genel geçer İslam düşüncesindeki elçi inancı Kur'an tarafından belirlenmediği için bu gibi sorunlar ortaya çıkmakta, Müslümanlar arasında fikir ayrılıklarının başını Muhammed (a.s) ın sahip olması gereken konum oluşturmaktadır. Şayet her konuda olması gerektiği gibi bu konuda da Kur'an belirleyici bir kitap olarak görülmüş olsaydı, bugün Müslümanlar arasındaki ayrılıklar büyük ölçüde giderilmiş olabilirdi. 

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Mart 2018 Perşembe

Süleyman (a.s) ın Hüdhüd İle Yaptığı Konuşma Nasıl Bir Mesaj İçeriyor?

Kur'an'ın, muhatabına vermek istediği mesajı iletme yollarından birisi de, kıssa yollu anlatım yöntemidir. Kur'an içinde geçen çeşitli kıssalar içinde anlatılan olaylar, muhatabına bazı mesajlar vermeyi amaçlamaktadır. Okuyucu, şayet bu olay ile nasıl bir mesaj verildiğini öğrenmeyi amaçlamak yerine, kıssa içinde geçen bazı aktör veya objelere takılı kalacak olursa, verilmek istenilen mesaj anlaşılamayacak, kıssa buharlaşacaktır. Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile olan konuşma ile ilgili yapılan bazı yorumları bu söylediklerimize örnek olarak göstermek mümkündür.

Bu konuda yapılan bazı yorumlara bakıldığında, Hüdhüd'ün kuş değil, bir insan olduğu şeklinde olup, onun insan olduğu şeklinde varılan bir sonuçla, kıssadan hasıl olması gereken payın çıkarıldığı zannı bazı kimselerde hakim olmaktadır. Halbuki böyle bir haberin bir insan tarafından da getirilebileceğini, ama bu haberi bir kuşun getirdiğinden neden bahsedilme ihtiyacı duyulduğu üzerinde bir tefekkür çalışması yapılabilseydi, kıssa daha doğru anlaşılmış olabilirdi.

Neml suresindeki Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile yapılan konuşma, verilmek istenilen mesaja değil, Hüdhüd'ün kimliği, yani kuş mu yoksa bir insan mı olduğu noktasında yoğunlaşmış olmasından ötürü kanaatimizce bu olay üzerinden verilmek istenilen mesaj  anlaşılamamıştır.

Bazı yazılarımızda özellikle vurgulamaya çalıştığımız, Kur'an'ın ilk muhataplarına olan mesajının anlaşılması, bizim bu kitabı daha kolay anlamamızı sağlayacağına dair olan hatırlatmayı tekrar yaparak, Süleyman (a.s) ile Hüdhüd arasında geçen konuşmanın, önce ilk muhataplara olan mesajı, sonra ise bizlere ne gibi mesajları olabileceğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Bilindiği üzere Kur'an, yaklaşık 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmiştir. Bu kitabın ayetlerinin büyük çoğunluğu ise, bu iki şehirde yaşayan inanan ve inanmayan insanların bazı söz ve eylemleri üzerine inmiştir. Yani Kur'an ayetlerinin büyük çoğunluğunun inişinde arka plan sebebi bulunmaktadır. Süleyman (a.s) kıssasında geçen Hüdhüd ile olan konuşmasını konu alan ayetleri, bu durumu dikkate alarak okumaya çalışmak, bizleri daha sağlıklı sonuçlara götüreceğini düşünmekteyiz.

Mekke müşrikleri tarafından Muhammed (a.s) ın elçiliğine getirilen itirazları hatırlayacak olursak, neden onun gibi birisinin elçiliğe seçilmiş olduğu,  onun bir beşer olduğu, veya neden yanında bir melek bulunmadığıdır. 

[043.031] Ve dediler ki: «Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?»

[038.008] (Müşrikler) "Biz bu kadar eşraf dururken, kitap gönderilecek bir o mu kalmış!" (dediler) Hayır, hayır! Onlar Benim buyruklarım hakkında tam bir şüphe içindedirler, doğrusu onlar azabımı henüz tatmadılar.

[011.012] Belki de sen (müşriklerin:) «Ona (gökten) bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi!» demelerinden ötürü sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. (İyi bil ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîldir.

[025.007] Ve dediler ki: Bu peygambere ne oluyor ki; yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Onun beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilmeli değil miydi?

[017.093]  «Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.» De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.

Bu ve benzeri ayetler bizlere, asıl öne çıkması ve dikkate alınması gereken Muhammed (a.s) a inen vahyin dikkate alınmayarak, onun kişiliğinin öne çıkarıldığını, ve bir takım sudan bahaneler ile vahyin ret edildiğini göstermektedir. Mekke'li müşriklerin Muhammed (a.s) ın elçiliği konusundaki bu tür çekincelerini dikkate alarak okuyacağımız Süleyman (a.s) ve Hüdhüd arasında geçen konuşmanın, ilk muhataplar açısından içerdiği mesajı şöyle okuyabiliriz.

Kanaatimizce Hüdhüd isminin kıssa içinde bir insan olarak değil, kuş olarak geçmiş olması, Mekke müşriklerinin elçinin kim veya ne olduğuna değil, onun getirdiği mesaja yoğunlaşmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Kur'an okuyucusu da aynı şekilde bu kıssayı okurken, "Kuş nasıl konuşabilir, Süleyman (a.s) verdiği haber ile ilgili bilgileri bir kuş nasıl bilebilir?" gibi soruları bir kenara bırakarak, kıssada geçen sözleri kimin söylediğine değil, neden söylendiğine dikkatlerini yoğunlaştırmalıdır.

[027.020] (Süleyman) kuşları gözden geçirdi ve şöyle dedi: Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?
[027.021] Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek ya da onun canını iyice yakacağım yahut onu boğazlayacağım!
[027.022] Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim.
[027.023] Gerçekten, onlara (Sebe'lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.
[027.024] Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.
[027.025] Allah'a secde etmemeleri için (böyle yapmış). O Allah'a ki, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.
[027.026] Halbuki o en geniş hükümranlığın ve o en büyük arşın Rabbi olan Allah’tan başka ilah yoktur.
[027.027] (Süleyman:) «Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?» dedi.
[027.028] «Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak, sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?»
[027.029] Kadın dedi ki: «Ey ileri gelenler bana çok önemli ve saygıdeğer bir mektup bırakıldı.
[027.030] Gerçekten o; Süleyman'dandır ve gerçekten o; Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyladır.
[027.031]  «Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)».

Bu ayetleri bütüncül olarak okuduğumuzda, anlatımda öne çıkması gereken tarafın Hüdhüd isminin kuş olup olmadığı meselesi değil, onun Sebe hükümdarına elçi olarak gönderilmiş olmasıdır. Hüdhüd ile ilgili ayetleri,  onun kuş olup olmadığı üzerinden değil, elçi olarak gönderilmek ile ilgisini kurarak okuduğumuz zaman şöyle bir durum karşımıza çıkmaktadır.


Daha önce verdiğimiz ayet meallerine dikkat edecek olursak, Mekke'li müşriklerin Muhammed (a.s) ın elçiliği konusunda onun kişiliğini öne çıkarmak sureti ile, bir takım itirazlarda bulunduğunu görmekteyiz. Süleyman (a.s) ile Hüdhüd arasında geçen konuşmanın anlatıldığı ayetlerde ana mesaj, elçilerin kimliklerine değil, onlar tarafından gelen mesajın içeriğine dikkatlerin çevrilmesi gerektiğidir. Şöyle ki:

Süleyman (a.s) Hüdhüd'e, haber getirdiği Sebe ülkesinin Hükümdarına bir mesaj götürmesini emreder, Hüdhüd bu mesajı Sebe hükümdarına götürür, ve gelen mesaja Sebe hükümdarının tepkisi dikkat çekicidir. Hüdhüd ile ilgili ayetlerin asıl mesajı da işte buradadır. 

Sebe hükümdarı kendisine gelen mesajın kimin tarafından bırakıldığı tarafına hiç takılmadan, direk mesajı okumuş MESAJI KİMİN GETİRDİĞİNE DEĞİL, KİMİN GÖNDERDİĞİNE BAKMIŞTIR. Neml s. 30. ayetindeki sözleri, onun bu durumunu işaret etmektedir. Hükümdarın, "Ey ileri gelenler bana kuşun biri mesaj bıraktı" şeklinde bir ifade kullanmamış olması, dikkat çekmesi gereken bir yöndür.

Bu noktayı dikkate aldığımızda konu ile ilgili ayetlerin ilk muhataplara olan mesajı zımnen şu şöyledir: Ey Mekke'liler, size gönderdiğim elçinin kim olup olmadığına bakmayın. Bakmanız gereken taraf o elçi ile size gönderdiğim vahiydir. Sebe hükümdarı kendisine gönderilen mektubu nasıl kimin getirdiğine bakmadan, önce kimin gönderdiğine baktı ise, siz de aynı şekilde size gelen mesajı önce kimin getirdiğine bakmadan, kimin gönderdiğine bakın.

Konu ile ilgili ayetlerin ilk muhataplara olan mesajını bu şekilde okuduktan sonra, bu ayetlerin bizlere dönük olarak nasıl bir mesaj içermiş olabileceği sorusu daha kolay cevap bulacaktır. 


Yeniden hatırlayacak olursak, konu ile ilgili ayetlerin ana mesajı, dikkatlerin gelen vahye yönelmesi gerektiği, getirenin değil gönderenin merkeze alınmasıdır. Bu düşünceyi ortaya atarken, elçinin yok sayılması gerektiği gibi bir düşünce olduğumuzu dile getirmeye çalıştığımız anlaşılmamalıdır.

Bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların çoğunluğunda hakim olan din anlayışına baktığımızda, sahip olunan din anlayışının vahiy merkezli değil, elçi merkezli olduğu görülmektedir. Halbuki o elçinin getirdiği kitabın ana mesajı muhatapların vahyi merkeze almaları gerektiği olmasına rağmen bu böyle olmamakta, vahiy ötelenmekte hatta rivayetler ile eşdeğer görülerek ayağa düşürülmektedir.

  İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin ana mesajının bir elçinin kendisinin değil, onun ilettiği vahyin öne çıkarılması olduğu, tersi bir durumun kişileri ne gibi durumları düşüreceği olduğu halde, bu mesaj maalesef kale alınmamakta, İsa (a.s) a yapılan yanlış muamelenin aynısı hatta daha beteri, Muhammed (a.s) için uygulanmaktadır.

Bugün İslam coğrafyasının büyük çoğunluğunda hakim olan din algısına Kur'an bir çok yerde itiraz etmekte, itiraz ettiği yerlerden bir tanesi de Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile olan konuşmanın geçtiği ayetlerdir.

Bu ayetler bizlere zımnen şöyle bir mesaj içermektedir: Ey Müslümanlar size gelen elçinin kimliğini onun getirdiği vahyin önüne geçirmek sureti ile büyük bir hata yapmaktasınız. Elçilerin vazifesi sadece getirdikleri vahyi iletmek ve örnek olmaktır. Vahyi kimin getirdiğine değil, kimin gönderdiğine bakın.

Sonuç olarak: Kıssa yollu anlatımlarda asıl olan, o kıssa ile muhataba bir takım mesajlar vermeyi amaçlamak olmasına rağmen, mesajın içeriğini anlamaya yönelik olmayan kıssa okumaları bekleneni vermekten uzak okuma örnekleri olacaktır.

Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile ilgili ayetleri okuma yöntemi bu şekilde yapılmak yerine Hüdhüd'ün ne veya kim olduğu yönünde yoğunlaştığında verilmek istenilen mesaj anlaşılamayacaktır. 

Kur'an bütünlüğünü dikkate alan bir yöntem ile Hüdhüd ile ilgili ayetleri okumaya çalıştığımızda, bizlere bir mesaj verildiğini ve bu mesajın merkezinde ise, elçilerin kim olduklarının önemi olmaması gerektiği, asıl önemli olanın onlar aracılığı ile gelen vahiy olması gerektiği hatırlatmasının yapıldığı anlaşılabilir.

Fabl olarak bilinen insan haricindeki canlıları konuşturan edebiyat sanatı örneklerini okuduğumuz zaman nasıl ki Hayvan nasıl konuşur? meselesine takılmadan verilmek istenilen mesaj odaklanıyor isek, bu konuya da bu şekilde bakmak daha doğru sonuçlar verecektir.

