Ayetleri: etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayetleri: etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2018 Pazartesi

Bakara s. 65. 66. Ayetleri: Cumartesi Günü Balık Avlama Yasağını Çiğneyen İsrailoğulları Maymuna mı Çevrildi?

Kur'an içinde geçen İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda, onlardan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, kendilerine balık avlamanın yasaklandığı cumartesi gününde, bu yasağı çiğneyerek balık avladıkları için maymuna çevrildikleri anlatılmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak tefsirlere bakıldığında, avlanma yasağını çiğneyen topluluğun maymuna çevrilmesinin fizyolojik olarak gerçekleştiği söyleyenler olmakla birlikte, onların maymuna çevrilmelerinin fizyolojik olarak gerçekleşmediğini, bu anlatımın mecaz olarak anlaşılması gerektiğini savunanların olduğunu görmekteyiz.

Kanaat olarak, bu olayın mecaz bir anlatım olduğunu iddia edenlere katıldığımızı baştan söyleyerek, bu iddiamızın gerekçelerini ifade etmeye çalışmak, bu yazının konusu olacaktır. Bu olayın geçtiği ayetler aşağıdadır.

Bakara s. 65. ve 66. ayetlerde şöyle anlatılmaktadır;

وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِين


Bu ayetlere meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;

[002.065] İçinizden cumartesi istirahat günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Biz onlara: «Sefil maymunlar olun!» dedik.
[002.066] Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.

Maide s. 60. ayetinde şu şekildedir;

قُلْ هَلْ أُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذَٰلِكَ مَثُوبَةً عِنْدَ اللَّهِ ۚ مَنْ لَعَنَهُ اللَّهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ ۚ أُولَٰئِكَ شَرٌّ مَكَانًا وَأَضَلُّ عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ

Bu ayete meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;

[005.060] De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi? O kimse ki; Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar; yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.

Araf s. 166. ayetinde şu şekilde anlatılmaktadır;

فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ

Bu ayet meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;

[007.166] Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: Aşağılık maymunlar olun! dedik.

Nisa s. 47. ayetinde ise şu şekilde anlatılmaktadır;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ آمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلَىٰ أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ ۚ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا

[004.047] Ey kendilerine kitap verilenler! Gelin yanınızda bulunan (Tevrat)ı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Biz birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut cumartesi halkını (yahudileri) lanetlediğimiz gibi onları lanetlemeden önce iman edin. Yoksa Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.

Maymuna çevrilme ile ilgili ayetleri sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşayan insanlar için geçerli bir olay olarak okumaya çalıştığımız zaman, Kur'an'ın bu konu ile alakalı anlatımlarından bize dönük herhangi bir ibret alma imkanı hasıl olmayacaktır. Halbuki Kur'an bu olayı başkalarının ders alması için anlatmaktadır (Bakara s. 66).

Öyleyse bu olayı lokal bir olay olarak değil, TOPLUMSAL BİR YASA, YANİ SÜNNETULLAH olması açısından bakarak okumanın daha sağlıklı bir yol olacağını söyleyebiliriz.

Araf s. 163. ayetinden itibaren başlayan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun kıssasının anlatıldığı 166. ayette onlara, "Maymunlar olundenildikten sonra gelen 167. ve 168. ayetleri, bu oluşun mahiyeti hakkında bilgi verebilecek olan ayetlerdendir. 

[007.167] O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseyi başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.

[007.168] Biz; onları, yeryüzünde parça parça topluluklara ayırdık. İçlerinden kimisi salihlerdi, kimisi de onlardan aşağıdırlar. Belki dönerler diye onları güzellikler ve kötülüklerle denedik.

Bu ayetler İsrailoğulları'nın düşmanları tarafından baskı, zulüm ve esaret altına alındığını haber vermektedir. Öyleyse "Maymunlar olun" ifadesini fizyolojik bir oluş olarak değil, "Düşmanlarınız tarafından baskı ve esaret altına alınarak, hayvanlar gibi başkalarının emirlerine göre hareket etmek zorunda kalanlar olun" şeklinde anlamak, olayı lokal bir olay olmaktan çıkararak, evrensel bir yasanın İsrailoğulları üzerindeki işleyişi haline getirecektir

Bu olay aynı zamanda Allah'ın emirlerini ciddiye almayarak, kendilerine emredilenlerin aksine davrananların düştükleri zelil duruma dikkat çekerek, sonrakiler için bir ibret vesikası olmasını istemekte, aynı durumun tekrarlanması halinde aynı yasanın yine işleyeceğini haber vermektedir.

[005.060] De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi? O kimse ki; Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar; yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.

Maide s. 60. ayetinde geçen "Tağut'a kul olmak" ifadesini, Firavun'un azgınlığının bu kelime ile, ayrıca Mü'minun s. 47. ayetinde Firavun ve melesinin Musa ve Harun (a.s) lar için kullandığı, "Kavimleri bize kölelik(lena abidune) ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" cümlesinde geçen kölelik kelimesinin "Abede" fiili ile anlatılmış olması, İsrailoğullarının Maymun ve Domuz haline getirilmesinin fizyolojik olarak değil, esarete düştüklerindeki hallerinin tasviri için kullanılmış olduğunu söylemek mümkündür.

Ayrıca Nisa s. 47. ayetinde Cumartesi yasağını çiğneyenlerin lanetlendiğinin haber verilmesi, yine bu olayın fizyolojik olarak gerçekleşmediğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. 

[007.179] And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı ,cehenneme yaydık. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."

[025.044] Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı) dırlar.

Araf ve Furkan surelerinde geçen bu ayetlerde ise, inkarcıların işitme, görme ve duyma organlarını işletmemeleri neticesinde düştükleri durum hayvanlara benzetilmekte, bu durum ise yine maymun haline çevrilmenin keyfiyeti hakkında bizleri bilgi sahibi yapmaktadır.

Bu olayın hakiki anlamda değil, mecaz anlamda anlaşılması yönünde kanaat taşıyanlara katılma gerekçelerimizden bir tanesi, şayet bu olay gerçek anlamda bir dönüşüm ise, aynı hatayı yapan başka topluluklar neden maymun haline dönüşmemektedir?. sorusunun cevabının verilmesinin zor oluşudur.


Sonuç olarak; İsrailoğulları'na mensup olan deniz kıyısında bir beldede yaşayan topluluğun kendilerine cumartesi günü balık avlama yasağını çiğnedikleri için maymun haline getirildiğini bildiren ayetlerin bu durumun fizyolojik bir dönüşüm olarak anlaşılması durumunda bir takım soruların ortaya çıkması açısından mecaz anlamda bir ifade olarak anlaşılmasının, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğu kanaatini taşıyanlara katılma gerekçemizi anlatmaya çalıştık.

İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara dikkat ettiğimizde, bu anlatımların Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların nasıl işlediğinin bu toplum üzerinden yaşanmış örnekler biçiminde gösterilmesi, maymuna çevrilme olayının yine bu yasa gereği cereyan edebir olay olduğu kanaatini bizde kuvvetlendirmiştir.

Bunları söyledikten sonra, Bakara s. 65. ve 66. ayetlerine şu şekilde bir meal vermek mümkündür.


Bakara s. 65- And olsun içinizden olan bir topluluğa, Cumartesi günü balık avlama yasağını çiğnemelerinden ötürü, "Aşağılık maymun olun" diyerek lanetlediğimizi bilmektesiniz
Bakara s. 66- Onları böyle bir söz ile lanetlememiz, onları gören ve sonradan gelenler için bir aynı hatayı yapmaktan vazgeçirmek, kendisini azaptan korumak isteyenler için öğüt olsun diyedir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Şubat 2018 Pazartesi

Bakara s. 55. 56. Ayetleri: İsrailoğulları Allah'ı Görmek İsteyince Öldürüldükten Sonra Diriltildiler mi?

Bakara suresi içinde geçen İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda, onların Allah'ı açıkça görmek istedikleri, ve bu istekleri sonucunda başlarına gelenler anlatılmaktadır. Yazımızda onların bu istekleri sonucunda başlarına gelen olayın anlatıldığı ayetlerde geçen bazı kelimeler üzerinde durarak, o kelimelerin anlamını tespit etmeye çalışacağız.

وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَىٰ لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتَّىٰ نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ
ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Arapça orjinal metinlerini verdiğimiz ayetler, Bakara s. 55. ve 56. ayetleri olup, Türkçe meallerde bu ayetler, ağırlıklı olarak şu şekilde anlamlandırılmaktadır.

[002.055] Hani bir zamanlar «Ey Musa biz Allah'ı açıkça görmedikçe senin sözünle asla inanmayacağız.» demiştiniz de bunun üzerine sizi yıldırım çarpmıştı ve siz de bakakalmıştınız

[002.056] Ölümünüzden sonra, şükredesiniz diye sizi tekrar diriltmiştik.

Bu ayetleri okuduğumuz zaman, Musa (a.s) dan kendilerine Allah'ı göstermelerini isteyen İsrailoğullarının öldüğü, ölümlerinin ardından yeniden diriltildiği anlaşılmaktadır. Fakat bir çok kimsenin aklına bu ölüm ve yeniden dirilmenin gerçek anlamda bir ölüm ve yeniden diriliş mi, yoksa mecazi anlamda bir ölüm ve diriliş mi olduğu sorusu takılmakta, ve bu sorunun cevabı aranmaktadır.

Öncelikle Kur'an içinde geçen bir kelime veya anlatımın mecaza hamledilebilmesi için, o kelime veya anlatılan olayın hakiki anlama sahip bir kelime veya olay olmasında bir takım soru işaretleri ve problemler olması gerekmektedir ki, kelime veya olay hakiki anlama değil, mecazi anlama hamledilebilsin. Yani Kur'an içindeki bir kelime veya olayın ilk anlamı, hakiki bir anlama sahip olmasıdır. 

Öncelikle 55. ayet içinde geçen ve İsrailoğullarının Allah'ı görmek istemelerinin sonucunda karşılaştıkları olayı anlatan Essaika kelimesi üzerinde durulması ve bu kelimenin Kur'an içindeki anlam alanının dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.

Saika; Bir nesnenin yere düşmesi sonucunda ortaya çıkan ses anlamına gelmektedir. Saikanın sonucu ortaya çıkan 1- Azap, 2- Ölüm, 3- Ateş, 4- baygınlık, bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetlerde görülebilir.

[039.068] Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi(fesaika). Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.

[052.045]  Öyleyse sen onları kendisinde (en dayanılmaz azabla) çarpılacakları (yus'ekune)günlerine kavuşuncaya kadar bırak.

[004.153] Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, «Bize Allah'ı apaçık göster» demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı(essaikatü).Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.

[041.013] Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: «İşte sizi, Ad ve Semud'un başına gelen yıldırıma(essaikatü) benzer bir azap ile uyardım.»

[041.017] Semûd'a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı(essaikatü) onları çarptı.

[051.044] Onlar Rablerinin buyruğundan çıkmışlardı; bunun üzerine kendilerini gözleri göre göre yıldırım(essaikatü) çarptı.

[002.019] Bir kısmı da, karanlıklarda, gök gürlemeleri ve şimşek arasında gökten boşanan sağanağa tutulup, yıldırımlardan(essevaika) ölmek korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkayan kimseye benzer.

