Bağlamında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bağlamında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2018 Pazar

İslamoğlu ve Esed Tarafından Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. Ayetine Verilen Anlamın Ahzab s. 50. Ayeti Bağlamında Değerlendirilmesi

Kur'an'ın bazı ayetlerinin, oluşturulmuş ön yargılar, veya bazı kimselerin Kur'an hakkında ortaya attıkları olumsuz iddiaları bertaraf etmeye çalışmak maksadı ile yapılan çevirileri, Kur'an'ın kendi içinde sahip olduğu anlam örgüsü tarafından ret edilecek, yapılan hatalı ve yanlı çeviriler, tabiri caiz ise kabak gibi sırıtacaktır. Bu türden yapılan hatalı ve yanlı çeviri örneklerini önceki bazı yazılarımızda paylaşmış, bu yazımızda ise bir yenisini paylaşmaya çalışacağız.

Bu yazımızın konusu, Mü'minun s. 6. ayeti ile, Mearic s. 30. ayetlerinin Mustafa İslamoğlu ve Muhammed Esed tarafından çevirileri olacaktır.  

Mümi'nun s. 6. ayetinin Arapça metni ve İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirileri:

إِلَّا عَلَىٰ أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ

Mustafa İslamoğlu: Fakat kendi eşleri, yani meşru olarak sahip oldukları müstesna; zaten onlar(meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanmazlar. 

Muhammed Esed: Eşleri - yani, (evlilik yoluyla) meşru olarak sahip oldukları insanlar- dışında (kimsede arzularına doyum aramazlar): çünkü onlar(eşleriyle olan ilikişkiden dolayı) kınanmazlar.

Mearic s. 30. ayetinin Arapça metni ve İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirileri: 

إِلَّا عَلَىٰ أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ

Mustafa İslamoğlu: Ancak eşleri, yani meşru şekilde hakkını vererek sahip oldukları kimseler müstesna: zaten onlar (meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanamazlar. 


Muhammed Esed: Eşleri; yani (nikah yoluyla) meşru şekilde sahip oldukları dışında (isteklerini frenleyenler,) çünkü ancak o zaman hiçbir kınamaya uğramazlar.

Bu ayetler, mü'minlerin vasıflarını sıralayan bir bağlama sahiptir. Ayetlerin İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirilerine dikkat edildiğinde, Arapça metinde bulunan أَوْ edatına, bu ayet ile ilgili yapılan aşağı yukarı bütün meallerde verilen, ve doğru olduğunu düşündüğümüz anlam olan "veya, yahut, ya da" şeklinde değil de, "yani" anlamının verildiği görülmektedir. Bu şekilde verilen bir anlam ise, maalesef bu iki ayetin anlamını ters yüz etmeye yetmektedir. 

Nasıl mı?
Çünkü ayetler içinde geçen أَزْوَاجِهِمْ kelimesi, sosyal statü olarak ayrı bir kadın gurubunu, مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ kelimesi ise, sosyal statü olarak ayrı bir kadın gurubunu işaret etmektedir. Nuzül dönemi mevcut Arap toplumunun sosyal yaşantısında kadınlar Hür ve Köle olarak iki farklı sosyal statüye sahip olup, Kur'an, Arap toplumunda mevcut olan bu statüyü dikkate almıştır. Yani kadınlar ile ilgili olan bu statüyü direk olarak ret etmemiştir.

İslamoğlu ve Esed, geçmişte bu konunun istismar edilmiş olmasına istinaden, kendilerine göre haklı gerekçeler ile maalesef, bu iki ayrı sosyal gurubu Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetlerine verdikleri anlam ile tek guruba indirmiş, bu suretle ilgili ayetlerin anlamının ters yüz olmasına sebebiyet vermişlerdir.

Kölelik ve cariyelik konusunun ne Müslümanlar tarafından istismar edilmiş olması, ne de İslam düşmanları tarafından bir koz olarak kullanılması, ilgili ayetlerin anlamının ters yüz edilmesine asla gerekçe teşkil edemez.