                                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

7 Mart 2018 Çarşamba

Cin Konusu İle İlgili Ayetleri Okuma Klavuzu

Kur'an'ın doğru anlaşılmasında, nuzül ortamında yaşayan insanların kültürel, dini ve sosyo ekonomik yaşantı gibi bilgileri, kısacası tarihsel arka plan bilgisi önemli bir rol oynamaktadır. Bu bilginin göz ardı edilmesi, yapılacak okuma ve anlama çalışmalarından sağlıklı sonuçlar çıkarılamamasını beraberinde getirecektir. Yazımıza konu edeceğimiz cinler ile ilgili ayetlerin doğru anlaşılmasında, nuzül öncesi tarihsel arka plan büyük ölçüde önem arz etmektedir.

Son yıllarda Kur'an'ın gündeme gelmesi ile, bir çok konu yeniden masaya yatırılmış, yeniden anlaşılmaya ve tartışılmaya başlanılmış, tartışılan bu konuların içinde cinler ile ilgili bilgilerin yeniden Kur'an'i anlamda anlaşılması da  bulunmaktadır. Maalesef bu konuda yapılan anlama çalışmaları etrafında yapılan tartışmalar, cinlerin varlığı yoklu etrafında  kilitlenmiş, bir taraf cinlerin varlığını kabul ederken, bir diğer taraf cinlerin varlığını kabul etmemekte, bu kısır tartışmalar sonucunda, tartışan taraflar birbirlerini tekfir etmeye kadar varan suçlamalar yöneltebilmektedir.

Cinler ile ilgili ayetleri okurken, göz önüne alınması gereken en önemli husus, Kur'an'ın cinlerin ontolojik varlığı veya yokluğu konusu ile asla ilgilenmediğidir. Bundan dolayı bu konuda yapılacak tartışmalar cin var yok mu kavgasına çekilmemeli, şayet çekilecek olursa, yapılan tartışmaların kördöğüşünden farksız, ve havanda su dövmekten başka bir işe yaramayacağı da bilinmelidir.

Yaşadığımız dünyanın her tarafında, geçmiş ve gelecek tüm zamanlarda, insanları maddi ve manevi açıdan sömürmek isteyenlerin kullandıkları ve kullanmaya devam edecekleri en önemli silah, kendilerinin diğer insanlar gibi olmadıkları, diğer insanlardan farklı olarak ellerinde bir takım gizli güçler bulunduğu, bu gizli güçler vasıtası ile kendilerine bir takım özel bilgiler verildiği şeklinde bir iddia sahibi olmalarıdır.

Görünmeyen ve sadece özel kişilerle iletişim kurduğu iddia edilen bu gizli güçlerin ismi ise CİN dir. Cinlerle ilişki kurduklarını iddia eden bu kimseler, onlardan gaybe dair haber aldıklarını iddia etmekte, onların kendilerine bir takım bilgiler verdiğini söyleyerek kendilerini diğer insanlardan ayrıcalıklı göstererek, itibar sahibi olmaya, ve bu yolla onları sömürmeye çalışmaktadırlar.

Konuyu nuzül öncesi Mekke'de yaşayan insanlar boyutunda düşündüğümüzde, o toplumda Şair, Mecnun, Kahin, Arraf  v.s gibi isimlerle bilinen insanların var olduğu bilinmekte, bu insanların cinlerle ilişki kurdukları zannedilerek, ağızlarından çıkan sözlerin kendi sözleri olmadığı, cinlerin onlara verdikleri ilham ve haberlerin neticesinde bu sözleri onlardan alarak söyledikleri iddia edilmektedir.

Yani nuzül öncesi Mekke insanının bazı insanların cinler vasıtası ile gökten haber aldıklarına dair bir arka plan bilgisi mevcut bulunmaktaydı. Cinlerin göklerden aldıkları haber ve bilgileri yerde yaşayan bazı insanlara aktardıkları şeklinde bir bilgiye sahip olan Mekke'lilere, bir gün 40 yıldır içlerinde yaşayan bir adam tarafından kendisinin de Allah'tan haber aldığını söylemesi şok etkisi yaratmış, Muhammed adındaki bu kişinin Allah'tan aldığını iddia ettiği bu haberleri beğenmeyenler, ona şiddetle karşı çıkmış, onun ŞAİR, MECNUN, KAHİN olduğunu ileri sürerek, verdiği bilgilerin itibar görmemesi için var güçleri ile mücadeleye girişmişlerdir.  

Mecnun yani cinlenmiş olduğu iddia edilen Muhammed (a.s) ın böyle bir durumda olmadığını ifade eden ayetlerin nazil olmasının arka planında, Mekke'li müşriklerin ona karşı yaptığı bu türden ithamlar yatmaktadır. Çünkü Mekke'lilerin mevcut olan arka plan bilgilerinde, bu gibi haberler alan insanlar, cinlerle ilişki kurmuş olarak bilinmektedir.

Şeytan, Melek, Cin gibi kelimeler, vahiy kavramı ile yakından ilgilidir. Bu kelimeler birbiri ile iç içe bir durum arz etmekte olup, birbirinden kopuk şekilde anlamaya çalışmak bizleri doğru bir sonuca götürmeyecektir.

Şeytan kavramının, Kur'an içinde önemli bir yer tuttuğu malumdur. Kötülük ve çirkinliğin sembolü olarak yer alan bu kavramın cinlerle özdeşleştirilmesi dikkat çekicidir (Kehf s. 50). Kur'an'da, cinler vasıtası ile alınan haberlerin ve bu haberler neticesinde bir yöne ve düşünceye kanalize olan insanların düştüğü durum, ŞİRK kavramı ile ifade edilmektedir. Cinlerden haber aldıklarını iddia eden insanların aldıkları haberlerin şeytan ile özdeşleştirilmekte, bu haberlere inanarak yaşamını belirleyenlerin sonunun cehennem olduğu, yine Kur'an içindeki ayetlerde bildirilmektedir.

Kur'an'ın şeytanlar tarafından indirilmediğinin (Şuara s. 210-212) bildirilmiş olması, Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği haberin kaynağının neresi olmadığının bilinmesi açısından önemlidir. Çünkü Mekke'li müşrikler Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği vahyin kaynağının, kendilerinin haber aldığını iddia ettikleri cinler olduğunu, dolayısı ile onun bir mecnun olduğunu söyleyerek, vahyi ve elçiyi halkın gözünde itibarsızlaştırmak istiyorlardı.

Yine bazı surelerde (Hicr, Saffat, Cin) cinlerin gökten haber almalarının imkansız olduğunu beyan eden ayetlerin, nuzül ortamı arka plan bilgisi ile yakından alakası bulunmaktadır. Cinlerin gökten haber aldıkları bilgisine sahip olan Mekke'li müşriklerin bu düşünceleri, cinlerin böyle bir haber alma imkanlarının olmadığını beyan eden ayetler ile mahkum edilmekte, Muhammed (a.s) a inen vahye onlar tarafından herhangi bir müdahale yapılmasının imkansız olduğu, dolayısı ile onun asla cinlenmiş olmadığı vurgusu yapılmaktadır.

Melek kavramının da Kur'an içinde önemli bir yer tuttuğu malumdur. İyilik ve güzelliğin sembolü olarak yer alan bu kavramın Muhammed (a.s) a inen vahiy ile özdeşleştirilmesi de dikkati çekmesi gerekmektedir. Cinlerden haber aldıklarını iddia eden Mekke'li müşriklerin bu haberleri onlara şeytanların indirdiği söylenirken, Muhammed (a.s) ın aldığı vahyi meleğin indirmesinin söylenmesi, gaybi haber aldıklarını iddia eden her iki tarafın, bu haberleri nereden aldıklarının bilinmesi açısından önemli bir noktadır.

Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Kur'an'ın Nezele kelimesi ve türevleri ile ifade ettiği gökten haber alma yani vahiy olgusu, Mekke'li müşriklerce daha önce bilinmekte idi. Kur'an Mekke'lilerce bilinen bu bilgi alt yapısını kullanarak, Allah'ın elçi olarak seçtiği bir kuluna vahyettiğini bildirmektedir. Şeytan ve Melek kavramları iniş olgusunda yine anahtar bir rol üstlenmekte, müşriklerin cinlerden aldığını iddia ettiği haberin kaynağının şeytan olduğu, Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği haberin kaynağının ise Allah ve melek olduğu belirtilerek arada fark olduğu vurgusu yapılmaktadır. Yani cin konulu ayetlerin iniş sebebi, müşriklerin gaybi haber almaya dair olan bilgi birikimleridir.

Kur'an'ın cin konulu ayetlerini bu pencereden bakarak anlamaya çalıştığımızda, onların varlığı yokluğu konusu asla bizler için mesele teşkil etmeyecek, dikkatler Kur'an'ın cinleri hangi sebepten ötürü ele aldığına yoğunlaşacaktır. Kur'an içinde cinlerle ilgili ayetler okunduğunda, Mekke'lilerin bu konudaki inançlarına öncelikle vurgu yapıldığı anlaşılacak, ayetlerin tarihsel bağlamı doğru anlaşıldıktan sonra, bizler için nasıl mesajlar ihtiva etmiş olabileceği daha net anlaşılabilecektir.

Cin ve Ahkaf surelerinde cinlerin konuşturulması ile ilgili ayetler, onların ontolojik varlıkları açısından değil, Mekkeli'lerin sahip oldukları şirk inançlarının kutsal olarak bildikleri isimler üzerinden ret edilmesi olarak okunmasu gerektiğini burada hatırlatmak isteriz.

Bunlardan sonra Cin adı ile bilinen, ve belirli kulluk vazifeleri ile sorumlu bir varlık gurubunun olup olmadığı sorusunun cevabı verilebilir. Biz her ne kadar Kur'an'ın cin konusu ile ilgili ayetlerinin, onların varlığı veya yokluğu tartışmasından ziyade, nuzül dönemi insanlarının sahip olduğu bilgi birikimini dikkate aldığını söylesek bile, cin var mı yok mu sorusu yine sorulacaktır.

Bizim kanaatimiz şu dur ki, dünya yüzünde insan haricinde yaratılmış, ve Cin adı ile bildiğimiz herhangi bir varlık türü yoktur. Allah (c.c) sadece İnsan olarak bildiğimiz bir varlık türünü dünya yüzüne yerleştirmiş, ve sadece ona bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Bu iddiayı ortaya attıktan sonra, Kur'an içinde cinlerle ilgili geçen ayetlerde haklı olarak, onların yaratılmış olduklarını bildiren ayetler gündeme gelecek, ve bu konuda ne söyleyeceğimiz merak konusu olacaktır.

Kur'an'ın bir konuda muhataplarını bilgilendirmekte kullandığı anlatım üsluplarından bir tanesi, onların mevcut algılarını dikkate almasıdır. Bugün okuduğumuz Kur'an'da cinler ile ilgili ayetleri anlamanın yolu bu durumun dikkate alınmasından geçmektedir.

Allah (c.c) Kur'an'da cinler ile ilgili ayetlerde, Mekke toplumunun cinler hakkındaki bilgi birikimini dikkate almıştır. Şayet Kur'an, "Sizin bildiğiniz anlamda cin diye bir şey yok yalan ve düzmece şeylere inanmayın" mealindeki ayetler ile Mekke'lilere hitap etmiş olsaydı, onların cinler vasıtası ile göklerden haber alma inançlarının da yanlış olduğunu söylemiş olacak, bu şekildeki bir söylem ise, Kur'an'ın nazil olma olgusunu da Mekke'lilerin anlamamasına ve daha geniş bir kesimin vahyi inkar etmesine neden olacaktı.

Cinlerin yaratılmış olması ile ilgili ayetlerin mevcut olan algının üzerinden onların insanları şirke düşürmek sureti ile cehennem ehli olmalarına sebep oldukları hatırlatması olarak okumaya çalıştığımızda herhangi bir problem de kalmayacaktır. Zımnen onlara, "Sizin bana ortak koştuğunuz bu cinler sizi cehenneme sürüklemekten başka bir işe yaramaz" denilmektedir.