[013.013] O'nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından tesbih ederler. Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken, O, yıldırımları(essevaika)  gönderir de onlarla dilediğini çarpar.

[007.143] Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa: «Rabbim! Bana Kendini göster, Sana bakayım» dedi. Allah: «Sen Beni göremezsin ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin» buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü(saikan); ayağa kalkınca «Yarabbi, münezzehsin, Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim» dedi.

Araf s. 143. ayetinde Bakara suresinde geçen olayın bir benzeri geçmektedir. Bakara suresinde geçen olayda Allah'ı görmek isteyenler İsrailoğulları iken, Araf s. 143. ayetinde ise Musa (a.s) dır. Ayetlerde geçen ortak kelime Saika olup, bu kelimenin Bakara s. 56. ayetinde hangi anlama gelebileceğini, Araf s. 143. ayetinden anlamak mümkündür.

Araf s. 143. ayetinde Allah'ı görmek isteyen Musa (a.s) ın başına gelen olayın ardından gelen Felemma efaka (ayağa kalkınca) kelimesi, Bakara s. 55. ayetinde geçen Essaika kelimesinin Ölmek anlamına gelemeyeceğini göstermektedir. Bu kelime, yürüyen bir kimse için kullanılan bir kelime olup, saikanın baygınlık geçirmek şeklinde bir anlamına geldiğini göstermektedir.

Kur'an'da Mevt kelimesinin geçtiği geçtiği her yerde kelimenin hakiki anlamda kullanılmayarak, mecazi anlamda kullanılmış olduğunu da dikkate almak gerekmektedir.

[002.243] Binlerce kişinin memleketlerinden ölüm korkusuyla çıktıklarını görmedin mi? Allah onlara «Ölün» dedi. Sonra onları diriltti. Allah insanlara bol nimet verir, fakat insanların çoğu şükretmezler.

[002.164] Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.

Bakara s. 56. ayetinde geçen Bease kelimesi; Bir şeyi kaldırmak, harekete geçirmek ve göndermek anlamına gelmektedir. Kelimenin ölümden sonra yeniden diriliş anlamına gelen kullanımları olsa da, geçtiği bütün ayetlerde bu anlama geldiğini söylemek mümkün değildir. 

[018.012] Sonra da iki guruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık (baasnahüm).

[006.060] Geceleyin sizi ölü gibi uyutan, gündüzün yaptıklarınızı bilen, mukadder olan hayat süreniz doluncaya kadar gündüzleri sizi tekrar kaldıran(yeb'asüküm)  O'dur. Sonra dönüşünüz O'nadır, işlediklerinizi size bildirecektir.

Bakara s. 55. ayetinde geçen Essaika kelimesinin ölüm değil, baygınlık anlamına gelmiş olmasının daha muhtemel olduğunu, Araf s. 143. ayetinde aynı durumun Musa (a.s) ın başından geçtikten sonraki halinin anlatıldığı Efaka kelimesini dikkate alarak anlamak mümkündür.

Bakara s. 56. ayetinde geçen ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ cümlesini anlayabilmek daha da kolaylaşacaktır. İsrailoğullarının Allah'ı görmek istemelerinin karşılığı olan Essaika kelimesi ile ifade edilen durumlarının,  hakiki anlamda bir ölüm olmadığı anlaşılmaktadır. Öyleyse onların bu durumlarını Baygınlık veya Derin uyku hali olarak ifade etmek mümkündür. Bease kelimesini ise bu halden uyanmak olarak anladığımızda, ilgili ayetleri anlamak ve meal vermek daha kolaylaşacaktır.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz Türkçe meallerde Bakara s. 56. ayetine bu doğrultuda anlam verenler bulunmaktadır. Bakara s. 55. ve 56. ayetleri için bizim yapmaya çalıştığımız ayet meali şöyledir;

Bakara s. 55- Bir zaman Musa'ya,  "Ey Musa Allah'ı apaçık görünceye kadar sana asla iman etmeyeceğiz" demiştiniz de,(bu isteğinizden ötürü) gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı.

Bakara s. 56- (Allah'ı görmek istemenizden dolayı uğradığınız) yıldırım çarpmasının verdiği baygınlığın etkisinden şükretmeniz için, sizi yine ayağa kaldırmıştık.


Sonuç olarak;Kur'an içinde bulunan kelimelerin ilk anlamlarının hakiki anlam olması asıl olandır. Ancak bazı durumlarda hakiki anlam yerine mecaz anlama da gelebilecek kelimeler bulunmaktadır. Bu kelimelerin mecaz olarak anlaşılma gereği, o kelimelerin hakiki anlam kazandıklarında bazı problemlerin ortaya çıkmasıdır. 

Yazımıza konu etmeye çalıştığımız Bakara s. 55. ve 56. ayetlerinde geçen ve İsrailoğullarının Allah'ı görmek istemelerinin sonucunda başlarına gelen olayın ölüm ve diriliş olarak anlatılması, ilgili ayetler içinde bu kelimelerin hakiki anlama hamledilmesinin getirebileceği bazı müşkiller gözönüne alınarak, bu kelimelerin mecazi olarak anlaşılmasının daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 78-79. Ayetleri: Davut ve Süleyman'a Verilen Hüküm ve İlmin Hayat İçindeki Yansıması

Davut ve Süleyman (a.s) lar, Kral Peygamber olarak bildiğimiz, ellerinin altında büyük bir coğrafya bulunan ve bu coğrafya içinde yaşayan insanlara hükmeden elçiler olarak, onların Kur'an içinde anlatılan yaşamları, yönetici ve hakim konumunda olanlar için örneklikler teşkil etmektedir. Onların Enbiya s. 78-82. ayetler arasında anlatılan kıssasında, bize dönük mesajlar olarak şunları görmekteyiz.

[021.078] Davud ve Süleyman'a da. Hani kavmin koyunlarının gece çobansız halde yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken; Biz, onların hükmüne şahidlerdik.
[021.079] Biz bunu (hükmü) Süleymana kavrattık, her birine de hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik. (Bunları) Yapanlar biz idik.

Yukarıdaki ayet meallerinde Davut ve Süleyman (a.s) ların bir konuda hüküm verdikleri anlatılmaktadır. Kavmin gece çobansız olarak yayılan koyunları olarak geçen konunun, hakiki anlamda bir koyun olayı mı, yoksa mecazi bir anlatım mı olduğu üzerinde fazla durmayacağız. Çünkü kıssayı mesaj odaklı okumaya çalıştığımızda ayette anlatılan konu ikinci planda kalmakta, birinci plana ise hüküm verirken takındıkları tavır çıkmaktadır.

Enbiya s. 78. ayetinde geçen Biz, onların hükmüne şahitlerdik cümlesini, hakim konumunda olan bir kimsenin asla hatırından çıkarmaması gerekmektedir. Hakim ünvanı ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği her hükme onu yaratanın şahit olduğunu bilmelidir. Hakim konumunda olan bir kimse, kendisinden daha üstte olan bir hakime karşı sorumlu olduğunu unutmadığı sürece, verdiği hüküm adil olacaktır. Bu cümle Davut ve Süleyman (a.s) ların verdikleri hükümde kendilerinin üzerinde Allah'ın şahit olduklarını her zaman bildiklerini ve ona göre hüküm verdiklerini bildirmekte, bu cümle bütün hakimlerin başlarının üzerinde yazması gereken bir cümledir.

Hükmün Süleyman'a kavratılması demek, sadece o mesele hakkında nasıl hüküm vereceğinin ona vahiy yolu ile öğretilmesi değil, bütün konularda vereceği hükmün adil biçimde olması gerektiğinin öğretilmesidir. Bu noktada Enbiya s. 79. ayet içinde geçen, Her birine hüküm ve ilim verdik cümlesi dikkat çekicidir. Hüküm denildiğinde aklımıza yetki, ilim denildiğinde ise bilgi geldiğinde, bu iki kelimenin anlaşılması ve hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceği de kolay anlaşılacaktır.

Bir insan sahip olduğu bilgi ve yetkiyi, istediği gibi kullanmak gibi bir hak ve özgürlüğüne sahip değildir. İnsan kendisine bu yetenekleri kim verdiyse, onun isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır. İnsanlar arasında hüküm vermek bilgi ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği hükümde adil olmak ve ona göre karar vermek zorundadır. Davut (a.s) ın Sad s. içinde geçen kendisine gelen davacılar hakkında verdiği kararın her iki tarafı da dinlemeden vermiş olması ve bu hatasından dolayı tevbe edip bağışlanma istemesi, hakim olan bir kimsenin yargılamada nasıl davranması gerektiği bizlere öğretmektedir.

Hakim konumunda olan bir kimse, karşısına gelen davalarda hüküm vermek konusunda siyasi, ve ekonomik bakımdan güçlü olanlar tarafından baskı altına alınarak, vereceği kararın siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü olanların lehine olması istenebilir, hatta böyle bir kararı vermesi için rüşvet dahi teklif edilebilir.

Hakim konumunda olan kişilerin kendilerini siyasi ve ekonomik baskı guruplarından tecrit edebilmesi, onların boyunduruğu altında kalmadan karar verebilme yetki ve gücüne sahip olması, bir ülkede adaletin tesisi için olmazsa olmazlardandır.

Adalet herkese lazımdır.

Bugün ellerinde siyasi ve ekonomik güç bulundurarak adaleti istedikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olanlar, yarın ellerindeki bu güçleri gittiği zaman istedikleri şekilde yönlendirdikleri adalet, başkaları tarafından yönlendirilerek bu sefer kendileri adalet diye bağıracaklardır.

Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüzde hukukun bağımsızlığı söylemi, sıkça dile getirilmekte, fakat bağımsızlıktan anlaşılan şey, siyasi iktidara bağımlılık olarak gerçekleşmektedir. Hangi siyasi parti olursa olsun iktidara geldiğinde yaptığı icraatların başında, mevcut hukuk sistemini kendi düşünce ve menfaatleri doğrultusunda yeniden yapılandırmak olmuş, halen de aynı şey olmaktadır.

Elindeki gücünü kullanarak hukuku yönlendiren iktidar, elindeki mevcut gücünü kaybettiğinde ise, diğer iktidar tarafından bazı haksızlıklara uğramakta, kendisi bu sefer adalet diye haykırmaktadır. Fakat aynı iktidar daha önce kendisini ebedi olarak kalıcı zannederek uyguladığı hukuk kurallarının bu sefer kendi aleyhine işlememesi için imkanlarını seferber etmektedir.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Bir ülkede olması gereken şey, hukuk kurallarının siyasi iktidarların belirlemelerine göre değil evrensel ahlak ve vicdan kurallarına göre işlemesidir. Bu yönde işleyen hukuk kuralları kimseye göre değişkenlik göstermez, siyasi ve ekonomik durumu nasıl olursa olsun, herkes için eşit olarak işler.