Yazımızın başında, Kur'an'ın kendi içinde bir anlam örgüsüne sahip olduğunu, bir ayetin yapılan hatalı çevirisinin Kur'an içinde karşımıza çıkan başka bir ayet ile, kabak gibi sırıtacağını söylemiştik. Şimdi Ahzab s. 50. ayetini ele alarak, bu çevirilerin nasıl hata barındırdığını görmeye çalışalım.

Mustafa İslamoğlu:
fakat kendi eşleri, yani meşru olarak sahip oldukları müstesna; zaten onlar (meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanamazlar.
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَحْلَلْنَا لَكَ أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَيْكَ وَبَنَاتِ عَمِّكَ وَبَنَاتِ عَمَّاتِكَ وَبَنَاتِ خَالِكَ وَبَنَاتِ خَالَاتِكَ اللَّاتِي هَاجَرْنَ مَعَكَ وَامْرَأَةً مُؤْمِنَةً إِنْ وَهَبَتْ نَفْسَهَا لِلنَّبِيِّ إِنْ أَرَادَ النَّبِيُّ أَنْ يَسْتَنْكِحَهَا خَالِصَةً لَكَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ ۗ قَدْ عَلِمْنَا مَا فَرَضْنَا عَلَيْهِمْ فِي أَزْوَاجِهِمْ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ لِكَيْلَا يَكُونَ عَلَيْكَ حَرَجٌ ۗ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا

Önce bu ayete İslamoğlu ve Esed tarafından verilen anlamları aşağıya paylaşalım:

Mustafa İslamoğlu: 
Sen ey Peygamber! Biz sana mehir bedellerini verdiğin eşlerini; savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunan kimseleri; seninle birlikte göç etmiş bulunan amca ve hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını; ve kendilerini Peygamber`e (mehir bedeli istemeksizin) sunan ve peygamberin de kendilerini nikahlamayı kabul ettiği mü`min kadınları -ki bu yalnızca sana hastır, diğer mü`minler için değildir- helal kıldık. Doğrusu onlara eşleri ve sağ elleri altında bulunanlar konusundaki talimatlarımızı bilmekteyiz; ne ki bununla amaçlanan, senin zor durumda kalmamandır: zaten Allah tarifsiz bir bağışlayıcıdır, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.

Muhammed Esed:
Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini ve Allah’ın sana bahşettiği savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunanları sana helal kıldık. Ve seninle birlikte (Yesrib’e) göç etmiş olan amcalarının ve halalarının kızlarını, dayılarının ve teyzelerinin kızlarını; ve kendilerini Peygamber’e özgür iradeleriyle teklif eden, Peygamber’in de almak istediği mümin kadınları (da sana helal kıldık): (bu sonuncusu) yalnız sana özgü bir imtiyazdır, öteki müminler için değil, (zaten) onlara eşleri ve sağ ellerinin altında bulunanlar konusunda yapmaları gerekeni bildirdik. (Ve) artık sen (gereksiz) bir endişeye kapılmamalısın, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

Ahzab s. 50. ayetine bakıldığında, bu ayet içinde iki ayrı sosyal statüye sahip olan kadın gurubu açık ve net bir şekilde görülmektedir. Ayet içinde geçen أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ  (mehirlerini verdiğin eşlerin) ifadesi ile, وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَيْكَ(Allah'ın sana bahşettiği savaş esirleriifadesinin arası, وَ ile ayrılmaktadır. Çünkü bu ifadeler, hür ve köle olmak üzere, iki ayrı sosyal statüye sahip olan kadın gurubunu işaret etmektedir. Ahzab s. 50. ayeti Kur'an içinde 15 yerde geçen مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ ifadesini anlamanın anahtar ayetidir. Kur'an içinde geçen bu ifadelerin hepsinin, nuzül dönemi Arap toplumunda mevcut olan hür ve köle ayrımı dikkate alınmak sureti ile sureti ile çevrilmesi gerekmektedir. 

Kölelik ve cariyelik konusunun bazı kesimler tarafından eleştiri ve istismar konusu olmuş olması, maalesef bazılarımızı savunma psikolojisi içine sokmakta, bundan dolayı nuzül dönemi Arap toplumunda mevcut bulunan bu sosyal sistem maalesef es geçilebilmektedir. 