Konuya sanki cinlerin varlığına iman şartı varmış gibi bakılmasından ötürü, bir takım anlaşmazlıklar çıkmakta, cin diye bir şeyin olmadığını iddia edenler sert tepkiler ile karşılaşarak, "Sen nasıl cinleri inkar edersin" şeklinde sözler muhatap olmaktadır. Cin konusu Kur'an içinde iman konusu olarak bizlere anlatılan bir konu değil, mevcut ortamdaki insanların Kur'an'a karşı olan inkarcı tutumlarının sebeplerinden birisi olarak bizlere sunulmaktadır.

Mekke'lilerin cinlerden haber alma inançları, Kur'an'ın insanlara nasıl ulaştığının da onlar tarafından daha kolay anlaşılmasına, bu konuda onların herhangi bir itirazda bulunmamalarını beraberinde getirmiştir. Mekke'li müşriklerin vahyi inkar ederken kullandıkları söyleme dikkat ettiğimizde, vahyin inzal olgusunu değil, vahyin muhteviyatında olan kendilerine dair olan emirleri inkar ettikleri görülecektir. Çünkü onlar bazı kimselerin gökten haber aldıklarını bilmekte idiler, işlerine gelmeyen şey, onlara gelen haberin mahiyetindeki şirk batağından kurtulmalarına vesile olacak bilgilerdi.

Ayrıca insanların zihinlerinde cin diye bir varlık olmadığı fikrinin yerleşmesi, onların cinlerle ilgili korkularını yenmesine, şarlatan din tacirlerinin bu yoldan maddi ve manevi kazanç sağlamalarının yolunu da kapacaktır. Bugün din üzerinden yapılan ticarete baktığımızda büyük bir kısmının insanlara musallat olduğu ileri sürülen cinlerin onlardan çıkarılması, veya cin musallat olmaması için bir takım alet edevat satışlarının olduğu herkesçe malumdur. Cinci Hoca olarak bilinen insanların tv ekranlarında cin kovalama seansları yaparak, cin mektubu, bu mektupların yazılı olduğu şalların ellerinde kalarak satılmamasının yegane yolu, insanların kafasından bu korkuyu silmek olacaktır. Bu korkunun silinmesinin tek yolu ise, cin diye kendisinden korkulacak bir varlığın olmadığı inancının insanlarda yerleşmesidir.


                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


3 Aralık 2017 Pazar

Müstevdeun Kelimesi Üzerinden Ölüm İle Diriliş Arasında Geçecek Zamanı Okumak

Kur'an içinde geçen kelimeler, din adına bizlere sunulan bazı bilgilerin sağlamasını yapmak konusunda da faydalar sağlamaktadır. Yazımıza konu aldığımız Müstevdeun kelimesinin anlamı, aynı zamanda bizleri İslam kültüründe yaygın olan Kabir azabı konusunda bilgi sahibi de yapmaktadır. Ölüm ile yeniden diriliş arasında geçecek zaman hakkında Kur'an içindeki başka ayetlerde de bilgiler bulunmasına karşın, biz sadece bu kelime üzerinden bir çalışma yaparak,Kur'an içinde geçen bir kelimenin aynı zamanda bizleri başka konularda da bilgi sahibi yapabileceğine dikkat çekmek istiyoruz.

[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma (müstekarrun) ve bir geçiş yeri (müstevdeun) belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık

[011.006] Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın garantisi altındadır. O, onların barınma yerleri (müstekarreha) ile geçiş yerlerini (müstevdeeha) bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır.»

Konumuz olan kelimenin, Müstekarr kelimesi ile birlikte kullanıldığı görülmektedir. Bu kelime, Yerleşilecek yer anlamına gelmektedir. Kelimenin anlamını Adem ve İblis kıssasında geçtiği ayetlere bakarak anlayabiliriz. 

[002.036] Nihayet şeytan onları cennetten kaydırdı. Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar yerleşim (müstekarrun) ve faydalanma vardır, dedik.

[007.024] «Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip (müstekarrun) geçineceksiniz.»

Müstevdeun kelimesi; Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olmak anlamına gelen, Eddaatü kelimesinden türemiş, ismi mekan sigasında bir kelimedir. Tefsirlerde bu kelime ile, ana rahminde geçen zamanın ifade edildiği şeklinde yorumlar olsa da, ölümden sonra kabirde geçecek olan hayatı ifade ettiği şeklinde yapılan yorumların, kelimenin anlamı açısından daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

Müveddeun kelimesi, kinayeli olarak ölü anlamında kullanılmaktadır. Ölen bir kişi için kullanılan, Mezarına, kabrine tevdi edildi şeklindeki kullanım bizim dilimizde de mevcuttur.

Kelime, ayrıca Duha s. 3. ayetinde Ma veddeake şeklinde bir yerde daha geçmektedir. Bu kelime, Allah'ın elçisine olan vahyinin devam edeceğini, onu atıl bir durumda bırakmayacağını ifade etmektedir.

Müstevdeun kelimesi, bir kimsenin öldükten sonra yeniden dirilişine kadar geçecek zaman ile alakalı olduğuna göre, bu kelime aynı zamanda ölen bir kimsenin yeniden dirilişe kadar nasıl bir durumda olacağını da ifade etmektedir şöyle ki;

Kelimenin zaman ve mekanı ifade edeni bir sigada kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda, Müstevdeun kelimesinin Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan olduğu ortaya çıkmakta, bu anlam ise bize şöyle bir çıkarım imkanı da sunmaktadır.

Kabir hayatı denildiği zaman ilk olarak bir çok Müslümanın aklına, ölen bir kimsenin kabrinde yeniden dirilişe kadar dünya hayatında yaptıklarının karşılığını görecek olması gelmektedir. Ölen kişi eğer imanlı ise onun kabrinin Cennet bahçelerinden bir bahçe, ölen kişi eğer imansız ise onun kabrinin ise, Cehennem çukurlarından bir çukur olacağına inanılır.

Kabir Azabı konusu, Kur'an tarafından ortaya atılan bir konu olmayıp, rivayetler kanalı ile ortaya atılan, ve bu rivayetleri doğrulatmak amacı ile bu konuda Kur'an içinden ayet aranan, ve aranan ayetin Mü'min s. 46. ayet olduğuna inanılan, fakat bu konu hakkında Kur'an içinde bir çok ayet olmasına, ve bu düşünceyi doğrulamaMAsına rağmen rivayet kültürünün Kur'an'ın önüne geçmesinden dolayı imanın bir şartı haline getirilmiştir.

Müstevdeun kelimesi bize, ölen bir kimsenin kabrinde nasıl bir durumda yeniden diriliş gününü bekleyeceğini haber vermekte, ve bu haber aynı zamanda Kabir Azabı düşüncesinin de Kur'an tarafından sağlamasının yapılmasına imkan sağlamaktadır.

Bu kelimenin, Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan sahip olması, ölen bir kimsenin böyle durumlardan uzak olmasını da beraberinde getirmektedir. Kabir hayatı meselesinde ölen kişinin huzur veya zahmet görecek olmasının öne çıkması, bu kelimenin ifade ettiği anlamın tersine bir durumu ifade etmektedir. 

Yani Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin kabrinde herhangi bir şekilde rahat ve zahmet çekmediğini ifade etmekte, bu durum aynı zamanda kabir azabı düşüncesinin de Kur'an açısından sağlamasının yapılmasını da sağlamakta, böyle bir düşüncenin hatalı olduğunu da göstermektedir.

Sonuç olarak; Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin yeniden dirilişi beklerken kabrinde nasıl bir durumda olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda kabir azabı konusu ile ilgili olarak bir çıkarım yapılabileceğini de göstermektedir. Çalışmanın amacı direk olarak kabir azabı ile ilgili değil, bir kelimenin anlamının bir konu ile ilgili olarak bazı çıkarımlar yapılabilmesini de mümkün olacağını göstermektedir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

19 Ekim 2017 Perşembe

Kur'an Müslümanlığının Ebu Hüreyre İle İmtihanı

Kur'an'ın Türkiye gündemine oturması ile hadis konusunda yapılan tartışmalarında gündeme geldiği, bu konuda şiddetli tartışmaların yaşandığı bir gerçektir. Hadis rivayeti denildiğinde akla gelen ilk isim olan Ebu Hüreyre, bu tartışmalardan fazlası ile nasibini alan bir kişi olarak gündemdeki yerini halen korumaktadır. Yazımızda Kur'an'ı öncelleyerek rivayetleri ret edenlerin, Ebu Hüreyre konusunda rivayetleri esas almalarının yarattığı çelişki üzerinde duracağız.

Elimizde bulunan hadis külliyatı içinde en fazla hadis rivayet eden kişi olarak karşımıza çıkan Ebu Hüreyre adına isnat edilen hadislerin bir kısmının Kur'an ile çelişki arz ettiğinin, yani sahih olmadığının, hadis usulcüleri tarafından dahi dile getirilmekte olduğu malumdur. Ancak ona isnat edilen bu rivayetlerin gerçekten Ebu Hüreyre tarafından söylenip söylenmediği de kesin değildir. Bir kısım uydurmaların bu isme isnat edilerek, sahihliği konusunda güven kazandırılmak istenilmesi imkan dahilindedir.

Kur'an'ın gündeme gelmesi ile Kur'an'a aykırı olduğu iddia edilen hadislerin bir çoğunda Ebu Hüreyre isminin bulunması, bazı kimselerin bu isim hakkında bir takım olumsuz kanaatler beslemesine sebep olmuştur. İşin garip tarafı ise, rivayet konusunda bu kadar dikkatli olan kimselerin, Ebu Hüreyre ile ilgili bilgiler konusunda rivayetleri esas alarak, bu olumsuz kanaatlerini bu rivayetlere dayamış olmalarıdır. 

Mahmud Ebu  Reyye tarafından yazılan, Türkçeye Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması adı ile çevrilen kitap, Kur'an Müslümanlarının Ebu Hüreyre konusunda güvendikleri bir kitaptır. Bu kitap içinde bulunan Ebu Hüreyre ile ilgili bilgilerin tamamı rivayetlerden oluşmuştur. Ancak rivayetlerin zan içerdiği, kesin bilgi ifade edemeyeceği konusunda mangalda kül bırakmayanlar, Ebu Hüreyre konusunda bu söylediklerini bir kenara atmakta, bu sahabe hakkında yazılan bilgileri yazan kişinin, sanki Ebu Hüreyre ile aynı çağda yaşamış ve onu görmüş gibi onun yazdıklarına güvenmektedirler.

Mustafa Sıbai tarafından yazılan, Türkçeye İslam Hukukunda Sünnet adı ile çevrilen kitapta ise, Ebu Reyye tarafından Ebu Hüreyre'ye yöneltilen ithamlar ele alınarak cevap verilmesine rağmen, bu kitap Ebu Reyye tarafından yazılan kitap kadar rağbet görmemiştir. Biz Sıbai tarafından yazılan kitaptaki bilgileri tercih ettiğimizi iddia etmemekle birlikte (o kitaptaki bilgilerde elbette rivayetlerden oluşmaktadır), eleştiride objektif olmanın gereğine vurgu yapmak amacında olduğumuz bilinmelidir.

Kur'an Müslümanı olduğunu iddia eden kimseler, gerçekten bu iddialarında samimi iseler, Ebu Hüreyre hakkındaki bilgilerin de zan içerdiğini, doğruluk ve yanlışlık payı olabileceğini düşünerek, bu konuda laf etmekten geri durmaları, eğer laf söylenecek ise Ebu Hüreyre'nin şahsı hakkında değil, ona isnat edilen hadisin tenkidi konusunda laf edilmesi gerektiğini bilmelidirler.

Ebu Hüreyre hayatta olmadığı için kendisine yöneltilen ithamlara cevap veremeyecek durumda olması, onun eleştirisi konusunda daha dikkatli olunması gereğini ortaya çıkarmaktadır. Hakkında yapılan ithamlara cevap veremeyecek bir durumda olan kişinin itham edilmesi kadar gayri etik bir durum olamaz. Çünkü yapılan bu ithamların gerçekle alakası olmama ihtimali her zaman mevcuttur.