Davut ve Süleyman (a.s) lar siyasi ve ekonomik güce sahip iktidar sahipleri olarak adil yönetimin örneği sergilemişler, tüm zamanlarda gelecek olan yönetici kademesine yol göstermişlerdir. Bugün dünyanın bazı ülkelerinde yönetici konumunda olanların kendilerine layık gördükleri dokunulmazlık adındaki zırh, hangi ülkede olursa olsun o ülke için yüz karasından başka bir şey değildir. Yönetici konumunda olanların bu konularda halka karşı daha şeffaf olmaları gerekirken, kendilerini özel kanunlarla koruma altına alması adalet kavramı asla bağdaşmaz.

Davut ve Süleyman (a.s) ların hüküm verirken kendilerinden daha üst bir makam olduğunu unutmamış olmaları, günümüzde yaşayan iktidar sahipleri için örnek olmalıdır. Hukuksal düzenlemeler ile yaptıkları hatalardan dolayı dünyada hesap vermekten bir şekilde kurtulanlar, bu hataların bedelinin ahirette asla yanlarına bırakılmayacağını unutmamalıdır.

Ahiret hesabı sadece halk tabakası için değil, bütün insanlar için vardır. Dünyevi konumu ne kadar büyük olursa olsun, bütün insanlar hakimlerin hakimi olan Allah'ın karşısında mahkemeye çıkacak, ve bu mahkemede sadece Allah'ın vereceği hüküm olacaktır. Bu durumu aklından çıkarmayan yöneticiler tarafından yönetilen ülkeler, dünyada cennetin yaşanacağı ülkeler olacaktır.

Sonuç olarak; Davud ve Süleyman (a.s) lara verilen hüküm ve ilmin hayat içindeki yansıması, yönetici bir konuma sahip olmaları nedeniyle, insanlar arasında adaletle hükmetlerini gerektirmiş, ve bu gereği gereği en doğru biçimde yerine getirerek, kendilerinden sonra gelecek olanlara örnek teşkil etmişlerdir. Onların Kur'an içinde anlatılan kıssalarına baktığımızda, yönetici kademesinde bulunan kimseler için el kitabı olacak öğütleri bulmak mümkündür.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 64-65. Ayetleri: Ataların Yoluna Bağlılığın Sağ Duyuya Galip Gelmesinin Örneği

Kavminin şirkine karşı var gücüyle mücadele eden İbrahim (a.s) ın, Enbiya s. 51-73. ayetleri arasında geçen kıssası içindeki bir konuşma, insanlardaki yanlışa karşı olan bağlılığın nasıl sağ duyuya galip geldiğinin örneğini göstermektedir. Kıssada gördüğümüz bu örnek, sadece o zamanda yaşayan insanlara has bir durum değil, bugün dahi bir çok Müslümanda arız olan bir hastalıktır.

Kavminin işlediği şirke karşı onlarla mücadele içine giren İbrahim (a.s), putlarla yalnız kaldığında biri hariç bütün putları kırar. Putlarının kırıldığını gören kavmi ise, putlarına bu kötülüğü !! İbrahim'in yaptığını anlar ve onu yakalarlar.

[021.062] Dediler ki: «Ey İbrahim, Bizim ilâhlarımıza bunu sen mi yaptın?»
[021.063]  «Hayır» dedi. «Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.»
[021.064] Bunun üzerine kendilerine, (asli yaratılışlarına) dönüp dediler ki: Hiç şüphesiz zalimler sizsiniz siz
[021.065] Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: «Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin.»
[021.066] Dedi ki: O halde Allah'ı bırakıp da size hiç bir fayda veya zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız?
[021.067] Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?

Konuşamayan, kendilerine fayda veya zarar verebilme gücü bulunmayan tahtadan taştan yapılmış olan putlara tapan kavim, içinde bulundukları yanlışı fark ederek bir an için dahi olsa fıtratlarına dönmekte, ve onların bu durumları ise 64. ve 65. ayetlerde dile getirilmekte, fakat doğru yolu bulmaya yanaşmayarak eski yanlışlarına geri dönmekte ve ayak diretmektedirler.

65. ayette geçen Tepeleri üstüne ters döndüler olarak çevrilen cümlenin Arapça orjinal metni, Nükisu ala ruusihim dir. Nükisu kelimesi, Bir nesneyi baş aşağı çevirmek anlamındadır. Doğum sırasında çocuğun ayakları başından önce çıktığında Nükisel veledü denir. 65. ayet içinde geçen bu ifade, şirk içinde yüzen insanların durumunu veciz bir biçimde ifade etmektedir.

Başı yukarıda ayakları yerde olmanın, doğal bir durum olduğunu dikkate aldığımızda, 64. ayette bir an için normal durumlarına dönerek içinde bulundukları yanlışı fark eden müşrik toplum, bu doğal durumlarını yine bozarak arızi durumlarına geri dönmüşler, onların bu durumları ise, ayakları yukarıda başları aşağıda olarak tasvir edilmektedir.

Aynı durumu Musa (a.s) kıssasında da görmekteyiz. Musa (a.s) tarafından getirilen ayetleri gören Firavun ve melesinin vicdanlarının bu ayetleri kabul etmelerine rağmen, zulüm ve kibirlerinin iman etmelerine mani olduğu, Neml s.14. ayetinde beyan edilmektedir.

Asıl meselemiz Kur'an'da zikri geçen bu kavimlerin gerçeği gördükleri halde neden gerçeğe teslim olmadıklarıdır. Bunun cevabını kıssanın anlatıldığı 53. ayette bulmaktayız.

[021.053] «Atalarımızı onlara tapar bulduk» demişlerdi.

Bu cevabı bütün müşrik topluluklar tarafından söylenen bir söz olarak Kur'an'ın bir çok ayetinde görmekteyiz. İşledikleri şirkin haklı gerekçesini sadece atalarını bu yolda bulmak olarak gösterenler,  Ya onların ataları hiç bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler ise?  sorusunu ise cevapsız bırakmaktadırlar. 

Körü körüne atalar yolunu izleme hastalığı, sadece kıssaları anlatılan kavimlere has bir durum değil, kadim bir hastalık olarak bizlere de sirayet etmiş, ve bugün bazı Müslümanlarda da arız olan bir hastalıktır.

Bugün bir çok Müslümanın dini inanç adına bildikleri şeylerin büyük bir kısmı, rivayet ve kişi merkezli din anlayışı tarafından üretilmiş ve Kur'an ile sağlaması yapıldığında ise yanlışlığı ortaya çıkan bilgilerdir. Rivayet ve kişi merkezli din anlayışı tarafından üretilen bilgilerin, kesin doğrular olduğuna körü körüne bağlanmış olan bir kimsenin karşısına, bu bilgilerin yanlış olduğu, Kur'an tarafından onay almadığı, hatta Kur'an ile taban tabana zıt bilgiler olduğu söylendiğinde, alınan tepkiler yukarıdaki ayetteki cevabın aynısından başka olmamaktadır.

Siz falan alimden daha iyi mi biliyorsunuz?.

Dini doğrularını falan alimin belirlediği bir kimsenin karşısına Kur'an ayeti çıkarılsa dahi, falan alimin yanlışı ona doğru gelmekte, Kur'an o kişi için sadece adı var kendisi yok mesabesinde bir kitap haline dönüşmektedir.

Yüzlerce yıldır hiç kimse doğruları bilemedi de sizler mi biliyorsunuz?.

Yanlış bilgilerin yüzlerce yıl öncesi yaşamış alimler tarafından ortaya atılmış ve bu yanlışların yine yüzlerce yıl başka alimler tarafından tastiklenerek bizlere ulaşmış olması, yine bir çok Müslümanın dayanağı olmakta, savundukları yanlışları desteklemek için bu argümana sıkı sıkıya sarılmaktadır. Genel geçer din anlayışının Ehli sünnet vel cemaat  olması,  tarih içinde bu düşüncenin tasdikinden geçen anlayışların halk arasında yaygınlaştırılmaya çalışılması, bu düşüncenin tasdikinden geçmeyen düşüncelerin, Kur'an'i doğrular olsa dahi kabul görmeyerek dışlanmış olması, bugün elimizdeki kaynakların tek düze bilgilerle dolu olmasını beraberinde getirmiştir.

Yüzlerce yıl öncesinde rivayet kültürüne muhalif olan görüşlerin Harici, Mutezile, Zındık v.s gibi isimler altında mahkum edilmeye çalışılmasına karşın, bugün Mealci, Hadis inkarcısı, Sünnet inkarcısı, Sapık v.s gibi isimlerle mahkum edilmeye çalışıldığı herkesçe malumdur.

Din adına bildiklerinin yanlışlığı Kur'an ile ispatlanan bir çok kişi bu bilgilerin doğru olabileceğini düşünse dahi, bu bilgileri daha önceki muteber olarak bildiği alimler tarafından onay almadığı için kabul etmemekte, yanlışta körü körüne ayak diretmektedirler.

Ya doğru olarak bildikleri alimleri hata yapıyor, yanlışta ısrar ediyor ise?.

Maalesef bu durumu bir çok Müslüman düşünememekte, hatta aklının ucuna dahi getirmemekte, Benim alimim hata yapmaz mantığına sahip bir biçimde yaşamını sürdürmektedir.

Alimler de insandır, onlar da hata yapabilir.

Müslümanların bir çoğundaki yaygın kanaat, savundukları alimin hata yapma imkanının asla olmaması, din adına yazdıklarının sorgulanamaz olmasıdır. Bu tabu Müslümanların fırkalaşmasında, birbirine düşman olmasında ve cahil kalmasında maalesef en büyük etkendir. Görüşlerini kabul ettiği alimi rab edinme noktasına getiren bir kişi, bir başka alimi veya o alimin görüşlerini kabul edenlere düşman kesilmekte, o alimin yazdıklarını ve dediklerini yeterli görerek kafasını ona kiraya vermek sureti cahil kalmaktadır.

Halbuki mümeyyiz akla sahip olan bir Müslüman, alim ve hizip taassubu göstermeden herkesi okuyabilmeli, her alimi dinleyebilmeli, okuduklarını ve dinlediklerini Allah'ın kitabına göre değerlendirebilme yeteneğine sahip olabilmelidir. Böyle bir yeteneğe sahip olan Müslüman bir toplumda, fırkalaşmaların önü alınabilecek, düşmanlıklar yok olacak, cehaletten kaynaklanan her türlü yanlışlar büyük ölçüde giderilmiş olacaktır.

                                          EN  DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Kasım 2017 Çarşamba

Al-i İmran s. 23-25. Ayetleri: Cehennem'den Çıkış Olduğuna Dair İddianın Yanlışlığı

Kur'an, Medine'de inen ayetlerinin bir çoğunda, Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanların inançlarını eleştirmekte, bunların yanlışlığına vurgu yaparak doğruyu ortaya koymaktadır. Ne gariptir ki Kur'an'ın eleştirdiği bu inançların bazıları ise, biz Müslümanlar tarafından sahiplenilerek İslam inancı haline getirilmektedir. Kur'an'ın yanlış olarak tanımladığı bu inançlardan birisi de, Yahudiler tarafından ortaya atılan cehennemden çıkış olduğu düşüncesi olup, bu düşünce onlardan ithal edilmek sureti ile biz Müslümanların inanç kurallarından birisi olarak kitaplarda yerini almıştır.

[003.023] Allah'ın kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağırılıyorlar, fakat sonra aralarından bir grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor.

