20. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2017 Cumartesi

Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.

Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20.  ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.

Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
                                                                                                                           (Elmalılı Hamdi Yazır meali) 

Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.

18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.

Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.

İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.

İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.

Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.

[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.

Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar,  Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.

[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.

Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.

Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.

Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir. 

Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.

Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.


Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.

Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir. 

Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine  düşmesine sebep olmaktadır. 

Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur. 

Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.

Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

1 Ekim 2016 Cumartesi

Bakara s. 146 ve En'am s. 20. Ayetlerinde Kitap Verilenlerin Oğulları Gibi Tanıdıkları Kimdir ?

Kur'anın bağlam gözetilerek okunması , onun anlaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bağlam gözetilerek yapılan bir okuma , bazı yanlış anlamaları veya kişisel düşüncelere göre ayetin şekillendirilmesini önleyen önemli bir etkendir. Bağlam gözetilmesi gereken yerde, bu işlemi uygulamamak neticesinde, bazı yanlış sonuçların doğması kuvvetle muhtemel olup , Kur'an okumalarında yapılan yanlışların önemli bir bölümünün , bağlam gözetilmemesi neticesinde yapılan okumaların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 

Bazı yazılarımızda bu noktayı dikkate alarak , yapılan yanlışlara parmak basmaya çalışmaktayız. Bu yazımızda benzer metne sahip olan iki ayetin bağlamını dikkate alarak, ayet içinde kast edilen şeyin ne veya kim olabileceğini bağlamı dikkate alarak tefekkür etmeye çalışacağız.  

Bakara s. 146. ayeti : 

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

[002.146] Kendilerine kitab verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir güruh bilir oldukları halde, yine de hakkı gizlerler.

En'am s. 20. ayeti:

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمُ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

[006.020]  Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlarr; fakat kendilerine yazık ettiler, çünkü onlar inanmazlar.

Her iki ayetteki  " ya'rifunehu kema ya'rifune ebneehum" (onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar) ibarelerine, parantez içine "Muhammed'i" , "Peygamberi" kelimeleri koyularak "ya'rifuneHU" kelimesindeki "Hu" zamirinin, Muhammed (a.s) ı işaret ettiği yönünde ilaveler yapılmaktadır.

Bu ilavenin yapılmasına sebep ise , "ebneehum" kelimesinin "oğulllarını" anlamına gelmesine istinaden , bir insanı işaret ettiği düşünülmesi ,bunun neticesinde oğul olarak kast edilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu şeklinde yorumlar daha ağır basmaktadır. Ancak meallere konulan parantezlerin, ve bu yönde yapılan yorumların, bağlama uygun parantez ve yorumlar olduğunu söylemek güçtür. 

Bakara s. 146. ayeti , 142. ayetten itibaren başlayan ve kıble ile ile ilgili ayetlerin bağlamına dahil olup , bu bağlam gözetilerek okunmasının daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz. Bakara s 146. ayetindeki "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirinin ayet içinde raci edilebileceği bir isim mevcut değildir. Öyleyse bu zamiri konu ile alakalı bir kelimeye raci etmek en doğrusu olacaktır. 

Bakara s. 142 ve 150. ayetler arasında dikkati çeken ve ayetlerin merkezindeki kelime "Kıble" kelimesidir. 144. ayet içinde "Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da bunun Rabbleri tarafından hak olduğunu elbette bilirler." cümlesi yine kıbleye işaret ederek , bunun kitap verilenler tarafından bilindiğini haber vermektedir. 

146. ayetteki bilinme ve tanınma bağlam dahilinde bir bilinme tanınma olması gerektiği için be bilinme ve tanınma Muhammed (a.s) için değil , kıble için olması daha doğru görünmektedir. Eski tefsirlere bakıldığında bağlam dahilinde bir yorum yapılarak kıble olabileceği yönünde görüşler olmasına karşın , meallerin çoğunda açılan parantezler Muhammed (a.s) olarak yapılmıştır. 

"Oğullarını tanıdıkları gibi tanımak" cümlesini bir deyim olarak aldığımızda , bu deyim sadece bir insanı tanımayı değil , bir şeyin çok iyi bilindiği ve tanındığı anlamında kullanılan bir deyim olması daha makul görünmektedir.

Buna göre Bakara. s. 146. ayetinde tanına oğul Muhammed (a.s) değil , Kıble olması daha doğru olacaktır. Kabe nin İbrahim (a.s) dan beri bilindiğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda , Kabe nin ve oranın kıble olmasının İsrailoğulları tarafından bilinmemesi zaten imkansızdır. Eğer bu ayete parantez açılacak ise bu parantezin  (Muhammed'i) şeklinde değil, (Kıble'yi) şeklinde açılması daha doğru olacaktır. 

İkinci ayetimiz olan En'am s. 20. ayeti ise , "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirini raci edilebilecek bir isme sahip değildir. Bakara s. 146. ayetine açılan parantezin bir benzeri bu ayet içinde açılarak, (Peygamberi) şeklinde ilave yapılmaktadır. Bu ayette de , böyle bir ilave yapılabilecek bir isim mevcut değildir . Öyleyse bu zamirin yine bağlam dahilinde bir isme raci edilmesi uygun olacaktır. 

[006.019]  De ki: «Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?». De ki: «Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?» De ki: «Ben buna şahitlik etmem». «O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım» de.

20. ayetten bir önceki 19. ayette Kur'an kelimesi , 20. ayetteki "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirine raci edebileceğimiz bir isimdir. Buna göre En'am s. 20. ayette , kendilerine kitap verilenlerin oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları şey Muhammed (a.s) değil , Kur'an olmalıdır. 
Yani kendilerine kitap verilenler Kur'anı çok iyi tanımaktadırlar. 

Elbette bu tanıma , Allah (c.c) nasıl Musa ve İsa (a.s) ları göndererek , Tevrat ve İncil'i inzal edildiğini nasıl biliyorlar ise , Allah (c.c) nin gelecek olan elçiyi daha önceki elçiler ile haber vermesinden mütevellit , bir elçinin kitap ile geleceği çok iyi bilinmektedir. Şuara s. 196. ve 197. ayetleri bu bilinmeyi işaret etmektedir

[026.196]  O, (Kur'an)şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır.
[026.197]  Onu Beni İsrail ulemasının bilmesi de onlara bir âyet (bir delil) değil mi

Eski tefsirlere bakıldığında bu ayetteki zamirin, Kur'ana raci edilebileceği yönündeki görüşler olmasına karşın , "oğul" kelimesinin bir insanı işaret edebileceği düşüncesi daha ağır basarak , (Peygamber'i) şeklinde parantezler , ve bu doğrultuda yorumlar daha ağır basmıştır.

Sonuç olarak : Bakara s. 146 ve En'am s. 20. ayetlerinde geçen "Onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar" cümlesinden kast edilen şeyin Muhammed (a.s) olduğu yönünde yorumlar yapılmış ve bu yorumlar doğrultusunda meallerde parantezler açılmıştır. Ancak bağlam gözetilerek yapılan okumalar sonucunda , Bakara s. 146. ayetine (Kıble'yi) , En'am s. 20. ayetine ise (Kur'anı) şeklinde parantez açılması ayetlerin bağlamına daha uygun olacaktır. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.