Bir kişi veya topluluk hakkındaki kinimizin bizi adaletsizliğe sürüklememesini emreden kitabı öncellediğini iddia ederek, hadis konusundaki bazı düşüncelerimizden kaynaklanan sorunları kendisini savunamayacak bir kimseye yüklemek, bir Müslümana asla yakışan bir durum değildir. Kur'an Müslümanı olma iddiasında olan bir kimsenin bu konuda karar vermesi için kesin ve zan içermeyen bir bilgiye sahip olması gerekmektedir ki, Ebu Hüreyre hakkında böyle bir bilgi ise asla mevcut değildir.

Ebu Hüreyre de elbette bir insandır, ve yaşadığı hayat içinde hata yapmış olabilir, ancak onun yaptığı iddia edilen hataların kaynağı yine rivayetler olup, kesin bilgi içermemektedir. Zan içeren bilgiler üzerinden giderek bir kişi hakkında yapılan ithamlara güvenmek problemli bir düşüncedir. Tarih ve tarihte yaşamış kişiler konusundaki mevcut bilgilerin o tarihi yazan kişilerin kanaatleri doğrultusunda yazıldığını dikkate aldığımızda, kişileri karalama konusunda elimizdeki mevcut bilgilerin daha dikkatli olarak incelenmesi gereği ortadadır.

Ne Ebu Hüreyre hakkında olumsuz kanaatler ortaya koyan rivayetlere, ne de onun hakkında olumlu kanaatler ortaya koyan rivayetlere sarılarak bu kişi hakkında söz söylemeye çalışmak bize kesin bilgiler vermeyecektir. Çünkü onun hakkında olumlu veya olumsuz söz söyleyenler başka kimseler olup, o sözü söyleyenlerin güvenilirliği her zaman tartışmaya açıktır.

Sonuç olarak; Kur'an Müslümanlığı hadis eleştirisi konusunda hadisin kendisini değil, onu rivayet ettiği iddia edilen Ebu Hüreyre hakkında yapılan bazı ithamlara sarılarak, onu değersiz kılmaya çalışmak ile bu konuda sınıfta kalmıştır. Kendisi hakkında yapılan ithamlara cevap verecek bir durumda olmayanı yargılamak adil bir yargı biçimi olmayıp, bu konuda en hassas olması gerekenler bu yanlışı yapmaktadırlar.

Rivayetlere güven olmayacağını iddia ederek, hadis rivayetlerinin tamamını çöpe atmayı teklif edenlerin, Ebu Hüreyre konusunda yapılan ithamların rivayetler neticesinde oluştuğunu görmezden gelmeleri büyük bir çelişkidir.

Amacımızın Ebu Hüreyre gerçekten kendisi hakkındaki yapılan ithamları hak eden birisi ise onu temize çıkarmak olmadığı bilinmeli, amacımızın rivayetler kanalı ile gelen bilgilerdeki seçiciliğin, Ebu Hüreyre konusunda da gösterilmeye çalışılmasına, söyleyen üzerinden değil söylenen üzerinden yorum yapılması gereğine dikkat çekmektir.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Adem İle Eşinin Cennette Yerleştirilmesi Bize Dair Neler Söylemektedir?

Adem ve İblis kıssasının, yaratılmış bütün insanları direk olarak ilgilendiren bir kıssa olması nedeniyle, Kur'an içindeki kıssaların en önemlisi (diğer kıssaların önemsiz olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz) olduğunu söyleyebiliriz. Kıssa içinde geçen Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesi ile ilgili olarak tefsirlerde tartışılan konulardan bir tanesi de, onların yerleştikleri cennetin nerede olduğu yönündedir. 

Bu gibi soruların, kıssayı anlamaktan daha çok anlamamayı, yani kıssadan hisse alamamayı beraberinde getirmesi bakımından vakit kaybından başka bir şey olmadığını düşünmekteyiz. Halbuki, Bu kıssa bize dönük ne gibi mesajlar içeriyor olabilir? sorusu sorularak, bu sorunun cevabı aranmaya çalışılmış olsa idi, bu gibi soruların cevaplarını aramaya çalışmakla vakit kaybedilmeyerek kıssadan hisse alınması mümkün olabilirdi.

Biz bu yazımızda, Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesi bize dair neler söylemektedir? sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Bu sorunun cevabını bulabilmek için, Bakara s. içindeki kıssada geçen Ademin yaratılışı ile ilgili ayetler, bize yol gösterecektir.

[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.

Bakara s. 30 ayetinde geçen Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? cümlesi, fıtratına uygun davranmayan insanın bozguncu yönünü göstermesi bakımından dikkat çekici bir cümledir.

[002.031] Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: «Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları bana isimleriyle haber verin» dedi.

Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesini, İnsanın yaşamını doğru biçimde idame ettirmesini sağlayacak olan doğuştan sahip olduğu tüm fıtri bilgi ve yetenekler olarak okumak mümkündür.

[002.032] Dediler ki: «Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hakim'sin».

Bu ayette meleklerin söylediği "Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur" cümlesi. Bilginin öğrenilmesi gereken adresi göstermesi açısından önemli bir cümledir. Alim ve Hakim olan Allah'ın öğrettiği bilgiden başka bilgiler ve öğreticiler aramak, arayanları hüsrana düşürecektir. Kıssada Adem'in düştüğü yanlış, Allah'ın kendisine öğrettiği bilgiyi terk ederek, Şeytanın iğvasını tercih etmiş olmasıdır.

[002.033] (Allah:) «Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver» dedi. O da, bunları onlara isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: «Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da ben bilirim.»

Ademin isimleri haber vermesi, bu isimleri öğrendiğini göstermektedir. Bu durum bize bütün insanların yaşamlarında doğru biçimde ilerlemelerini sağlayacak olan bilgiler ile mücehhez olduğunu da göstermektedir. Aynı zamanda Allah'ın Ademi yaratacağı zaman meleklerin, "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" şeklindeki itirazlarının yersiz olduğu, Ademe Allah'ın kan dökücülüğü ve fesat çıkarıcılığı öğretmediği anlaşılmaktadır. 

Bu noktada, İnsan fesadı ve kan dökücülüğü Allah'tan öğrenmedi ise o zaman kimden öğrendi? sorusu akla gelecek, bu sorunun cevabı ise kıssa içinde önemli bir aktör olan İblis'in ağzından dökülen insana ne gibi kötülükler yapacağını vaat eden sözlerden öğrenilebilecektir.

Bundan sonraki olaylar, Adem'in şahsında yaşamı için gerekli olan fıtri bilgileri donanmış olan insanın, mükellef bir varlık olarak hayat sahasına atılması, ve bu yolda önüne çıkan en büyük engel olan Şeytan tarafından nasıl tökezlenebileceğini gösterecektir.

[002.034] Meleklere, «Adem'e secde edin» demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu.

Tüm meleklerin Adem'e secde etme emrine karşı gelen İblisin, secde etmeme gerekçesini ve kendisine mühlet verildiği takdirde insana ne gibi kötülükler yapabileceğini, bu kıssanın geçtiği diğer suredeki ayetlerde görmekteyiz. Şeytan artık bundan sonra insanın kıyamete kadar en büyük düşmanıdır, ve bu düşman insana en büyük kötülüğü onu cennetten çıkararak yapmış, ve halen de yapmakta, kıyamete kadar da yapacaktır.

[002.035] Dedik ki; «Ey Adem, sen ve eşin Cennette yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi bolbol yiyiniz, fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz.»

Adem yaratılmış, akabinde meleklerin ona secde etmesi emredilmiş, İblis hariç bütün melekler secde etmiş, bundan sonra İblis artık Şeytan olarak anılmaya başlanmış, insana kıyamete kadar düşman olacağını ilan etmiştir. Şeytan Adem'in şahsında bütün insanlar için artık amansız bir düşmandır.

Bakara s. 35. ayetine gelince Allah (c.c) Adem ve eşini bir ağaç haricinde oradaki bütün nimetlerden faydalanabileceklerini söyleyerek cennette yerleştirmiştir. Bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlere bakıldığında yapılan yorumların Adem ile eşinin yerleştirildiği cennetin, ahiretteki cennet mi yoksa dünya üzerindeki bir bahçe mi olduğu tartışılmış, ve bu tartışma halen yapılmaktadır. Biz bu tartışmaların hiç bir tarafında olmadığımızı hatta bu tartışmaların gereksiz olduğunu yeniden hatırlatarak, bu yerleştirilmenin bizim için ne ifade edebileceğini düşünmeye çalışacağız.

Allah (c.c) Adem'e isimleri öğretmesini, onun yaşamı içinde ona gerekli olan fıtri bilgilere sahip olması olarak okumak gerektiğini merkeze aldığımızda, Adem ve eşi Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenmiş olan fıtri bilgileri taşıdığı sürece cennette kalacaklardır. Bu durumu bizler için düşündüğümüzde şunları söyleyebiliriz.

Bütün insanlar tıpkı Adem gibi yaşamları içinde kendilerinin doğru yolda yürümelerini sağlayacak olan fıtri bilgileri mücehhez olarak yaratılmışlardır. İnsan şayet hayatı boyunca bu fıtri bilgileri kendisine rehber edinerek hayat yolunda yürüdüğü zaman, bu yolun sonu ebedi cennete varacaktır. Adem ile eşinin cennette yerleştirilmiş olması işte bu durumu ifade etmektedir. Adem ve eşi şayet Allah (c.c) tarafından kendilerine öğretilen isimleri hayatlarında tatbik ettikleri sürece cennette kalacaklardır. 

Ancak Şeytan bu noktada devreye girmekte, insanın ayağına çelme takmak için her an tetikte beklemektedir. Ona yüklene fıtri bilgileri ona unutturmak, insanın unuttuğu fıtri bilgiden doğan açığı, kendisinin iğva ettiği bilgi ile doldurmak, onun ana görevidir.

Her insan yaratıldığı andan itibaren potansiyel cennet adayı bir birey olarak doğmaktadır. Allah (c.c) bütün insanların fıtratlarına yükledikleri bilgiyi yaşamları boyunca herhangi bir dış faktörün etkisi altına girmeden pratiğe aktardıkları sürece, sahip oldukları fıtri bilgiler onları cennete taşıyacaktır.

Bakara s. 30. ayetinde geçen insanın yeryüzünde fesat çıkarıcılığı ve kan dökücülüğü, Allah'ın ona öğrettiği isimleri, yani Allah'ın ona öğrettiği doğru fıtri bilgileri kullanmayarak, başkaları tarafından öğretilen isimlere yani fıtratını bozacak bilgilere yönelmesi, insanı fesada ve kan dökücülüğe yöneltmektedir. İnsanın kan dökücü ve fesat çıkarıcı olması, fıtratındaki bilgileri başka bilgiler ile değiştirmek neticesinde meydana gelmektedir.

[002.036] Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı, onlara «Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz» dedik.

Şeytanın Adem ile eşine ne gibi vesveseler vererek onların ayaklarını cennetten kaydırdığına dair ayetler, kıssanın diğer surelerindedir. Adem ile eşi, şayet Allah tarafından kendilerine öğretilen isimleri hayata geçiren bir yaşam sürmüş olsalardı, böyle bir cezaya çarptırılmayacaklardı. Fakat insanın ebedi düşmanı Şeytan onu hiç bir zaman yalnız bırakmamakta, Allah'ın onlara öğrettiği isimleri, yani fıtri bilgileri unutan bir hayat sürmeleri için, onlara her zaman iğvada bulunmaktadır.

[002.037] Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Şeytanın iğvası sonucu hata yapan insanın, bu hatasından tevbe ederek dönmesi mümkündür. Adem'in Şeytanın iğvası sonucunda düştüğü hatanın telafisi bu şekilde mümkün olmuştur. İnsan şayet yaşadığı hayat içinde böyle bir hataya düşecek olursa, yaptığı hatadan dönme imkanı bulunmaktadır. 

Allah'ın Adem ile eşine yasakladığı ağaç bizim için ne ifade etmektedir?.

Allah (c.c) Adem ile eşine yasakladığı ağaç, onun bize emrettiği yasakları sembolize etmektedir. Allah kullarının hayatlarına bir takım yasaklar koymak sureti ile müdahale etmekte, onun tarafından konulan bu yasaklar insan tarafından elçileri aracılığı ile gönderdiği kitaplarda bulunmakta, bu yasaklar insan fıtratı ile herhangi bir uyumsuzluk arz etmemektedir. Şeytan insana olan düşmanlığını onlara bu yasakları çiğnetmek sureti ile gerçekleştirmekte, bu yasakları çiğnetirken ise, bu yasakları onlara güzel göstermektedir.