[003.024] Bu, onların: «Bize ateş sadece sayılı birkaç gün değecektir» demelerindendir. Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde aldatmıştır.

[003.025] Ya geleceğinden şüphe olmayan bri günde onları topladığımız ve kendilerine zulmedilmeden herkesin kazandığının tastamam ödendiği zaman halleri ne olacak?

Ayetlerin ilk hitap çevresi Medine'de bulunan Yahudiler olup, cehennemde belirli bir süre kalma inancına onların sahip olduğunu, bu konuda Bakara suresi içinde geçen ayetlerden de anlaşılacaktır ( Bakara s. 80-82). Fakat ateşin sayılı günler dokunacağı, biz Müslümanların inançlarına dahil edilmiş olup, konumuz bu ayetlerin bize bakan tarafını okumaya çalışmak olacaktır.

Yahudilerin böyle inanç ve düşünce ihdas etmelerinin arka planına baktığımızda, Allah'ın Günah olarak tanımladığı bazı amelleri işlemekteki arzularının onları böyle bir iddia içine  girmelerine sebep olduğunu görmekteyiz. Cehennem azabına inanmış olmaları, onların dünya hayatlarında bazı yanlışları yapmalarına engel olmakta, ve bu engelin bir şekilde aşılarak rahatlıkla bazı yanlışların işlenmesinin önünün açılması gerekmekteydi. Ateşin sayılı günler dokunacağı teorisi işte böyle bir düşüncenin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Cehennem, Allah (c.c) nin koymuş olduğu yasakların çiğnenmesi halinde kullarına vaat ettiği, ve bir çok ayetinde de Ebedi olduğunu vurguladığı bir yerdir. Allah (c.c) nin kullarına vaat ettiği ve ebedi olduğunu belirttiği bu yer, kullarının dünya hayatlarında yapabilecekleri muhtemel suçları terk etmesini sağlayan ve  caydırıcılık unsuru taşıyan bir mekandır.

Allah (c.c) nin cehennem cezası ile cezalandıracağını  vaat ettiği suçlardan bir tanesi, tarih boyunca elçileri aracılığı ile gönderdiği kitaplarda beyan ettiği yaşam sistemine uyulmamasıdır. Alllah (c.c) nin gönderdiği kitapların amacı insanların dünya hayatında doğru bir yolda yürümelerini sağlamak amaçlı olmasına rağmen, insanların büyük çoğunluğu bu kitabın gösterdiği yolda yürümeyi ya direk inkar etmişler, ya da dolaylı olarak inkar ederek kitabı arkaya atmaya çalışmışlardır.

İsrailoğulları kendilerine Allah'ın gösterdiği yolda yürümelerini emreden kitap ve elçileri devre dışı bırakarak, kendi yanlarından ürettikleri sistemleri hayata geçirmenin yanlışlığını bildikleri için, bu yanlışlarının kendilerine ahirette vereceği zararı bir şekilde en aza indirmek düşüncesi içinde, kendilerine sayılı günlerde ateş dokunacağını yani cehennemin geçici bir mekan olduğunu iddia ederek kendilerini bir şekilde aldatma yoluna gitmektedirler.

Direk inkar edenlerin büyük çoğunluğunun ahiret ve yeniden diriliş inancı olmadığı için, cehennem cezası onlar için hiç bir şey ifade etmemekte, fakat cehennem inancına sahip olanlar ve kendilerini kitabın sorumluluğundan kurtarmak isteyenler için iş değişmektedir. Aldatıcı dünya hayatının geçici nimetleri bir çok insanı çekmekte, fakat bu nimetlerden faydalanmak konusunda Allah (c.c) tarafından konulmuş kırmızı çizgiler mevcut olup, bu çizgiler aşıldığında bunun bir takım uhrevi karşılığı olduğu haber verilmektedir.

Cehennem inancı dünya hayatının nimetlerinden sınırsız bir şekilde faydalanmanın önünde en büyük teşkil ettiği için bu inanç bir şekilde bypass edilmeye çalışılmış, Ebedi olarak bildirilen bu cezanın Geçici olduğu düşüncesi ortaya atılmış, dünya hayatında her ne yapsanız dahi, yaptıklarınızın  belirli bir zaman cehennemde cezasını çektikten sonra cennete gitmenin garanti olduğu inancı ortaya atılarak cehennemin caydırıcılığı ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. 

Bu düşüncenin Kur'an'da İsraioğulları tarafından dile getirildiğini ve yine onların sahip olduğu bu düşüncenin şiddetli bir biçimde ret edildiğini görmemize rağmen, aynı düşüncenin biz Müslümanlar tarafından sahiplenilmiş olması, kitabın yasakları ile dünya hayatının geçici nimetleri arasında kalanlar için bir nevi can simidi olarak kullanılmasına sebep olmaktadır. 

İsrialoğulları ile Müslümanlar arasında ortak bağın beşer olmak olduğunu düşündüğümüzde, geçici dünya hayatının nimetlerinden Müslümanlarında faydalanma yoluna gitmek amacı ile Yahudilerden böyle bir düşünce ithal etmiş olmaları dikkat çekicidir.

Şöyle bir düşünelim; Allah (c.c) bizlere bir takım yasaklar  getiriyor, Bu yasaklarıma uymaz iseniz sizi ebedi olarak cehenneme atarım buyuruyor, bizler ise türlü kelime oyunları ile bunun böyle olamayacağını, olmaması gerektiğini iddia ederek bu yasağı bir şekilde delmeye çalışıyoruz. Cehennemde ebedi kalmanın olmadığına inananlar için artık bazı yasaklar çiğnenebilmekte, bazı günahlar rahatlıkla cehennemin geçici bir mekan olduğu düşünülerek işlenebilmektedir. Halbuki bu düşüncenin insanın kendisini aldatmasından başka bir şey olmadığının özellikle vurgulanmakta olduğuna ise hiç dikkat edilmemektedir.

İşin ilginç tarafı, Müslümanların da sahip çıktığı bu düşüncenin Kur'an tarafından da desteklenmiş olduğu iddiasıdır.

[019.071] İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.

Meryem s. 71. ayeti, cehennemde belirli bir süre kaldıktan sonra çıkış olacağı dair getirilen bir ayet olarak, bir çok kimsenin dilinde dolaşmasına rağmen, bağlam ve bütünlük gözetilerek okunduğunda, ateşe bütün insanların değil Meryem s. 66. ayetinde "Ben öldüğümde mi diriltileceğim?" diyen, yani ölümden sonra dirilişi inkar eden kimselerin gireceği, kolaylıkla anlaşılacaktır.

Ateşin sayılı günler dokunacağı iddiası Yahudileri aldattı da Müslümanları aldatmadı mı?

Al-i İmran 2. 24. ayetinde geçen "Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde aldatmıştır" cümlesi üzerinde durulması gereken bir cümledir. Aldatmıştır olarak meal verilen kelimenin Arapça orjinali olan Ğarra kelimesinin geçtiği ayetlere bakıldığında, bu kelimenin Şeytan ile iç içe girmiş bir anlama sahip olduğunu göreceklerdir (4.120- 6.112- 17.64).

Bu kelimeyi Şeytan ile ilgisini dikkate alarak okuduğumuz zaman, ateşin sayılı günler dokunacağı düşüncesi, Şeytan tarafından iğva edilen bir vesvese olarak karşımıza çıkacaktır.

Bu noktada, Günahkar Müslümanların işledikleri günahların cezası ahirette ne olacaktır? şeklinde bir soru sorulacaktır. 

Bir çok ayette Allah (c.c) nin kullarına zulmetmeyeceğini beyan edilmesi, bu konuda en doğru kararın verileceğinden herhangi bir şüphemiz olmaması gerektiğini göstermektedir. Ayrıca Kur'an içinde bu konuda herhangi bir bilgi olmaması, bize bu konuda yürüteceğimiz fikirlerin zan olmaktan öte geçemeyeceğini de göstermektedir. Biz cehennem konusundaki ayetlere baktığımızda, onun ebedi bir mekan olarak tavsif edilmesi üzerinden fikir yürütmek, ona göre tedbir almak zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Allah (c.c) nin şirk dışında dilediği bütün günahları af edebileceğinin beyan etmiş olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır.

Sonuç olarak; Ateşin sayılı günler dokunacağı iddiası, Yahudilerden ithal edilerek İslam inancına sokulmuş, böylece cehennem azabının caydırıcılığı bir şekilde ortadan kaldırılma yoluna gidilmiştir. Cehennemin ebedi olarak bildirilmiş olması, caydırıcılık unsurunun ağır basmasına ve işlenebilecek olan günahlardan kaçınılması vesile olması gerekirken, onu geçici olduğu düşüncesi bazı günahları işleme konusunda cesaret vermektedir.

Cehennemin ebedi olduğu düşüncesinin bizleri günahlardan kaçınma noktasında daha dikkatli olmaya sevk etmesi gerekirken, cehennemin geçici olduğu düşüncesi, bazı günahlara kapı aralama konusunda Müslümanları cesaretlendirmektedir. Bugün dünya yüzünde yaşayan sadece Müslümanlar, gerçek olarak cehennem azabına inanmış olsalar ve cehennem korkusunu hayatlarına yansıtan bir yaşam sürmüş olsalar,  dünyanın en dürüst bir toplumu olarak bütün insanlara karşı olan örneklik vazifelerini de yerine getirmiş olacaklardır.

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.

Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20.  ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.

Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
                                                                                                                           (Elmalılı Hamdi Yazır meali) 

Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.

18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.

Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.

İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.

İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.

Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.

[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.

Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar,  Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.

[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.

Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.

Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.

Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir. 

Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.

Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.


Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.

Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir. 

Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine  düşmesine sebep olmaktadır. 

Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur. 

Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.

Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

8 Ağustos 2017 Salı

Fussilet s. 34-36. Ayetleri: İnsanları Kazanmanın Yolu Sabır ve Tatlı Dil

İnsanların birbirleri ile ilişki kurmalarını gerektiren etkenlerden bir tanesi, insanların sahip oldukları fikir ve düşünceleri, diğer insanlara anlatma ve onları kendi düşüncelerini kabul etmeleri isteğidir. Herhangi bir düşünce ve fikre sahip olan bütün insanların, sahip oldukları düşüncelerin başkaları tarafından da kabul edilmesini sağlamak için onlarla ilişki kurmaya çalışmaları, ve bu çalışmalar esnasında bir takım problemlerin ortaya çıkması, bu ilişkinin kurulmasında nasıl bir yöntem kullanılması gerektiğini de beraberinde getirmiştir.

Mekke'de vahiy ile muhatap olan Muhammed (a.s) a inen vahyi muhataplarına nasıl iletmesi gerektiği konusundaki yöntem, yine ona vahiy tarafından öğretilmiş, özellikle Mekke'de inen ilk surelerde ona öğretilen tebliğ yöntemini öneren ayetler, aynı zamanda onun muhataplarına ulaşmada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bilgiler içermektedir. Muhammed (a.s) vahyi insanlara ulaştırmada kendisine önerilen yolu izleyerek amacına ulaşmaya gayret etmiş, ona önerilen tebliğ üslup ve yöntemi ise sadece ona özel değil, ona inen vahye iman ettiğini iddia eden ve o vahyi başkalarına tebliğ etmeye çalışan herkes için de geçerlidir.

Fussilet s. 34. ve 36. ayetlerini okuduğumuzda insanlar ile tebliğ noktasında ilişki kurmanın, özellikle bu ilişkinin tıkanma noktasına geldiğinde, uygulanması gereken yöntemin bizlere öğretildiğini görmekteyiz.

[041.034] İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir veli oluvermiştir.

[041.035]  Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.

[041.036] Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir?.

Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Muhammed (a.s) a kendisine yapılan kötülüğe karşı sabrı tavsiye eden ayetlerin inmesine zemin hazırlayan durumlar herkesçe malumdur. Özellikle tebliğ döneminin Mekke sürecinde inkarcılar tarafından elçi ve ona iman etmiş olan müminler üzerinde yapılan baskılar zirve yaparak dayanılmaz bir hal almıştı. Bu süreç içinde Muhammed (a.s) a önerilen yol, inkarcılara güç ile karşılık vermeye çalışmak değil, SABIR ve TATLI DİL kullanan bir üslup ile insanlara yaklaşmaya çalışmasıdır. 

Yazımıza konu etmeye çalıştığımız ayetlerin biz bugün neresindeyiz, ve bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir? diye sorduğumuzda ise, şu cevabı vermek mümkündür.

Konuyu biz Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği çerçevesinde düşündüğümüzde, halihazırdaki mevcut bulunan manzarayı kısaca özetlemek gerekmektedir. 

Müslümanlar olarak hepimizin dini konularda doğru olduğunu düşündüğümüz belirli bir düşüncesi bulunmakta, bu düşüncelere sahip bulunan Müslümanlar arasında ise bir takım ihtilaflar bulunduğu ve bu ihtilaflardan herkesin rahatsızlık duyduğu, ve bunların bir çözüme kavuşturulması istenilmektedir.

Bu ihtilafların çözümünün yolu ise Müslümanların birbirleri ile aralarındaki sorunları medenice konuşabilmesinden geçmektedir. Herkes savunduğu fikrin en doğru ve en güzel olduğunu düşünebilir, ve bu fikrin diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmesini ve kabul edilmesi isteyebilir. Ancak bu isteğin gerçekleşmesi için kullanılan yöntemler maalesef sıkıntılı olup, bırakın insanları kendi düşüncesi doğrultusuna çekmeyi, kullanılan dil ve üslup Müslümanların birbirlerine karşı daha da düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır. 

Farklı fikirlere sahip olan Müslümanların bırakın sorunlara çözüm bulmaya çalışmayı, bunun ilk adımı olan medenice konuşabilmeyi bile maalesef becerememekte, birbirlerine karşı her türlü hakaret ve kötü sözü söylemeyi, sanki dini bir vecibe olarak görmektedir. 

İşte bu noktada insanlarla ilişkileri düzenleyen ayetler gurubuna dahil olan ayetlerden olan Fussilet s. 34-35-36. ayetleri karşımıza çıkmakta, ve gerektiği zaman hayat içinde pratiğe geçmesini beklemektedir.

Peki bu ayetler ne zaman ve hangi şartlar altında pratiğe geçebilir?.

Olayı görselleştirerek anlatmaya çalışacak olursak, iki farklı düşünceye sahip olan Müslüman birbiri ile tartışmakta, fakat onların bu tartışmaları tıkanma noktasına geldiği için herhangi bir netice vermemektedir. Tam bu esnada tartışan taraflardan bir tanesi edep ve ahlak dışı davranışlar sergileyerek, karşısındaki kişiye hakaretler etmeye başlamakta, onu rencide etmektedir. Olayın bu tarafının konumuz olan Fussilet s. 36. ayetin içine girdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Şeytan tartışan taraflardan birisini kışkırtmış, ama o taraf Allah'a sığınmamış, Şeytan'ın kışkırtmasına yenik düşmüştür.

Bu durumda karşı taraftaki Müslüman aynı şekilde karşısındaki kişiye hakaret ederek karşılık vermek yerine, ona edep ve ahlak çerçevesinde bir yaklaşım sergilediğinde Şeytan'ı mağlup etmiş olacaktır. Onun bu davranışı, karşısındaki kişi eğer vicdanı körelmemiş bir kimse ise, ondan olumlu etki bir meydana getirecek, yaptığı yanlışı yeniden düşünmesine vesile olarak, karşısındakinin çağrısına olumlu cevap vermesine neden olabilecektir.

                             İyiliğe iyilik HER kişinin karı, kötülüğe iyilik ER kişinin karı.

Konumuz olan ayetlerin tefsiri olarak niteleyebileceğimiz bu atasözünün gereğini yerine getirebilmek gerçekten her kişinin karı değildir. Karşısındaki kişi ile nefsini tatmin etmek için değil de, gerçekten doğruyu bulmak için konuşmaya gayret eden ve karşısındaki kişinin kendisine yaptığı hatalı davranışlara misli ile karşılık vermek yerine, ona güzellikle yaklaşan kişi, Fussilet s. 34. ayetinde vaat edilen karşılığı alabilecektir.

Bu karşılığı almanın öncelikli şartı, yapılan konuşmayı karşısındaki kişiyi düşman olarak görmemek, ve onu nasıl olursa olsun saf dışı etmek amacı gütmemek olmalıdır. Böyle bir amaç taşımadığını karşısındaki muhataba gösteren kimse, karşısındaki kimsenin de kendisinin çizgisine gelmesine zemin hazırlayacaktır. Karşısındaki kimseyi kendisinin çizgisine çekemeyeceği izlemini alan kimsenin, böyle bir tartışma içine girmemesi, hem kendisi hem de karşısındaki kimse için daha hayırlı olacaktır.

[025.063] Rahman'ın kulları, onlardır ki; yeryüzünde mütevazi olarak yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, selam, derler.

Biz Müslümanlar birbirimiz ile olan tartışmalarımıza, sanki karşımızdakine vekil olarak gönderilmişiz edası içinde başlamakla, hatalı bir başlangıç yapmaktayız. Birbiri ile tartışan her iki taraf sadece kendilerini doğru taraf olarak görmekle, diyalog kapısını baştan kapatmaktadırlar. Bundan sonra yapılan tartışmalar artık kör dövüşüne dönüşmekte, hiç bir tarafın hakkın ortaya çıkması gibi bir derdi olmamaktadır. Bu durumda bir tarafın artık çekilmesi her iki tarafın da hayrına olacaktır.

Sonuç olarak; İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde iticiliği değil, çekiciliği esas almalıdır. Hele kendisine bir misyon yükleyerek, insanları inandığı bir davaya çağıran insanların kesinlikle çekiciliği esas almaları gerekmektedir. Bu durumu biz Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, birbirimiz ile olan ilişkilerimizde hakim olan durumun çekicilik değil, iticilik olduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.

Muhammed (a.s) a indirilen kitap içindeki ona önerilen tebliğ yönteminin esasını dikkate aldığımızda, onun insanlar üzerine vekil olarak gönderilmediği, görevinin sadece tebliğ olduğu, muhataplarına herhangi bir zorlama yapmasının asla söz konusu olmadığını beyan eden ayetleri dikkate alarak, karşımızdaki muhataba yaklaştığımız zaman, daha olumlu sonuçlar almamız mümkün olabilecektir.

Fussilet s. 34-35-36. ayetleri bizlere, sabır, tatlı dil ve güler yüzle yapılan yaklaşımların daha olumlu geri dönüşleri beraberinde getireceğini bizlere haber vererek, insan ilişkilerinde çekiciliğin esas alınması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır. 

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Zümer s. 49-52. Ayetleri: Allah'a Karşı Yapılan Nankörlüğün Karşılığının Değişmez Bir Yasa Olması

Allah (c.c) nin elçileri vasıtası ile indirdiği kitapların ortak adının ZİKİR (hatırlatma) olması gereğince, geçmişteki kişi ve toplumların başlarından geçenlerin Kur'an'da bizlere anlatılma sebebi, kişi toplumların yaşadığı bu olayların  SÜNNETULLAH yani Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasaların bir sonucu olarak meydana gelmesidir. Bizler Kur'an'ı eğer bu açıdan okuyacak olursak, muhteviyatı içinde olan bir ayetin bize dair çok şeyler söylemiş olacağını da görebiliriz.

Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.

فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049]  İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.

قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.

فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.

أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052]  Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.

Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.

İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir. 

Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o,  "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.

Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.

Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne  gibi zarar vereceği olduğu görülecektir. 

Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.

Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.

Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir? 

Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.

Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.

Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir; 

İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.

Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.

Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.

Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

13 Haziran 2017 Salı

Bakara s. 178-179. Ayetleri: Cinayet Suçuna Karşı Caydırıcı Bir Ceza Olarak Kısas

İnsanların birbirlerine karşı işlediği suçlarda en önemli nokta, işlenen suça verilecek olan cezanın caydırıcı olması ve toplum vicdanını rahatlatması olmalıdır. İşlenen suçlara karşı caydırıcı bir ceza öngörmeyen ve toplum vicdanını rahatlatmayan hukuk sistemlerinin bulunduğu  ülkelerde suç oranları artış göstererek, toplumda huzur kalmayacaktır.

Bir insanın yaşama hakkı onun en temel haklarından biri olup, bu hak meşru bir sebep olmadıkça onun elinden asla alınamaz.


[005.032] Bunun için İsrailoğullarına şöyle yazdık: «Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur». And olsun ki, onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen, onların çoğu yeryüzünde taşkınlık edenler oldu.

[017.033] Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü taşırmasın. Çünkü, o gerçekten yardım görmüştür.

[004.093] Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.

Nisa s. 93. ayetinde mümin bir kimsenin kasten öldürülmesi ile ilgili olan durumdan mümin olmayan bir kimsenin öldürülmesi istisna edilmiş olması anlamına gelmez. Mümin olsun olmasın, eğer bir kimse kasten suçsuz yere öldürülecek ise, katilinin ahiret cezası aynıdır. 

İslamın, insan hayatına verdiği değer sadece ahiret azabı tehdidi ile sınırlı olmayıp, suçsuz yere katledilen bir kimse için had yani dünyevi ceza da önermektedir. 

[002.178] Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.

[002.179] Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.

Bakara s. 178. ayetinde cinayet suçuna nasıl bir ceza verilmesi gerektiği beyan edilmektedir. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın ifadesi, cinayeti kim işledi ise onun kısas edilmesi gerektiğine dair bir beyan olup, kişinin zengin veya makam sahibi olması dahi onun kısas edilmesine engel olmaması gerektiği bu şekilde bildirilmektedir. 

Bakara s. 179. ayetinde ise, kısasta bizim için hayat olduğu söylenmekte, ve asıl önemli konu bu cümle içinde ifade edilmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda hırsızlık suçu için öngörülen cezada geçen Nekalen kelimesi işlenen suça verilmesi gereken cezanın mantığını da açıklamaktadır. 

Bir insanın yaşam hakkı onun en temel ve en kutsal hakkı olduğuna göre, bu hakkın bir başkası tarafından yok edilmesi de asla cezasız kalamaz. Hukuk sistemleri işlenen suça karşı verilecek cezayı, o suçun bir daha işlenmesine engel olmaya çalışmak, ve o suçu işleyebilecek olanların alacakları cezanın ağır olacağını bilmesi gerektiğini merkeze alarak belirlemedikleri sürece suç işleme oranı azalmayacak, aksine artacaktır. 