Burada insana düşen görev, Allah (c.c) ona neyi yasaklamış ise, o yasakların delinmesi için yapılan hiç bir tavsiyeye prim vermemesi olmalıdır. Şeytan denilince aklımıza, bizim ayağımızı cennetten kaydırmak için çalışan her türlü kişi, kuruluş, düşünce gibi şeyler geldiği zaman, bu kavramın anlamı daha net anlaşılacaktır.

Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Adem kıssası bütün insanları birebir ilgilendiren bir kıssa olması nedeniyle hepimizi yakından ilgilendirmektedir. Onun ve eşinin cennete yerleştirilmesi, insanın doğuştan sahip olduğu fıtri bilgileri kullanan bir hayat sürdüğü takdirde potansiyel bir cennet adayı olması anlamına gelmektedir.

Ancak Şeytan bu noktada devreye girmekte, insanın ayağını cennetten kaydırmak amacı ile ona her türlü iğvayı yapmaya çalışmaktadır. Şeytanın iğvasına kapılan insan için bu hatasından dönme imkanı bulunmakta, tevbe ettiği takdirde tevbesi kabul olmaktadır.

Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesini hangi cennette yerleştirilmiş olabileceği üzerinden yapılan tartışmalar, kıssanın bize dair ne gibi mesajları olabileceğini anlamaktan uzak tartışmalar olması nedeniyle bu tür kısır tartışmalardan uzak durulması daha doğru olacaktır. 

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


11 Temmuz 2017 Salı

Süleymaniye Vakfı'nın Kur'an'ı Anlama Yöntemi, Bu Yöntemin Adetli Kadının Namazı İle İlgili Görüşlerindeki Değişimi Üzerinden Eleştirisi

Süleymaniye Vakfı  sitesinde, sayın Erdem Uygan tarafından kaleme alınan, Kur'an Üzerinde Bireysel Olarak Çalışmanın Yanlışlığı isimli makalede, sayın Mehmet Okuyan hocanın Ademe secde edilmesi ile ilgili ayetlerin çevirisi konusundaki görüşleri eleştirilerek, Okuyan hocanın böyle bir hataya düşmesinin sebebi ortaya konulmaktadır.

Sayın Uygan'ın, Okuyan hocanın Üscudu li Ademe ibaresinin Ademe secde ediniz şeklinde çevrilmesinin yanlış olduğu, bu ibarenin Adem için secde ediniz şeklinde olması gerektiğine dair görüşüne karşı getirdiği eleştirinin haklı olduğunu öncelikle söylemek istiyor, ve Uygan'ın bu konudaki düşüncelerine katıldığımızı belirtiyoruz. Sayın Okuyan hocanın ortaya koyduğu bazı düşüncelerini tek ve nihai doğrular olarak sunmasının, aynı konudaki kendi görüşünün haricinde olan farklı görüşleri mahkum eden bir üsluba sahip olmasının hatalı bir davranış olduğu, bu düşüncesini ortaya koyduğu bazı konular hakkında yazmaya çalıştığımız bazı yazılarımızda dile getirmiştik. 

Ancak bizim yazımızda merkeze alacağımız konu, sayın Uygan tarafından ortaya konulan Okuyan hocanın düştüğü hatanın sebebi üzerinde olup, Uygan tarafından dile getirilen Kur'an'ı anlama yönteminin, Süleymaniye Vakfı'nın önerdiği Kur'an'ı anlama yöntemi ile örtüşmesi nedeniyle, vakfın bu söyleminin içerdiği bazı hatalara dikkat çekmeye çalışmak olacaktır. 

Sayın Uygan yazısına ilahiyat camiasındaki bir çok akademisyenin Kur'an'ı tek başına anlama yoluna gittiklerini, bu yöntemin ise yanlış olduğunu söyleyerek başlamakta, Kur'an'ı tek başına anlamanın yanlışlığına, Hud s. 1. ve 2. ayetlerini delil olarak sunarak, Allah'ın böyle bir çalışmaya cevaz vermediğini iddia etmektedir.

Yazısına Kur'an'ı anlama çalışmasının ekip halinde yapılması gerektiğini öne sürerek devam eden Uygan, bu iddialarını Kur'an ayetleri ile delillendirmekte, Müzzemmil suresi ilk ve son ayetlerini bu iddiasına dayanak yapmaktadır.

"Bu ayetlerdeki emri bir ekiple çalışarak yerine getirdiğini aynı surenin son ayetinden öğreniyoruz" 
diyerek "Senin ve seninle beraber olanlardan bir kısmının, gecenin üçte ikisine yakınını, yarısını ve üçte birini uyanık geçirdiğini Rabbin elbette biliyor"  şeklindeki Müzzemmil suresi 20. ayetinin bir kısmını vermek sureti ile Muhammed (a.s) ın ekibi ile birlikte Kur'an'ı anlama çalışması yaptığını söylemektedir. 

Ancak Uygan'ın bu konuda kaçırdığını veya hesaba katmadığını düşündüğümüz, aynı ayetin devam eden bir cümlesi daha vardır.

"Gece ile gündüzün ölçüsünü koyan Allah’tır. Sizin bunu tam başaramayacağınızı bildiği için yüzünüze baktı (da işinizi kolaylaştırdı). Artık Kur'ân’ı kolayınıza geldiği zaman[*] okuyun"

Müzzemmil s. 20. ayetinin bu cümlesi, Uygan'ın Muhammed (a.s) ın Kur'an'dan hikmeti çıkarmak için ekip halinde çalışması gerektiğine dair bir emir olduğunu iddia ettiği ilk ayetlerdeki emrin hafifletilmesi ile alakalıdır. Sayın Uygan sadece ayetin kendi işine yaradığını düşündüğü kısmını alarak, bir nevi Bektaşi okuması yapmıştır Şöyle ki;

Yukarıda mealini verdiğimiz Müzzemmil s. 20. ayetinin cümlesi, aynı surenin ilk ayetlerinde Muhammed (a.s) a verilen "Ey içine kapanan kişi! Az bir kısmı dışında gece kalk! Ya gecenin yarısı kadar ya yarısından biraz az, ya da yarısından fazla bir süre kalk da Kur'ân'ı yavaş yavaş ve düşünerek oku!"  şeklindeki emirden onu muaf hale getirmektedir. 

Bu ayete Uygan'ın gözlüğü ile baktığımız zaman, Muhammed (a.s) ekip çalışmasından muaf tutulmakta veya Kur'an'ı anlama çalışmasında kendisine eskiye nazaran biraz daha kolaylıklar tanınmaktadır. Fakat Uygan, ortaya koyduğu iddiasını çürütebilecek olan ayet cümlesini makalesine almamak sureti ile parçacı bir okuma yöntemi ortaya koymuştur. 

Kur'an'ın ekip çalışması ile daha iyi ve güzel anlaşılacağı iddialarına katılmakla beraber, bu ekip çalışmasının Kur'an ayetleri ile desteklenmeye çalışılarak Allah'ın emri olduğu, tek başına yapılan çalışmaların ise Allah'ın onaylamadığı bir yöntem olduğu iddialarına katılmadığımızı hatırlatmak isteriz. Çünkü Uygan'ın ortaya koyduğu iddialarına mesnet olarak getirdiği ayetler, kendisi tarafından yorumlanmak sureti ile ortaya konmuş ayetler olup, bir başkası çıkıp o ayetleri başka bir şekilde yorumlayarak ekip çalışması ile alakası olmadığını iddia edebilir. Yoruma açık olan ayetler üzerinden yapılan çıkarımları mutlaklaştırmak sureti ile nihai sonuca vardığını iddia etmek, maalesef Kur'an ile hemhal olduğunu iddia eden birçok kimsenin sorunudur.

Sayın Uygan makalesine Okuyan hocanın düştüğü hatanın sebebini anlatarak devam etmektedir. 

"Kanaatimizce çok sevdiğimiz ve ilmine güvenip değer verdiğimiz, Kur’an üzerine yaptığı çalışmalarından her vesile ile istifade ederek bu uğurdaki cihadını her şekilde desteklediğimiz değerli hocamızın bazı konularda Kur’an’dan onay almayacak sonuçlara ulaşmış olması tek başına çalışmayı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu şekilde Allah’ın Kur’an’ı anlama metodunu doğru uygulayabilmesi, çok istese de mümkün olamaz. Çünkü doğru olduğunu düşündüğü bir konuda kendisine itiraz edecek, uyaracak ya da onun göremediği bir başka açıdan, bir başka ayetle konuya bakmasını sağlayacak bir ekibi bulunmamaktadır"

Uygan, Okuyan hocanın hataya düşme sebebini tek başına çalışmaya bağlamaktadır. Uygan'ın ekip çalışması ile Kur'an'ın anlaşılması gerektiği iddiası kişisel bir iddia olmaktan çok, Abdülaziz Bayındır hoca ve Süleymaniye vakfının yıllardır dile getirdiği bir anlama yöntemi olarak bilinmektedir. 






Yukarıdaki iki videonun birisinde sayın Bayındır hoca, adetli kadının namaz kılamayacağını söylerken, diğer videoda adetli kadının namaz kılabileceğini söylemektedir. Yani Bayındır hoca zaman içinde adetli kadının namaz kılamayacağı görüşünden geri dönerek, adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmektedir.

Ekip çalışması yöntemi ile çalışarak Kur'an'ın doğru biçimde anlaşıldığını iddia etmek demek, Kur'an'dan çıkarılan hükümlerin Allah'ın muradı olduğunu iddia etmek anlamına da gelmektedir. Süleymaniye vakfının, Allah'ın emrettiği yöntem olduğunu iddia ettiği ekip çalışması yaparak adetli kadının namaz kılamayacağını yıllar boyunca dile getirmelerinin ardından, bu görüşlerini değiştirerek adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmesi, ekip çalışması ile yapılan Kur'an araştırmalarından çıkan sonuçların ne derece sağlıklı olabileceğini de göstermesi açısından ilginçtir.

Burada şu noktayı önemle hatırlatmak isteriz ki, Bayındır hoca ve Süleymaniye Vakfı'nın adetli kadının namaz kılamayacağı yönündeki yanlış görüşünden dönerek, adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmeleri, her alimde görmek istediğimiz fakat göremediğimiz, takdir edilecek olumlu bir davranıştır. Bizim Bayındır hoca ve vakfı eleştirme sebebimiz eski görüşlerinden neden döndükleri değil, ekip çalışması ile en doğru hükmü bulduklarını iddia ettikleri halde, aynı konuda aynı ekibin zaman içinde taban tabana zıt çıkarımda bulunabilmeleridir.

Yıllar önce adetli kadının namaz kılıp kılamayacağı konusunda yaptıkları ekip çalışmasında, adetli kadının namaz kılamayacağı hükmünü çıkaran sayın vakıf, yıllar sonra aynı ekip ve ekip çalışması ile, adetli kadının namaz kılabileceği hükmünü çıkarabilmiştir. Okudukları Kur'an aynı oldukları halde o Kur'an'ın yıllarca adetli kadının namaz kılamayacağını söylediğini iddia edenler, yıllar sonra yine aynı kitabın adetli kadının namaz kılabileceğini söylediğini iddia etmeleri, Allah'ın emri olduğunu iddia ettikleri ekip çalışması yönteminin doğru hüküm çıkarma konusunda pek para etmediğini göstermektedir. 

Çünkü aynı kitabı ekip olarak değil de, tek başına okuyarak adetli kadının namaz kılabileceği hükmünü çıkaranların sayısı bilindiği üzere az değildir. Hatta bu kimselerin bazıları Bayındır hocaya sahip olduğu bu görüşünden dolayı yaptıkları itirazlarda hocadan azar dahi işitebilmiştir.

Mesele demek ki Kur'an'ı ekip çalışması ile okumak değil, ekip veya ferdi çalışma ile olsa da Kur'an mantığını doğru kavrayabilmek, kişilerin din adına ortaya attığı görüşlerinde hata veya kesiklik payı bırakabilmesidir. Bayındır hoca neden sahip olduğu görüşünden döndüğü konusunda kendisine sorulan soruya cevap olarak,  her zaman bu konudaki çalışmalarını sürdürdüklerini söylediğini, yani nihai görüşünün bu yönde olmadığını söylediğini ifade etmektedir.