Yaşadığımız ülke boyutunda olaya baktığımızda, suç işleme oranlarının özellikle cinayet suçunun işlenme oranınında son yıllarda büyük bir artış olduğu gözlenmektedir. Televizyon haberlerinin büyük bir kısmı her akşam çeşitli nedenlerden ötürü öldürülen kimselerin haberlerin yaparak reyting elde etmeye çalışmakta, bu haberleri izleyenler ise, bu cinayetlerin bir şekilde son bulmasını istemektedir. 

Ülkemizde cinayet oranının büyük bir artış göstermesine sebep olan unsurlardan bir tanesi bu suça karşı verilen cezanın caydırıcı olmamasıdır. Cinayet işlemeyi kafasına koyan bir kimse Babalar gibi yatar çıkarım diyerek, cezasını çektikten sonra salıverileceğini bildiği için bu suçu işlemektedir. Eğer bu suça karşı kısas cezası uygulansa ve cinayet işlemeye azmeden kişi bunu bilse, acaba Babalar gibi kısas edilirim diyerek cinayet işlemeye cesaret edebilecek midir?.

Elbette hayır, işleyeceği suçun karşılığının kısas edilmek olduğunu bilen bir kimsenin cinayet işlemek konusunda daha temkinli olacağı kesindir. Kısas cezasında hayat olması, işlenen suça karşı verilen cezanın ağır olmasından dolayı, bu suça azmeden kişilerin azalacağı anlamına gelmektedir. 

Cinayet suçlarında kısas cezasının uygulanması, toplum vicdanının rahatlamasına sebep olması açısından da önemlidir. Özellikle genç kız ve çocuklara karşı işlenen tecavüz ve cinayetlerde bu suçu işleyen kimselerin hapis cezasına çarptırılması, suçu engelleyici olmaktan çıkmakta,ve toplum vicdanında büyük bir rahatsızlığa yol açmakta, bu suça verilmesi gereken kısas cezası maalesef hapishanedeki diğer mahkumlar tarafından yerine getirilmektedir. 

Avrupa birliğine girmek için hukuk sistemini Avrupa standartlarına göre ayarlayarak, ceza hukuku sisteminde mevcut olan idam cezasını kaldıran Türkiye de, bu cezanın kalkması ile artış gösteren cinayet olayları karşısında bu cezanın yeniden ceza hukuku sistemine konulması haklı olarak konuşulmaya ve istenmeye başlanmıştır. Yaşam ve kültür standartları Avrupa ülkeleri  ile eşit olmayan ülkemizde, komik sayılabilecek sebeplerden ötürü işlenen cinayetlerin her gün tv ve gazetelerde yer alması bu cezanın yeniden gündeme gelmesinin şart olduğunu göstermektedir.

Kısas cezasının uygulanması devletin görevi olması gerektiği de önemlidir. Herhangi bir yakını cinayete kurban giden kimsenin kısas uygulamasını kendisinin yapması onun meşru bir hakkı değildir. Yakınları cinayete kurban gidenlerin kısas hakkını kendilerinin uygulamaya kalkmaları ise toplumda daha büyük sıkıntıların doğmasına yol açacaktır. 

Bu noktada kendilerin İslami Örgüt olarak tanıtan bazı gurupların yapmış olduğu intihar eylemlerinin de başka bir cinayet türü olduğu bilinmelidir. İsimlerinin İslami olması, bu örgüt ve kişilerin yaptığı eylemleri hiç bir surette haklı göstermez. Dünyanın çeşitli yerlerinde sivil halkın arasına dalarak onları toplu şekilde katletmek asla İslam ile bağdaşmadığı gibi bu eylemleri yapanların katil olduğu gerçeğini değiştirmez.

Kur'an bir kimsenin yaşam hakkının elinden alınması için gerekli olan şartı, o kimsenin bir başkasının yaşama hakkını elinden anlamış olması şeklinde bir gerekçe ile beyan etmesine karşın, İslam adına ortaya çıkan kişi ve örgütlerin bu suçu işlememiş olan masum insanların yaşam haklarını ellerinden almaları asla kabul edilemez.

Kur'an tarafından öngörülen had cezalarının mantığında dikkat edilirse, o suçun işlenmesine karşı caydırıcı bir unsur olması yatmaktadır. Bu unsur Kur'an tarafından belirlenmeyen ve hukukçular tarafından belirlenecek olan diğer suçlara karşı verilecek olan cezaların da mantığını teşkil etmesi gerekmektedir.

Suçların engellenmesi için elbette sadece cezai müeyyideler konulması yeterli değildir. İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna saygılı biçimde yetiştirilmesi ve bu konularda eğitim ve destek verilmesi, suç işleme oranının daha aşağılara çekilmesine sebep olacaktır.

Sonuç olarak; İnsanların en temel haklarından biri olan yaşam hakkı, devletlerin korumak ile mükellef olduğu haklardan bir tanesidir. Bu hakkın korunması için konulacak olan cezanın caydırıcı ve ibretli olması ise büyük önem taşımaktadır. Cinayet suçuna verilecek olan cezanın caydırıcı ve ibretli olmaması neticesinde ortaya çıkan acı felaketler, ülkemiz boyutunda her gün bir çok yerde yaşanmaktadır. 

Kur'an, insanın yaşam hakkının son derece önemli olduğuna dikkat çekmiş, bu hakkın çiğnenmesi sonucunda ortaya çıkan durumun dünya ve ahiret cezası ile karşılık göreceğini bildirmiştir. Cinayet suçuna verilen hapis cezasının yetersiz olması, ülkemiz genelinde bu suçun artmasına sebep olmakta, toplum tarafından bu suça daha ağır bir ceza olan kısas cezasının getirilmesi istenmektedir. 

Başka ülkelerin kendi sosyoekonomik ve kültürel şartlarını dikkate alarak bazı suçlara getirdikleri cezaların aynısının bizim ülkemizde uygulanması, o ülkeler ile aynı sosyoekonomik ve kültürel şartlar sahip olmadığımız için bize uygun düşmemektedir. Özellikle cinayet suçlarına karşı verilen cezanın toplum vicdanını rahatlatmadığının dikkate alınarak bu suça kısas cezasının verilmesi, cinayet oranının düşmesine ve toplum vicdanının rahatlamasına sebep olacaktır. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

2 Mayıs 2017 Salı

Al-i İmran s.103. ve Enfal s. 63. Ayetleri: Vahyin Kalpleri Birleştirmesi

Aynı inanç ve düşünce etrafında buluşan insanların, sahip oldukları inanç ve düşüncenin devam etmesi, birbirleri ile olan bağlılıklarını ile yakından alakalıdır. Birbirleri ile bağları kuvvetli olmayan, birbirleri ile aralarında düşmanlıklar oluşan toplulukların, ayakta kalması mümkün değildir. Müslüman adı altında birleşen bizlerin, birlik ve beraberliğinin önemini, iman iddiasında olduğumuz kitap bir çok yerinde vurgulayarak, ayakta kalmamızın bu şekilde mümkün olacağını hatırlatmaktadır.

Bu yazımızda, Al-i İmran ve Enfal surelerindeki iki ayet üzerinden, vahyin birleştirici fonksiyonunu ve bu ayetler karşısında bizlerin bugünkü durumu hakkında tefekkürde bulunmaya çalışacağız.

[003.103] Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.

[008.062] Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.
[008.063] Ve onların gönüllerini uzlaştıran da. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Ancak Allah, onların arasında birleşmeyi sağladı; çünkü O, güçlüdür, hikmet sahibidir.

Yukarıdaki ayetlerde dikkatimizi çeken önemli bir husus, vahyin ilk muhataplarının daha önce birbirleri ile düşman oldukları, bu düşmanlıklarının sona ermesi için yeryüzünün bütün serveti harcansa bile, bu düşmanlığın sona ermesi için yetmeyeceği belirtilerek, onların kalplerinin vahyin mesajına tabi olmak ile birleştirilmiş olduğu bildirilmektedir. 

Vahyin ilk muhatapları olan ashabın birbirleri ile olan düşmanlıklarını, vahiy ile tanışmalarında terk etmeleri, onların vahyi kalplerine sindirmiş olmalarının bir eseridir. Bu ayetlerin anlatılma sebebi, sadece ilk muhatapların vahye karşı olan teslimiyetlerinin övülmesi değil, sonraki gelenlerin birbirlerine karşı takınacakları tutumun öğretilmesi amacına matuftur. 

[061.004] Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.

Vahiy, insanları çimento vazife görerek, onları belirli bir amaç etrafında birleştirmiştir. Bu amaca ulaşmak için her türlü düşmanlığın bir tarafa bırakılmasının şart olduğu şuuruna vakıf olan ilk muhataplar, Mekke'ye giden yola bu şekilde ulaşmışlardır. Fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında eski düşmanlıkların yeniden depreşmesi ile yeniden düşman hale gelen Müslümanların birbirleri ile olan savaşları halen sürmektedir.

İlk muhataplara inen vahyin içeriğinin aynı şekilde bizler tarafından okunduğu halde, bizlerin birbirine karşı Evs ve Hazreç'ten daha şiddetli düşman olmamızı nasıl izah edebiliriz?.

Medine'de Muhammed (a.s) tarafından oluşturulan Müslüman topluluğun ortak amacı, Mekke'yi müşriklerin elinden kurtarmak idi. Mekke'nin müşriklerin elinden kurtarılması gereğine inanan bu Müslümanlar, isteklerinin gerçekleşmesi için tek bir hedefte birleşmek gereğine inanmışlar, bu hedeften saptıracak her türlü yolun onları Mekke'nin fethinden alıkoyacağını idrak etmişlerdi.

Haşr s. 10. ayetinde , "Kalbimizde müminlere karşı kin bırakma" şeklindeki cümle, çok önemli mesajları içinde barındırması açısından dikkate değer bir duadır. İnsanların birbirleri ile herhangi bir sebepten ötürü aralarında husumet olabilir. Ancak onların bu husumeti bir tarafa bırakarak, ortak bir hedef üzerinde birleşmeleri önemlidir. Onların ortak bir hedefte birleşmeleri, aralarında herhangi bir sebepten ötürü oluşmuş olan husumeti tamamen ortadan kaldırmayacağı muhakkaktır. Ancak insanların ortak bir hedefe kilitlenmeleri, onların aralarındaki husumeti bir kenara bırakmaları gereğini doğurmuştur. 

Haşr s.10. ayetinde öğretilen duanın önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dua Allah (c.c) den olan isteklerin kul tarafından dile getirilmesi, bu duanın kabulü için de, kulun duasının gereğini hayat içinde yerine getirmeye çalışmasının şart olduğunu dikkate aldığımızda, bizlere böyle bir duanın öğretilmiş olması, bu duanın sözlerinin sadece dil ile ifade edilmesi değil, bu duanın gereğini hayat içinde yerine getirilmesinin gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Yani ortak hedefleri olan insanların birbirleri ile aralarında olan kin ve husumeti artık bir tarafa bırakmaları, onların hedeflerine ulaşmalarında büyük bir öneme haizdir. 