Sayın Bayındır hocanın net olarak Biz bu konuda hata yaptık şimdi hatamızdan dönüyoruz demek yerine, lafı döndürüp dolaştırmaya çalışması, başka konularda net ve kesin ifadeler kullanarak, Ben demiyorum Allah böyle diyor dediğini hatırlayan kimseler pek için inandırıcı olmayacaktır.

Uygan makalesinin devamında, Kur'an'ın kişisel yorumlara açık olmadığını, hiç kimsenin Kur'an'ı yorumlama yetkisi olmadığını şu şekilde dile getirmektedir; 

"Hikmet doğru hüküm anlamına gelir. Bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir. Allah’ın gösterdiği Kur’an’ı anlama metodu, her konuda işte bu tek doğru sonuca varmak için uygulanmak zorundadır. Bu da Kur’an’ın kişisel yorumlara açık olmadığı anlamına gelir. Diğer bir deyişle ilmimiz, ünvanımız, kariyerimiz, mevkimiz ne olursa olsun hiç birimizin Kur’an ayetlerini yorumlama yetkimiz yoktur."

Sayın Uygan'ın makalesindeki "Bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir cümlesini, vakfın adetli kadının namazı konusundaki düşünce değişimi çerçevesinde düşündüğümüzde, Doğru sonuç diye sunulan veya iddia edilen bir şeyin asla olamayacağı, olsa olsa DOĞRU OLDUĞU DÜŞÜNÜLEN, VEYA DOĞRU OLDUĞU İDDİA EDİLEN SONUÇ olabileceği anlaşılmaktadır. 

Çünkü dün doğru sonuç olarak sunulan adetli kadının namaz kılamayacağı düşüncesi, bugün yanlış sonuç haline gelmiş, dün yanlış sonuç olarak görülen adetli kadının namaz kılabileceği düşüncesi ise, bugün doğru sonuç haline gelmiştir. 

Şayet Uygan'ın iddia ettiği gibi bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir ise, vakfın aynı konuda birbirine taban tabana zıt görüşleri farklı zamanlarda DOĞRU olarak serdetmiş olması nasıl izah edilebilir?. Uygan böyle bir cümle sarf etmekle vakfın adetli kadının namazı konusunda yaptığı çıkarımları hiç dikkate almadığını göstererek, bir nevi vakfın ayağına kurşun sıkmaktadır. Uygan şayet vakfın adetli kadının namazı konusundaki değişimlerini dikkate almış olsaydı, böyle bir cümleyi asla sarf edemezdi.

Uygan'ın yukarıdaki paragraftaki ortaya attığı 2 iddianın üzerinde durmak istiyoruz. 

1-  Kur'an kişisel yorumlara açık değildir.
2- Hiç kimsenin Kur'an ayetlerini yorumlama yetkisi yoktur. 

Sayın Uygan ortaya attığı bu iki iddiayı kendisi bile çiğneyerek makalesinin başında verdiği ayetleri ekip çalışmasının farziyetine delil olarak sunmak sureti ile yorumlayarak kendisi ile çelişkiye düşmüştür. 

Bir ayetin kişisel yorum olarak görülmemesi için, kişinin o ayet hakkındaki görüşünün doğruluğu hakkında Allah'tan bir vahiy alması gerekmektedir ki kişi, Ben demiyorum Allah böyle diyor diyebilsin, hiç bir beşerin artık böyle bir imkanı olamayacağına göre, Uygan da dahil herkesin ayetler hakkında öne süreceği görüşleri kendi indi görüşleridir, ve bu görüşlerin doğru veya yanlış olma ihtimali her zaman mevcuttur.

Yukarıdaki 2 iddiayı yine adetli kadının namazı konusu üzerinden düşündüğümüzde, ortaya çıkan manzara gerçekten akıllara zarardır. Kişisel yoruma açık olmayan ve kimsenin ayetlerini yorumlamaya yetkisi olmadığı iddia edilen kitabın bir ayeti üzerinden taban tabana zıt çıkarımlar yapmanın adının ne olduğunu, Uygan ve Süleymaniye Vakfı ekibine soracak olursak acaba nasıl bir cevap alabileceğiz.

Şayet Kur'an Uygan'ın iddia ettiği gibi kişisel yorumlara açık olmayan bir kitap ise neden Süleymaniye vakfı bir konuda farklı zamanlarda iki farklı iddia ortaya atabilmektedir?. Adetli kadının namaz kılamayacağı ve kılabileceği konusunda farklı hükümler çıkaran vakıf, bu farklı hükümleri neye göre vermiştir?.

Şayet Kur'an kişisel yorumlara açık değilse neden Süleymaniye vakfı adetli kadının namazı konusunda neden birbiri ile zıt iki farklı hüküm ortaya atabilmiştir?.

Süleymaniye vakfı adetli kadının namazı konusunda bal gibi de kişisel yorumlarını ortaya koyarak birbirine zıt iki hüküm meydana çıkarabilmiş. Eğer bu hükümlerden herhangi birisinin Allah'ın hükmü olduğunu iddia edecek olurlar ise, adetli kadının namaz kılabileceği veya kılamayacağı konusunda hangisinin Allah'ın hükmü olduğunu bize söylemelidirler.

Uygan tarafından ortaya atılan bu iddialar Uygan'ı ve bunu destekleyenleri şu noktaya getirmesi açısından korkunç neticeleri olan bir iddiadır. 

 BİZİM HERHANGİ BİR KUR'AN AYETİ HAKKINDA ORTAYA ATTIĞIMIZ DÜŞÜNCE BİZİM ŞAHSİ YORUMUMUZ OLMAYIP, ALLAH'IN BU KONUDAKİ MURADIDIR.

Böyle bir iddia ortaya atmak, veya bu iddiayı çağrıştıracak bir iddia ortaya atmaya kalkmak, hiç kimsenin haddi değildir.

Sayın Uygan ve Süleymaniye Vakfı ekibine bu noktada bazı hatırlatmalarımız olacaktır. 

Kur'an ayetleri hakkında yaptığınız çıkarımlar ve ortaya attığınız düşünceler, tek ve nihai doğrular asla değildir. Herhangi bir ayet ve konu hakkında yaptığınız çıkarım ile ilgili olarak söyleyebileceğiniz tek söz ancak, Bu konudaki bizim düşüncemiz bu dur şeklinde olabilir. Adetli kadının namazı konusunda düştüğünüz yanılgı sizler için bir tecrübe olmalıdır. Çünkü bugün doğru olarak gördüğünüz bir konu, sizin için yarın yanlış olarak görülebilir. Ortaya attığınız görüşleri tek ve en doğru olarak gördüğünüz, şayet yarın o görüşlerinizden geri dönmek zorunda kaldığınız takdirde, bunu izah etmeniz mümkün olmayacaktır.

Ayrıca yaptığınız çıkarımları tek ve nihai doğrular olarak sunmanız, sizi Allah adına konuşan kişiler haline getirir ki bu yetki sadece elçilere verilmiş Muhammed (a.s) ile son bulmuş, ondan sonra da Allah adına konuşan bir başka kimse gönderilmeyecektir. Elçi Muhammed (a.s) şayet hata yapacak olursa onun bu hatası vahiy ile uyarılmakta idi. Sizin yapabileceğiniz bir hata size vahiy inerek uyarılmayacak, dolayısı ile muhtemel bir hatanızı insanlara Allah'ın bu konudaki hükmü olarak sunarak vebal altına gireceksiniz.

Ortaya attığınız Kur'an'i çıkarımlarda daha esnek ve daha mütevazi davranmaya çalışmanız, sizleri insanların gözünde daha saygın bir kişi kurum olarak görülmesine vesile olacaktır. Ortaya attığınız Kur'an'i çıkarımları Alem buysa kral biziz tarzında sunmaya çalışmanız ise, sizleri insanların gözünde itibarsız bir duruma düşürecektir.


30 Haziran 2017 Cuma

Kıyamet Alametleri İle İlgili Rivayetlerin Kur'an Açısından Değerlendirilmesi

Kıyamet olarak bildiğimiz vakit, yaşadığımız dünyanın son bulması ile yeniden başlayacak ebedi bir hayatın merhalelerinden birisidir. Rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgilere baktığımızda, bu vakit gelmeden önce yaşanacak bazı olaylar hakkında Muhammed (a.s) tarafından verilmiş olduğu iddia edilen bazı bilgilere rastlamaktayız. Fakat Muhammed (a.s) a indirilen kitap içinde onun söylediği iddia edilen kıyamet alametleri ile ilgili rivayetleri bırakın doğrulamak, taban tabana zıt bilgiler bulunmaktadır. 

Yazımızda, bu konuda bize gelen hangi bilgilerin tercih edilmesi gerektiği, Kur'an haricindeki kıyamet alametleri ile bilgilerin tercih edilmesinin kişiler üzerinde oluşturabileceği bir takım tehlikelere dikkat çekmeye çalışacağız.

Kur'an'ın kıyamet saati ile ilgili verdiği bilgilere baktığımızda, bir çok ayette o saatin ansızın geleceği (6.31-7.187-12.107-22.5), o saatin vaktini Allah'tan başka kimsenin bilmediğini (31.34-33.63-41.47) gibi bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca kıyametin gaybe dair bir alana dahil olmasını dikkate aldığımızda, yine Kur'an'da gaybı Allah'tan başka kimsenin bilmediğine dair bir çok ayet bulunmaktadır (27.65- 6.59). Gayb konulu ayetlere baktığımızda, Muhammed (a.s) ın gaybi alana dair herhangi bir bilgisi olmadığını da görmekteyiz (6.50-11.31).

Kur'an ayetlerini bu konuda kesin bilgi kaynağı olarak aldığımızda, rivayet kitaplarında karşımıza çıkan, kıyamet kopmadan önce vaki olacak bazı olayların, nasıl oluyor da Muhammed (a.s) tarafından haber verilebildiği sorusu sorulacaktır. Çünkü Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgiler ışığında konuyu değerlendirdiğimizde, taban tabana zıt bir durum ortaya çıkmaktadır.

Hadislerin Kur'an'a değil rivayet zincirine bakarak sahih olup olmadığı yönünde karar veren klasik hadis usulüne bile baktığımızda, güvenilmez ve uydurma olma ihtimali yüksek olarak görülen rivayetlerin başında, geleceğe dair haberleri ihtiva eden  rivayetler gelmektedir. 

Ancak, Muhammed (a.s) dan geldiği rivayet edilen hadislere Kur'an'dan daha fazla itimat eden, hadisleri Kur'an ile eşdeğer tutan, hadis yolu ile gelen bir bilgi ile, Kur'an yolu ile gelen bilgi çeliştiği zaman, hadisleri tercih ederek aradaki çelişkiyi çeşitli tevillerle izah etmeye çalışan, tevil yapamadığı yerde ayeti hadisi doğrulayacak şekilde tahrif etmekten çekinmeyen bir damara sahip olmamız, kıyamet alametleri ile bilgiler konusunda hangi adrese müracaat edilmesi gerektiğini, hangi kanaldan gelen bilginin daha doğru ve güvenilir olduğu konusunda bir çok Müslüman'ın net bir fikir sahibi olmamasının başta gelen sebeplerindendir.

Biz daha çok Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgilerin göz ardı edilerek, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin tercih edilmesinin, doğurabileceği bazı sonuçlara dikkat çekmeye çalışacağız.

Kıyamet alametleri ile ilgili olarak rivayetler kanalı ile gelen bilgi ile, Kur'an kanalı ile gelen bilgiyi mukayese ettiğimizde, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin genel mantığında, kıyamet saatinin gelmesi için bazı olayların gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu da demek oluyor ki, bu olaylar gerçekleşmeden kıyamet kopmayacaktır, örneğin;

Bilindiği üzere, İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden yeryüzüne ineceği, yeryüzünde yaşadığı zaman zarfında bir takım icraatlarda bulunacağına dair neredeyse Mütevatir Hadis olduğuna inanılan bir takım rivayetler bulunmakta, bu rivayetleri ret etmenin küfür olduğuna inanılmaktadır.