Bugüne gelecek olursak, dün Mekke'nin şirk unsurlarından arındırılması gibi bir ortak hedefi olan insanların, bu hedeflerine ulaşmak için vahyin birleştiriciliğine yapışmaları, onların başarıya ulaşmalarından en büyük faktör olmuştur. Fakat bugünkü Müslümanların yaşadıkları toprakları şirk unsurlarından arındırmak gibi bir ortak hedefleri dahi maalesef bulunmamaktadır. Ortak hedefleri olmayan toplulukların, ortak düşmanları olması gibi bir durum ortadan kalkarak, birbirlerine düşman olmaları söz konusudur. 

Bugün bir çok fırka ve hizbe bölünmüş olan Müslümanların, Ortak Hedef  diye bir terim lügatlerindan kalkmış, her fırka ve hizip kendisine taraftar toplamak gibi bir hedefe odaklanmıştır. Kendi fırka ve hizbini büyültmek hedefine odaklanan kimseler, karşı fırka ve hizipleri düşman olarak görerek, onları yok etmek gibi bir misyonu yüklenmiş, bu durum ise biz Müslümanları içinde bulunduğumuz duruma düşürmüştür.

Kur'an'a gerçek olarak yönelmek demek, Allah (c.c) nin bizlere kul olarak neler yüklemiş olduğunu bu kitap içinden öğrenmek anlamına gelmelidir. Din tamamen Allah'ın olana ve fitneyi yeryüzünden kaldırana kadar mücadele içinde olması gereken bizler (Bakara s. 193- Enfal s. 89), bu emrin gereğini Muhammed (a.s) ve beraberindeki ashabının nasıl yerine getirdiğinin örneklerini  içselleştirerek, aynı görevi onların bıraktığı yerden devam ettirmek zorundayız.

Fırka ve hizip taassubunun bir kenara atılarak asli göreve odaklanmak, ve bu göreve odaklanabilmek için mevcut olan husumeti bir kenara bırakmak atılacak ilk adım olmalıdır. Ancak Müslümanların büyük bir kısmının, Kur'an'ın en tepe kavramı olan Şirk'in  hayat içinde nasıl yer bulduğunu bilmemeleri, hatta bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürdürmeleri, önümüzdeki en büyük engeldir. Bu engelin kalkması için vahyin belirleyici olması gerektiğine dair düşüncenin önündeki engel, yine biz Müslümanlardan başkası değildir. Din adına sahip oldukları düşünceleri, başka kitap ve kişilerden alan bir çok Müslüman doğru yolda olduklarını zannederek, hayatlarından memnun bir halde yaşamaktadırlar.

Vahyin öncelikle bizlere Müslüman kardeşimize nasıl davranmamız gerektiğini öğütleyen ayetlerin öğrenilmesi ve hayata geçirilmesi, atılması gereken ilk adımlardandır. Fetih s. 29. ayetinde "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" cümlesi, hayat içinde pratiğe geçerek, düşman olarak bildiğimiz insanların bizden farklı fırka ve hiziplere mensup olan Müslümanlar olmaktan çıkarılması şarttır. 

Müslüman olmak demek, Allah'a kul olmak sözü vermek anlamına gelmekte olup, İsrailoğullarının verdikleri bu sözden caymaları, ve bu yüzden başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetler, bizlere masal olsun diye anlatılmamaktadır. Verdikleri sözü yerine getirmeyenlerin dünya ve ahirette başlarına neler geleceği, İsrailoğulları örneği üzerinden yaşanmış şekilde bizlere anlatılmaktadır. Bugün Müslümanlar olarak yaşadığımız her türlü zorluğun sebebini, Allah'a verdiğimiz sözü bozmuş olmamızda aramak yanlış olmayacaktır.

[049.010] Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin.

Bugün Kur'an'ın birleştirici bir kitap olduğu ortaya atıldığında, bazı kimseler tarafından itiraz olarak, Kur'an'ı öne çıkaran insanların bile kendi aralarında bölük pörçük olduğu gerçeği öne çıkarılmaktadır. Kur'an'ı öne çıkardıklarını iddia eden insanların da kendi aralarında bölünmüş olması bir realite olması, bu bölünmüşlüğün sebebinin Kur'an olduğunu göstermez. Aynı kitaba iman eden Evs ve Hazreç kabilelerine mensup olan insanların, düşmanlıklarını bir kenara bırakarak birbiri ile kardeş olmaları bunun canlı şahididir. Bugün bizlerin her türlü kin ve husumeti bir kenara atmaktan, aramızda yeniden kardeşlik hukuku oluşturmaktan alıkoyan acaba nedir?.

Kur'an'ı öne çıkardıklarını iddia eden insanların bölünmüşlüklerinin sebebi, yine kendileri olup, okudukları vahyin onlara gösterdiği ortak hedefi anlayamamış olmalarıdır. Müslümanlar olarak yeniden ortak hedefler ortaya koymadıkça, bu hedefler etrafında aramızdaki her türlü husumeti bir kenara bırakmadıkça, din adına yaptıklarımız sadece yeşillik olsun kabilinden oyalanmalar olmaya mahkum olacak, ve bu durum bizim zillet içinde kalmamızın devamından öte bir işe yaramayacaktır. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.  

30 Mart 2016 Çarşamba

YUNUS s. 15-17. Ayetleri: Başka Bir Kur'an Veya Değiştirilmiş Bir Kur'an İstemenin Bugünkü Tezahürleri

Kur'an Muhammed (a.s) vasıtası ile, Mekke de yaşayan Araplara inmeye başlayan bir kitaptır. Bu kitabın iniş sürecinde Mekkeli müşrikler , bu kitap ile yerleştirilmek istenilen dinin, önceki ataları tarafından kurulmuş olan dinlerini alt üst edeceğini bildikleri için bu kitap ve elçiye karşı amansız bir savaş açmışlardır. Mekkeli müşrikler tarafından Elçi ve Kur'ana karşı açılan bu savaşı bir çok Kur'an ayetinden okumak mümkündür.

Mekke müşrikleri , Kur'anın nazil olmaya başlaması öncesi yaşadıkları topraklar üzerinde ataları tarafından belirlenmiş ve temeli şirk sistemine dayanan bir düzen ile yönetimlerini sağlamakta idiler. Kur'an onların şirk'e dayalı olan bu sistemlerini kökten ret ederek , yerine Tevhidi sisteme dayalı bir hayat tarzı önerisi ile inmeye başlamıştır. Kur'anın bu önerileri, yaşam tarzlarını şirk üzerine temellendirmiş olan Arap toplumunun önde gelenleri tarafından ret edilerek, Elçi ve Kur'an üzerinde bir takım planlar ile, bu kitabın insanlar arasında kabul görmemesi için ellerinden geleni arkaya koymamışlardır.

Yunus s. 15. ayetinde Arap müşrikleri tarafından, Muhammed (a.s) dan ilginç bir istekte bulunulduğunu görmekteyiz. Yazımızda, bu ilginç isteğin altında yatan düşünceyi okumaya çalışarak , bu isteğin günümüzde nasıl tezahür ettiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[010.015] Böyle iken âyetlerimiz birer beyyine olarak karşılarında okunduğu zaman likamızı arzu etmiyenler «bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir» dediler, de ki, onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum; ben, rabbıma isyan edersem şüphesiz büyük bir günün azâbından korkarım.
[010.016] De ki: «Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?»
[010.017]  Artık bir yalanı Allaha iftira eden veya onun âyetlerine yalan diyenden daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki: mücrimler, felâh bulmaz

Yukarıda mealleri verilen ayetlerde , müşrikler tarafından diğer ayetlerde Kur'ana getirdikleri itirazlardan daha farklı bir itiraz görülmektedir. Diğer ayetlerde Elçinin kendisine , şair , mecnun , yalancı , ona gelen vahye beşer sözü , şiir gibi sözler söylenmesine karşın , Yunus s. 15. ayetinde, bu itirazlardan daha farklı bir itiraz getirilerek , bu kitabın yerine başka bir kitap veya bu kitabı değiştirmesi istenilmektedir.

Müşriklerin bu isteklerine karşı ise , Muhammed (a.s) tarafından, böyle bir isteğin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı , bu vahyin kendisine Allah (c.c) tarafından indirildiği ve bunu değiştirmek gibi bir yetkisinin olmadığı bildirilerek , müşriklerin istekleri ret edilmektedir. 

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta , müşriklerin neden böyle bir istekte bulunduğunun üzerinde düşünülmesi gereğidir.

Kur'anın inmeye başlaması ile birlikte ihtiva ettiği ayetlerde , Mekke toplumunun şirk unsuru taşıyan inanç ve amellerine karşı büyük bir savaş açılarak , bu inanç ve amelleri kökten ret edilmiş , ve yerine doğru olanı ikame etmeye çalışılmıştır. Yanlış olanın yerine doğru olan konulmaya çalışılırken nasıl bir yol uygulanması gerektiği, yine elçinin kendisine bu kitabın içindeki ayetlerde beyan edilerek , o yolu takip etmesi emredilmiştir.

[068.008-15]  O halde, yalanlayıcılara itaat etme.Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,Hayır engeli, mütecâviz vebâl yüklü Kaba, sonra da soysuz, alçak.Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: «Öncekilerin masalları» der.

Kalem suresi ve benzeri surelerdeki ayetler ile , Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında, "Müdahene" yani karşılık tavizkar bir tutum içine asla girmemesi öğütlenerek , kendisine indirilen vahyi aynen indirildiği gibi tebliğ etmesi emredilmektedir.

Muhammed (a.s) a inmeye başlayan vahiy , Mekkeli ileri gelenlerin kurulu düzenlerine karşı amansız bir savaş açarak , bu düzenlerinin adının "Şirk" olduğunu ve bu düzenin devam etmesi için yapılan çalışmaların sonucunun dünya ve ahirette acı bir azap ile karşılık bulacağı bir çok ayette haber verilmektedir.

Şirke dayalı bir yaşam sistemini Kur'ana rağmen devam ettirmek isteyen Mekkelilerin , bu sistemlerine savaş açan Kur'anın yerine , kendi yaşam sistemlerine karşı herhangi bir reddiye getirmeyen , o sistemi kabul eden , ve kendilerinin yaşam düzenini kökten değişime uğratmayacak bir kitap arzusu içinde olduklarını ,Yunus s. 15. ayette haber verilen isteklerinden öğrenmekteyiz.

Bu insanlar kendileri için öyle din istemekteydiler ki, bu din onların yaşam konforlarına en ufak bir müdahalede bulunmasın, onları rahatsız etmesin , onların yaşam sistemlerini onaylasın. Ancak Kur'an onların bu isteklerinin yerine getirilmesinin asla mümkün olmadığını , eğer iman etmek istiyorlar ise, kurallarını kendilerinin belirlediği  bir dine değil , kurallarını Allah (c.c) nin belirlediği bir dine inanmaları gerektiği beyan edilmektedir.