Bu rivayetlerin doğru olduğuna inananların penceresinden baktığımızda, İsa (a.s) halen yeryüzüne inmemiş, inmesi beklenmekte, ne zaman ineceği konusunda herhangi bir tarih verilememektedir. Aynı şekilde Aşura olarak bildiğimiz ayın faziletleri anlatılırken, kıyamet bu ay içinde, Cuma gününün faziletleri anlatılırken, kıyametin Cuma günü bir akşam vaktinde kopacağı, Mehdi'nin gelmesi rivayetlere rastlamak mümkündür. Kıyamet alametleri olarak bahsedilen, fakat şu anda halen gerçekleşmemiş daha bir çok olayın vaki olmadığı bilinmektedir.

Bu rivayetler bizlere zımnen şu mesajı vermektedir; Kur'an tarafından her ne kadar kıyamet saatinin ansızın geleceğini bildirmiş, Muhammed (a.s) ın gaybı bilmediğini defaatle beyan etmiş, gayb'ı sadece Allah'ın bildiği gibi ayetleri ihtiva etmiş olsa da, bu ayetlerin aslında hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur, rivayetler bu konuda belirleyici konuma sahiptir.

Şimdi sorarız; İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceğine inanmamak mı küfürdür? , yoksa kıyametin ansızın kopacağını beyan eden ayetleri dikkate almayarak, İsa (a.s) ın yeniden yeryüzüne gelene kadar kıyametin kopmamasının kesin olduğuna inanmak mı küfürdür?.

Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçilerine indirdiği vahiy muhteviyatı içinde, kıyamet saatinin her an gelebileceğini haber vererek, hiç kimsenin bir saniye sonrası için güvende olmamasını, dolayısı ile her an ölüm ve hesaba hazır bir hayat sürerek, insanların her an teyakkuz halinde bulunmasını amaçlamıştır.

Ancak rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgiler, kıyametin aniden kopacağını değil, bazı olayların gerçekleşmesinin ardından kopacağını haber vererek, Kur'an tarafından bu konuda verilen bilgileri yalanlamaktadır. Ayrıca gayb'ı sadece Allah (c.c) nin bildiğine dair ayetleri bir tarafa koyarak, gayb alanına dair bilgilerin Muhammed (a.s) tarafından bilinebilmesi, gayb bilgisinin ilahlık ile yakından alakası olmasından dolayı, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ın ilahlık konumuna yükseltilmesi söz konusu olmaktadır.

Ayrıca, ağzından Kur'an ile çelişen bir söz çıkması imkan ve ihtimal dahilinde olmayan bir kimseye isnat edilen bu tür rivayetler, onun adına uydurulan yalan ve iftira anlamına gelmektedir.

Ayrıca, İslam adına ortaya attıklarını düşüncelerini Kur'an'ın belirlediğini, hadis ve sünnet'e karşı son derece sert bir tutum takınarak, hepsinin toptan çöpe atılması gerektiği savunan bir kısım kimse, kendilerini şeyh edindikleri kimseler tarafından ebced hesabı ile çıkarılan bir tarihte kıyametin kopacağını iddia etmektedirler. 

Miladi 2280 yılı olarak verilen tarihte kıyametin gerçekleşeceğini iddia eden bu kimseler, rivayet kültürünün bir başka taraftarları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıyamet saati konusunda rivayet kültürü yanlıları tarafından yapılan hataların tamamı, bu kimseler tarafından yapılmakta, Allah'ın gayb konusunda bilgisine ortak olduklarını bir şekilde bu kimseler de iddia ederek, Kur'an' kalkan edinerek, yeni bir rivayet kültürü ortaya atmaktadırlar.

Sonuç olarak; Rivayet kitaplarında yer alan Kıyamet Alametleri başlığı altında yer alan bilgiler, her ne kadar hadis usulü ile ilgili kitaplarda Zayıf, Uydurma gibi görülmüş olsa da, bu rivayetlerin doğruluğuna inanmak, itikadi sorunlara yol açma tehlikesi bakımından dikkate alındığında, pek  masum yalan ve uydurmalar olarak görülmemelidir.

Kur'an her konuda olduğu gibi kıyamet konusunda da son sözü söylemiş olup, bu sözün üzerine söylenen ve onunla çelişen her söz yalan ve iftira olarak görülmelidir. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

28 Haziran 2017 Çarşamba

Kur'an'ın Yeterliliği Veya Yetersizliği Tartışmaları Çerçevesinde Dede İle Torun Evliliğinin Haram Olmasının Delilinin Kur'an'da Olmadığı Üzerine

Türkiye'de Kur'an'ın son yıllarda gündeme gelerek, geleneksel din anlayışının Kur'an eksenli sorgulanmaya başlaması, Müslümanlar arasındaki kutuplaşmalarının da artmasına sebep olmuştur. Bu kutuplaşmalar neticesinde geleneksel din anlayışını savunanlar ile, Kur'an eksenli din anlayışını savunanların fırkalaşmak sureti ile birbirleri arasında şiddetli bir çatışma  içine girdikleri gözlenmektedir. 

Müslümanların birbirleri ile aralarındaki fikri farklılıklarını, Kur'an'ın önerdiği edep ve usül çerçevesinde çözmeye çalışmaları elbette olması gereken bir durumdur, fakat çoğu zaman bu tartışmalar Kayıkçı Kavgasına dönüşerek sürmekte, yapılan tartışmalar bilgi sahibi olmaktan çok, karşıdaki rakibi yenme çabasına dönüşmektedir. Müslümanların tartışma adap ve üslubundan uzak olarak yaptıkları tartışmalar ne yazıktır ki,  küfür ve hakaretleşme ile son bularak, tarafların günah kazanması ile sonuçlanmaktadır.  

Taraflar arasında yapılan tartışmalardan bir tanesi, Kur'an içinde her şeyin yazılı olduğunu beyan ettiği iddia edilen !! Enam s. 38. ayeti başta delil olmak üzere, Kur'an'ın yeterli olduğu, Kur'an'ın olduğu yerde Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesine gerek olmadığı gibi söylemler üretilmek sureti ile, Yalnız Kur'an sloganı altında bir İslam anlayışı ortaya konulmaya çalışılmaktadır.

Bu anlayışa karşı çıkan taraftaki insanların ise, Kur'an'ın yeterli olmadığı, bu yetersizliğin Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesi ile doldurulduğunu iddia ettiklerini görmekteyiz.

Bu düşünce sahipleri ile, yalnız Kur'an söylemi sahipleri arasında yapılan tartışmalarda, rivayet merkezli din anlayışını savunan insanların çoğu zaman, Hadi bana Kur'an'dan namazı göster, Hadi bana Kur'an'dan zekatın oranını, namazın rekatlarını göster, veya yazımıza başlık olarak aldığımız konu olan, Kur'an'da dede ile torunun birbiri ile evlenmesinin haram olduğuna dair bir delil olmadığı, bu delilin sünnet ile sabit olduğu gibi sözlerle, hadis ve sünnet'in bu konuda Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiaları getirilmek sureti ile, yalnız Kur'an diyen insanların köşeye sıkıştırılarak, Kur'an'ın yetersizliğini savunmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız. 

Kur'an'ın yeterli veya yetersiz olduğunu iddia eden her iki tarafın da, iddialarına mesnet olarak ortaya koyduğu argümanların ayaklarının yere bastığını söylemenin maalesef imkansız olduğunu en baştan söyleyerek, yapılan tartışmaların Kayıkçı Kavgası şeklinde gerçekleştiğini görmekten üzüntü duyduğumuzu belirtmek isteriz. 

Bizim bu yazmaktan asıl amacımız bir öz eleştiri yapmak olup, dede ile torun'un evliliğinin haram olduğunu Kur'an'dan ispatlamaya çalışmaktan ziyade, Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği üzerinde tartışma yapanların düştükleri bazı hatalara, özellikle Kur'an Yeter diyenlerin bu konulardaki hatalarına dikkat çekmeye çalışacağız. Çünkü asıl meselemiz, Kur'an'ın yeterli olduğu yönünde söylem geliştirenlere karşı, Kur'an yetersiz olduğu yönünde söylem geliştirenlerin aralarındaki çatışma olup, bu çatışma her iki tarafın ortaya koymaya çalıştığı bazı sözde iddialar ile delillendirilmeye çalışılmaktadır. 

Kur'an Yeter diyenlerin, Kur'an Yetmez diyenler tarafından köşeye sıkıştırılmalarına kendilerinin fırsat tanıdıkları, kendi dilleri ile bazı hatalara düşerek, bu hatalarının başkaları tarafından koz olarak kullanıldığını bilhassa hatırlatmak istiyoruz. Bu hataların neler olduğu sorulacak olursa şunları söyleyebiliriz.

Enam s. 38. ayetindeki Biz kitap'ta eksik bırakmadık cümlesindeki Kitap kelimesi, çoğu kimse tarafından, Kur'an olarak anlaşıldığı için, Kur'an'ın yetersizliği iddialarına cevap olarak sunulmakta, Bak Allah Kur'an'da eksik olmadığını kendisi beyan ediyor denilerek, Kur'an'ın yeterliliğine delil olarak sunulmaktadır. 

Veya Ankebut s. 51. ayetinde, Kendilerine okunan bu kitap yeterli gelmiyor mu? şeklinde cümle delil olarak sunularak, yine Kur'an'ın yeterli olduğu noktasında delil ayet olarak sunulmaktadır. Bizim,  Kur'an'ın yetersiz olduğunu ortaya koymak gibi bir amaç içinde olmadığımızı yeniden hatırlatarak, Kur'an yeter söyleminin iddia olarak sunmaya çalıştıkları ayetlerin, bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunduğunu, Kur'an yeter iddiasında olanların bundan dolayı bir nevi Kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını söylemek istediğimizi hatırlatmak isteriz.

Enam s. 38. ayetinde geçen Kitap kelimesinin Kur'an olmadığı, bu kelimenin Allah (c.c) tarafından yarattığı varlıkların tümü üzerinde koyduğu yasaları ifade ettiğini söylediğimiz zaman, bir çok kimsenin, Ne yani Kur'an eksik mi? şeklinde irkildiğine şahit olmaktayız. Eğer bu iddia sahipleri ön yargısız bir şekilde Kur'an içinde geçen Kitap kelimelerini alt alta koyup okudukları takdirde, bu kelime ile sadece Kur'an'ın kast edilmeyerek, geniş bir anlam alanına sahip olduğunu gördüklerinde, bizim ne demek istediğimizi daha net anlayacaklardır.

Bugün Türkiye'de Kur'an Yeter sloganı etrafında söylem üretmeye çalışan insanlarda gördüğümüz en büyük eksiklik, adını andıkları kitabı doğru anlamaktan uzak bir okuma yapmakta olduklarıdır. Kur'an ile ilgili yapılabilecek en büyük hatalardan bir tanesi olan bağlam ve bütünlük gözetilmeden, sadece kafadaki bazı ön kabullerin Kur'an'a onaylatılması çabaları, sadece rivayet merkezli din anlayışı sahiplerinin sorunu olmayıp, Kur'an yeter söylemi etrafında bir din anlayışı üretmeye çalışan bazı kimselerin de (hepsini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz) en büyük sorunudur.

Demek istediğimiz şu dur ki, Bugün Türkiye'de Kuran Yeter sloganı etrafında üretilmeye çalışılan İslam algısındaki Kur'an anlayışı problemli olup, bu problemler hem bu söylemin sahiplerinden bir kısmının zaman içinde Kur'an'dan tamamen koparak Deizm'e kaymasına, hem de rivayet merkezli İslam anlayışındaki insanların Kur'ana yönelmesine engel olmaktadır.

Kur'an Yeter sloganına karşı, Kur'an Yetmez sloganı üretenlerin, bilerek veya bilmeyerek bu noktada da büyük yanlışlar içine düştükleri de görülmektedir. Bu kimselerin en büyük sorunu, Muhammed (a.s) ı dinin tamamlayıcısı olarak görmüş olmalarıdır. Bu anlayış Muhammed (a.s) ı yücelterek, onu Allah (c.c) ile aynı seviyeye çıkarmak adına yapılmakta olup, bu ameliyenin karşıtı ise, Allah (c.c) yi kulunun seviyesine indirmek anlamına gelerek, bu düşünce içinde olanları iki taraflı bir şirk içine düşürmektedir.