Dün Mekkeliler tarafından arzu edilen kendilerine uygun bir din isteğinin bir benzeri , bugün bir kısım Müslüman tarafından arzu edilmekte , ve dinin kuralları ile yaşadıkları hayat çakıştığı için, yaşadıkları hayatı dine uydurmak yerine , dinlerini yaşadıkları hayata uydurmak gibi bir düşünce içinde, dinin bazı kurallarında bir takım iyileştirmelere !! gidilerek, yaşantılarına uyan , bu yaşantılarını değiştirmesini arzu etmeyen bir din istenilmektedir.

Örneğin ; Evinin dışına çıkan bir kadının, evin içindeki kıyafetine ilave olarak üzerine, Kur'anın "Cilbab" olarak belirttiği, başın örtülmesini de sağlayan bir dış giysi almaları emredilmektedir. Fakat bu örtünme emri , bu emir ile muhatap olan bir kısım kimse tarafından yerine getirilmemektedir. Yerine getirilmeme gerekçesi olarak , böyle bir emrin Kur'anda olmadığı , dışarı çıkan bir bayanın başını örtmesi gibi bir emir olmadığı , dolayısı ile baş örtüsü olmadan dışarı çıkılabileceği gibi yorumlar , Kur'anın Nur ve Ahzab surelerinde yer alan örtünme emri gündeme geldiğinde dile getirilmektedir. 

Biz konuya baş örtüsü ile ilgili ayetlerini tahlil edilmesi açısından değil , bir kısım insanı böyle bir çıkış aramaya iten sebepleri irdelemek açısından bakmaya çalışacağız. 

Aynı şekilde ekonomik hayat içinde geçerli olan faizli sistem, kurulu olan ekonomik sistemin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu ayrılmazlık yine bir kısım insanı bu konuda bir çıkış aramaya sevk ederek , Kur'anın faiz yasağı hakkındaki ayetlerinin artık bu zamanda uygulama alanı bulunmadığı , dolayısı ile faizin tanımının yeniden yapılarak , bu sistemin ekonomik hayat içinde devam etmesi gibi yaklaşımları beraberinde getirmiştir.

Kur'anın hırsızlık için önerdiği el kesme cezasının vahşi ! bir ceza olduğu , o gün için uygulanan bir ceza olduğu , bu cezanın yerine başka alternatif cezalar konulabileceği iddialarının dile getirilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız. 

Genel olarak baktığımızda, Kur'anın bazı hukuksal ayetlerinin sadece indiği zaman ve mekana has olduğu , bugün için bu ayetler yerine o ayetlerdeki maksat dikkate alınarak , maksada uygun yeni hükümler üretilebileceği gibi düşünceler , "Tarihselcilik" adı altında üretilmeye çalışılmaktadır. 

Bu gibi iddia ve düşünceleri ibadetler alanında da görmekteyiz. Hac ibadetinin daha geniş bir zamana yayılması gerektiği düşüncesi , bugün bu ibadeti yerine getirmek isteyenlerin çok olması ve bu ibadet sırasında meydana gelen izdiham nedeniyle, bir çok insanın ölmesi gerekçe gösterilerek , Hac ibadeti için bilinen ve uygulanan zamanın, daha geniş bir zaman aralığına yayılabileceği iddiaları dile getirilmektedir. 

Bu gibi düşünceleri genişletmek mümkündür. Yazının konusu, bu gibi düşünceleri teker teker ele alarak üzerinde tartışmak değil , örnekler vererek bu düşüncelere yönelinmesine sebep olan saikleri tartışmaktır.

Örneklerini verdiğimiz ve bu örneklere benzer düşüncelerin altında yatan ana sebeplerden birisi , yaşamdan taviz vermeden , dini kurallardan taviz koparmak ve koparılan bu tavizlerin doğrultusunda, dini bir hayat yaşama arzusu olduğunu söyleyebiliriz. 

Dün Mekkelilerde ortaya çıkan "Başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an" arzusu , dini hükümlerde bir takım yumuşatmalara gidilerek , yaşanan zaman ile uyum sağlayabilen bir din ve dini bir yaşam arzusunun bir tezahürü olarak, bugün bazı Müslümanlarda kendisini göstermektedir.

Bugün bir kısım Müslüman yaşadığı hayattan taviz vermek istemeden , inandığını iddia ettiği din den taviz kopararak, Müslüman kalmanın yollarını aramakta , kendisine aradığı bu yolu gösteren bazı kimselere, kurtarıcı bir mehdi gibi sarılarak , dinlerini o kimselerden öğrenme yoluna gitmektedirler.  

"Başka bir Kur'an" yazma arzusu , klasik İslam düşüncesinde yerleşik olan bazı konularda da kendisini göstermiştir. Rivayetler tarafından belirlenmiş olan ve adına "Din" denilen bazı bilgilerin, Kur'an ile çelişki arz ettiği malumdur. Rivayetler ile Kur'an arasındaki bu çelişki , rivayetlerin yanlış olduğu yönünde bir görüşe terk etmek yerine , Kur'an ayetlerinin rivayetleri onaylayan bir biçime sokulması ve yorumlanması sonucunda, rivayetler ile çelişki arz etmeyen bir duruma sokulmasını beraberinde getirmiştir.

Kur'anın , kendisi ile çelişen rivayetleri onaylayıcı bir duruma sokulması , "Başka bir Kur'an" yazılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. 

"Başka bir Kur'an" veya "Değiştirilmiş bir Kur'an" isteğinin güncel versiyonu , Kur'an merkezli düşünce sahibi olduğunu iddia eden bir kısım kimsede de görülmektedir şöyle ki; 

Sahip oldukları ön yargılar doğrultusunda Kur'anı okuyan, ve bu ön yargılar ışığında anlam ve yorum çalışmasına girenlerin bir kısmının , bu çalışmalar neticesinde vardıkları nokta parmak ısırtacak cinstendir. Kur'anda namaz , hac , oruç diye bir ibadetin olmadığı , Kabenin put , namaz kılmanın şirk olduğu v.s gibi düşünceler , elinde Kur'an ile gezenlerin vardığı trajikomik sonuçlardan bazılarıdır. 

Kur'an okuyarak bu gibi düşüncelere sahip olmanın adı , yeni bir Kur'an yazmak veya değiştirilmiş bir Kur'an arzusunun güncel versiyonundan başka bir şey değildir.

Şurası bilinmelidir ki ; "Ben Müslümanlardanım" diyerek Rabbi ile ahit imzalayan bir kimse , bu ahdin sorumluluklarını yüklenmeye ve yerine getirmeye söz vermiş demektir. İmzaladığı bu ahit içinde, tabi olduğu yaşam kuralları, ve kendisine din olarak sunulan bazı bilgiler ,eğer gayri İslami bir durum arz ediyorsa , kişi bu yanlışlıkları atarak yaşamını ve düşüncesini Kur'ana uygun hale getirmek zorundadır. 

Elinde olmayan sebeplerle bu yanlışlıkların atılamaması , bu yanlışlıkların hayat içinde gerekli olan kurallar olduğu yönünde, kişileri bir düşünce içine itecek olursa , bu sefer bu yanlışlıklara İslami bir kılıf bulma düşünceleri ve çalışmaları gündeme gelecektir.

İşte bu tür düşünce ve çalışmalar , Yunus s. 15. ayetinde karşımıza çıkan "Yeni bir Kur'an" arayışlarını beraberinde getirecektir. 

Karşımıza çıkan böyle bir duruma , ve bu tür çalışmalara karşı konumuz olan ilgili ayetler yeterli cevabı vermekte ve bizlerin böyle durumlar karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini bizlere öğretmektedir.

 "Onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum"

Muhammed (a.s) a verilmeyen değiştirme veya başka Kur'an getirme yetkisi bizlere nasıl verilebilir ?.

Kimseye böyle bir yetki verilmediğine , ve böyle bir yetkinin verilmesi mümkün olmadığına göre , elimizdeki Kur'an içindeki bazı emir ve yasakların , yaşadığımız zaman ve mekan şartları ile uyum sağlamadığı gerekçesi ile yeniden düzenlenme yoluna gidilmesi , veya rivayetler ile belirlenmiş bilgilerin, Kur'ana uygun hale getirilme çabaları, bu yola gidenlerin yeni Kur'anlar ihdas ederek , ilahlık iddia etmiş olması anlamına gelecektir.

Kur'an eğer , yaşanan hayatlara müdahale etmek gibi bir işleve sahip olmasaydı , Mekke şehrinde yaşayan insanlara inmez , veya bu insanları kitaba uyup uymamak noktasında serbest bırakarak , Kendisini sırf yeşillik olsun diye indirilmiş bir kitap olarak tanıtırdı. 

Kur'an , "Şirk" olarak nitelendirdiği sistemlerin kökten değişmesini isteyerek , yerine Tevhide dayalı bir sistem ikame edilmesini istemektedir. Böyle bir sistemin mümkün olmadığını savunmak , şirke dayalı sistemlerin Müslümanlar tarafından içselleştirildiği anlamına gelecektir. 

Mekkeli Müslümanların, müşriklerin ağır baskıları ve işkenceleri altında , yılmadan korkmadan imanlarını haykırmaları , hicret edilmesi gerektiğinde, kıymetli eşya ve kişi adına neyi varsa terk ederek , sadece sırtındakiler ile Medineye hicret etmesi, bize onların haşa aptallar güruhu olduğunu mu , yoksa imanlarını canları ve mallarından üstün tuttuklarını mı göstermektedir ?. 

Hem bu örnekleri okuyarak gözlerimizi yaşartacağız , hem de yaşanmış bu örnekliklerin bizim şahsımızda tekrar edilme sırası bize geldiğinde , kendimizi sorumluluktan kurtarmak için kırk takla atacağız , bu tür taklalar iman ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır. 

Sonuç olarak ; Dün Mekkeliler tarafından yerleşik sistemlerini yerle bir edeceği korkusu ile , Muhammed (a.s) dan başka bir Kur'an veya , gelen ayetlerde kendileri lehine değişiklik yapılması istenilmesinin bir benzeri düşünce ve istek , bugün bir kısım Müslüman nezdinde yeniden yeşererek , "Zaman sana uymuyorsa sen zaman uy" deyimi gereğince , inançlarına uymayı değil , inaçlarını zaman ve zemin şartlarına uydurmaya çalışmaktadırlar.

Fakat Kur'an böyle bir müdaheneyi asla kabul etmez. Bu kitabın doğrularına uyup uymamak noktasında insanları , zaman ve zemin şartlarına göre muhayyer bırakmayan Kur'anın , hayat içinde uygulanamaz bir kitap olduğu yönündeki düşünce ve iddialar , yerleşik düzeninden vaz geçemeyen insanlar için ortaya konulmuş bir bahanedir.

Yeni bir Kur'an yazma çalışmaları , düşünce ve inancın Kur'an dışı rivayetler ile belirlenmiş olmasında da kendisini göstermektedir. Kur'an ile çelişen rivayetlerin atılması yerine , Kur'an ayetleri rivayetler doğrultusunda yorumlanarak "Değiştirilmiş bir Kur'an" meydana getirilmiştir. 

Müslüman için olması gereken başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an aramak yerine , Muhammed (a.s) inen kitaba teslim olmak , yaşamını ve inanç yapısını bu kitabın şekillendirmesine izin vermektir.

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.