Öncelikle Kur'an Yeter sloganının, hadis ve sünnet'e karşı bir antitez olarak ortaya konulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Hadis ve sünnet adı altında bugün elimizin altında olan malzemeyi, tamamen çöpe atılması gereken bir malzeme olarak görmek yerine, onları yeniden rehabilitasyona tabi tutulması gereken bir malzeme olarak görmek, daha tutarlı bir düşünce olacaktır.

Kur'an Yetmez sloganı etrafında buluşan insanların da aynı şekilde, karşıt düşündeki insanların bazı hatalarını dikkate alarak Kur'an'ın dinde belirleyici olmasına karşı soğuk bakmamaları gerekmektedir.

Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği noktasında söylem üreten insanların, bu konular etrafında ürettikleri söylemlerin tez olarak ortaya konulmak yerine, antitez ve nefrete dayalı olarak ortaya konulması, taraflar arasında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine vesile olduğunu görmek, gerçekten üzüntü vericidir. Din adına üretilen söylemlerin amacının altında yatan asıl niyet karşı tarafı ezmek olmadığı müddetçe, bu söylemler taraflar arasında daha düzgün bir üslup dahilinde tartışma imkanı bulacaktır. Aksi takdirde, bugün Müslümanların birbirleri arasında yaptığı tartışmalarda rastladığımız her türlü olumsuz davranışlar, dozunu artırarak devam edecektir.


Kur'an Yeter sloganı etrafında geliştirilen söylem, eğer Allah (c.c) nin kitabında mevcut olan beyanın din konusunda sorumluluğumuz olarak yeterliliği, onun dışındaki kitaplardan bize din olarak sunulan şeylerin, din ve sorumluluğumuz dahilinde olmadığı konusu çerçevesinde olduğu müddetçe, bu söyleme kimsenin itirazı olamaz, ve bizim de Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olarak düşüncemiz bu çerçevededir.

Fakat, Kur'an Yeter diyerek, bu yeterliliğin her alanda olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmek sureti ile, namaz, hac, oruç gibi ibadetlerin ilmihal kitabı gibi detaylı olarak Kur'an içinde anlatılmamış olmasını kalkan olarak kullanarak, bu ibadetleri icra etmenin yanlış hatta şirk olduğunu iddia etmek, Kur'an'ın hangi alanda yeterli olduğunu anlayamamış kimselerden başkasının iddiası olamaz. Bu tür iddia sahipleri Kur'an Yetmez söylemi etrafında toplanan kimselerin elini güçlendirmekte, Kur'an'ın din'de yeterliliği konusunda makul fikirler üretmeye çalışan insanlara da ayak bağı olmaktadır.

Kur'an insan hayatı için gerekli olan şeyler konusunda yol gösterici bir kitap olarak elbette yeter. Ancak Kur'an toplum hayatının ihtiyacı olan bütün konularda net ve detaylı olarak hükümler vaz etmemiştir örneğin;

Bugün bir beldeyi elimize sadece Kur'an'ı vererek, bu belde de yaşayan insanları Kur'an'a göre yönetmemizi isteseler, toplum hayatı için gerekli olan yasaların tamamını Kur'an içinde bulmamız imkansızdır. Bu iddiayı dile getirmemizin sebebi, Kur'an Yetmez söyleminin haklı olduğunu ileri sürmek asla değildir. Kur'an şayet bazılarının iddia ettiği gibi sadece belirli bir zaman ve mekana has olarak inmiş olsaydı, belki bu detaylar bulunabilir, fakat bu detaylar o zamanki şartlara uygun olacağı için, bizlerin onları uygulama imkanı da olmazdı.

Kur'an hırsızlığın cezasını el kesmek olarak beyan etmesine rağmen, bu cezanın bütün hırsızlık vakaları için uygulanabileceğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Bugün değişen yaşam şartları, hırsızlık olarak bildiğimiz suçun kapsamının da gelişmesine sebep olmuştur. Bundan dolayı bu suça verilecek ceza, el kesmenin haricinde daha aşağı cezalar olabileceği gibi, daha yukarısında cezalar da olabilir. 

Bu cezaların miktarının belirlemesi hukukçular tarafından yapılacaktır. Yine aynı şekilde Kur'an'da ceza hükmü bulunmayan tecavüz veya başka suçlar konusunda hangi cezaların verilebileceği, yine hukukçular tarafından belirlenecektir. Demek istediğimiz şu dur; Kur'an insanlar tarafından zaman ve hayat şartlarına göre doldurulabilecek boş bir alan bırakmış, fakat bu boş alanın nasıl doldurulabileceği konusunda yine ana hükümler beyan etmiştir. Kur'an tarafından vaz edilmiş olan bu hükümlerdeki maksat gözetilerek, hakkında net bir beyan bulunmayan konularda hukukçular tarafından yeni hükümler üretilebilir.

Kur'an'ın yetersizliği eğer bu çerçevede savunulacak olursa, bunda herhangi bir problemin olmayacağını düşünmekteyiz. Fakat Kur'an'ın eksik bıraktığı yerleri hadis ve sünnet olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) kanalından geldiği iddia edilen bilgilerin doldurabileceği iddia edilecek olursa bu iddia yanlış, yanlış olduğu kadar da itikadi sorunlara yol açacaktır. Muhammed (a.s) bu dinin eksik kalan yerlerini tamamlayıcı bir parçası değil, Allah (c.c) nin ona indirdiği dinin tebliğcisi ve örneğidir. 

Allah (c.c) dinini tamamladığını (Maide s.3), bizlere beyan etmiş olmasına rağmen, Muhammed (a.s) a tamamlayıcı bir misyon yüklemek, ona ve Allah'a karşı yapılabilecek en büyük iftiralardan bir tanesi olacaktır.

                                           DEDE İLE TORUN EVLİLİĞİ MESELESİ 

Kur'an'ın yetersizliğini iddia ederek, bu eksikliğin hadis ve sünnet tarafından doldurulduğunu söyleyenlerin, bu iddialarını güçlendirmek için kullandıkları delillerden bir tanesi, Nisa s. 23. ayetinde geçen evlenilmesi haram olanların listesinde, dede ile torun evliliğinin haram olduğunun bildirilmediği, bu evliliğin haram olduğunun hadis tarafından beyan edildiği dile getirilmektedir. 

Bu sözlerin ortaya atılmasına sebep olan en büyük faktörün, Kur'an Yeter iddiasını dile getiren bir kısım kimsenin, bağlam ve bütünlük gözetmeden okudukları, Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olduğunu zannettikleri bazı ayetler üzerinden ortaya attıkları sözler olduğunu yukarıda belirtmiştik. Yani bu tür iddialara kapı açılmasına sebep olanlar, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda yanlış ve eksik bilgi sahibi olan, kendisini Kur'an ile tanımlayan kimselerdir. Şayet bu kimseler Kur'an'ın neliği konusunda ayakları yere basan bir bilgi sahibi olmuş olsalardı, kimsenin böyle eften püften iddialar ortaya atma cesareti bile olamazdı.

Bizim bu konuda şu anda yaptığımız, bir delinin attığı taşı kuyudan çıkarmaya çalışmak misali gibi bir şeydir. Bu ayet indiği, Muhammed (a.s) bu ayeti ashabına tebliğ ettiği zaman, bir sahabe çıkıp ta "Anam babam sana feda olsun ya Muhammed, Allah dede ile torun evliliğini acaba haram kılmadımı ki bu yasakların içine dahil etmemiş" diye sorması imkan ve ihtimal dahilinde değildir. 

Ayet içinde kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarını haram kılan Allah'ın, kendi çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunu beyan etmemiş olması, bir kimseyi torun ile evliliğin helal olabileceği düşüncesine götürebilmesi zaten mümkün olmadığı gibi, böyle bir iddia üzerinden Kur'an'ın yetersiz olduğunu iddia ederek, bu boşluğu hadis ve sünnet'in doldurduğu iddiası ise, belden aşağı vurmaktan başka bir şey değildir.

Biz Kur'an merkezli din anlayışını savunanlarla, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalardaki yöntem üzerinde durmaya çalışarak, bu konuda karşı taraftan gelen saldırılara karşı devamlı kendi düşüncesini savunmak durumunda kalan, Kur'an eksenli din algısını savunanlara bir yöntem önerisinde bulunmak istiyoruz.

Malum olduğu üzere, Kur'an merkezli din anlayışını savunanlar ile, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalarda, sapık, hadis inkarcısı, peygamber düşmanı gibi ithamlar havada uçuşarak savunma yapmaya çalışan taraf, devamlı Kur'an eksenli din anlayışının taraftarları olmaktadır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda yapılan tartışmalarda da, aynı şekilde savunma yapmak zorunda kalan taraf yine onlar olmaktadır.

Kur'an'ın yeterli olmadığını göstermek için karşısındaki kimseye bazı deliller sunan, ve bu deliller ile karşısındakileri susturmaya çalışan kimselerin, bu iddialarının temelinde Allah (c.c) nin kitabının eksiğini bir kul olan Muhammed (a.s) ın tamamladığı düşüncesi yatmaktadır. Onların iddialarına cevap yetiştirmeye çalışmak, o tartışmaya 1-0 mağlup olarak başlamak anlamına gelmektedir.

Dede ile torun evliliğinin haramlığını Kur'an'dan delil getirerek savunmaya çalışmak, işte böyle ezikliğin sonucu olup, asıl savunma yapmaları gerekenler, bu tür iddiaları dile getirmek sureti ile Kur'an ve Allah (c.c) hakkında yanlış düşünceler ortaya atanlar olmalıdır. Dede ile torun evliliği konusu üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini savunmaya çalışmak yerine, bu tür iddiaların nasıl bir hezeyan ürünü olduğuna dikkat çekerek, bu iddiaları ortaya atanların kendilerini savunmak durumunda bırakmaya çalışmak, bu tür tartışma yapanların dikkat etmesi ve kullanması gereken bir yöntem olmalıdır.

Biz öncelikle bu tür iddiaları ortaya atarak, hem Kur'an'ın yetersizliğini, hem de Muhammed (a.s) ı dinde helal haram koyma yetkisine sahip bir kimse olarak görülmesinin yanlışlığı üzerinden giderek, bu tür iddiaların kişiler üzerinde akidevi sorunlar doğuracağını hatırlatmak durumundayız. Rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı, Muhammed (a.s) hakkındaki sahip oldukları yanlış bilgiler olup, onun Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğu inancının yanlışlığına dikkat çekerek, onların kendilerini savunmak zorunda bırakmaya çalışmak, daha akıllıca bir yöntem olacaktır. 

Sonuç olarak; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bitmeyen tartışmalara, son yıllarda Kur'an'ın Türkiye'de daha fazla gündeme gelmesi başlayan, rivayet kültürünü sorgulamak eklenmiştir. Kur'an'ın yeterli olduğunu iddia edenler ile, yetersiz olduğunu iddia edenler arasındaki tartışmalarda göze çarpan bir husus, her iki tarafın da savundukları konularda ortaya koymaya çalıştıkları delillerin makul deliller olmayışıdır.

Yazımızda özellikle Kur'an'ın yeterliliğine dikkat çekmeyerek, bu konuları savunan kimlerin eksiklikleri üzerinde bir özeleştiri yapmaya çalıştığımız okuyucu tarafından anlaşılmıştır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda rivayet kültürü savunucuları ile tartışmalara girmek yerine, sahip olunan düşüncenin argümanlarının ne kadar tutarlı olduğu yönünde araştırma ve çalışmalarda bulunmak daha faydalı olacaktır.

Tartışma yapılmak zorunda kalındığı zaman ise, savunma yapmak yerine rivayet kültürünün kişi üzerinden nasıl itikadi yaralar açtığını uygun bir dil üslup dahilinde anlatmaya çalışarak, karşı tarafı savunma yapmak zorunda bırakmaya çalışmak, onları din konusunda Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğine inanmalarını sağlamaya çalışmak daha uygun bir yöntem olacaktır.

MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİ İLE YAPTIKLARI TARTIŞMALARIN MÜNAZARA ŞEKLİNDE GERÇEKLEŞEREK,MÜNAKAŞA OLMAKTAN ÇIKMASI DİLEĞİYLE.