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki: Kölelik ve cariyelik kurumu İslam tarafından ihdas edilmiş bir kurum değil, nuzül öncesi Arap toplumu içinde yerleşik bulunan bir kurumdur. Kur'an'ın doğru anlaşılması için nuzül öncesi Arap toplumunun sosyal şartlarının göz önünde bulundurulması, olmazsa olmazlardan olup, bu şartı göz ardı ederek yapılan çevirilerde maalesef çeviri sahiplerinin çelişkili anlamlara imza atması kaçınılmazdır.

Biz burada أَوْ edatının Kur'an'da geçtiği bütün yerlerde "veya, yahut, ya da" şeklinde anlama sahip olduğunu, bu edatın "yani" anlamına da sahip olduğu iddiasının tahrife kadar varabilecek bir zorlama olduğunu bile konuşmadan, Kur'an'ın kendi içindeki anlam örgüsü ile, hatalı bir çeviriyi nasıl ret ettiğini göstermeye çalıştığımızı tekrar hatırlatmak istiyoruz. 

Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetlerinde, Ahzab s. 50. ayetinde gördüğümüz iki gurup kadından bahsedilmektedir. İslamoğlu ve Esed, bu iki gurubu tek guruba indirmek sureti ile, izahı zor bir hataya imza atmışlardır. İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan bu hatalı çeviriyi ise Ahzab s. 50. ayeti ortaya çıkarmaktadır. 

İslamoğlu ve Esed'in tutarlı ve çelişkisiz olmak açısından, Ahzab s. 50. ayetinde geçen وَ edatına, burada daأَوْ edatına verdikleri anlam gibi "yani" anlamında çevirerek, Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetleri ile herhangi bir çelişkiye mahal bırakmamaları gerekirdi. Fakat Ahzab s. 50. ayetine böyle bir anlamın verilmesinin imkansız olduğunu çok iyi bildikleri için, böyle yapmamışlar, Esed bu ayetteki وَ edatına "Ve" anlamı verirken, İslamoğlu bu edatın anlamını, çeviriye dahi koymamak sureti ile, zannımızca düştüğü çelişkiyi örtmeye çalışmaktadır. Yaptığı Kur'an mealinde Muhammed Esed'den büyük ölçüde yararlanmış olan İslamoğlu'nun bu ayet içinde Esed'den yararlanmamış olması dikkat çekicidir.

Şeşleri; yani (nikah yoluyla) meşru şekilde sahip oldukları dışında (isteklerini frenleimdi de  مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ ifadesinin, أَوْ edatı ile birlikte geçtiği Nisa s. 3. ayetine bakalım.

Nisa s. 3. ayeti:
eşleri -yani, (evlilik yoluyla) meşru olarak sahip oldukları insanlar- dışında (kimsede arzularına doyum aramazlar): çünk
eşleri -yani, (evlilik yoluyla) meşru olarak sahip oldukları insanlar- dışında (kimsede arzularına doyum aramazlar): çünkü onlar (eşleriyle olan ilişkilerinden dolayı) kına
eşleri; yani (nikah yoluyla) meşru şekilde sahip oldukları dışında (isteklerini frوَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَىٰ فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَىٰ وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ ۖ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ۚ ذَٰلِكَ أَدْنَىٰ أَلَّا تَعُولُوا

Mustafa İslamoğlu: 
Ve eğer yetimlere, adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman size helal olan diğer kadınlardan biriyle evlenin; (hatta) ikisi, üçü ve dördüyle; ama onlara da adil davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir taneyle ya da meşru olarak sahip olduklarınızla (yetinin)! Bu, altına girdiğiniz sorumluluğu ihlal etmemeniz açısından daha uygundur.

Muhammed Esed: 
Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman, size helal olan (diğer) kadınlardan biri ile evlenin -(hatta) ikisi, üçü veya dördü (ile); ama onlara adil bir tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman (sadece) bir tane ile- yahut meşru şekilde sahip olduklarınız ile (evlenin). Bu, doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur.
İslamoğlu ve Esed Nisa s. 3. ayetinde geçen أَوْ edatına, Mümi'nun s. 6 ve Mearic s. 30. ayetinde verdikleri "Yani" anlamı yerine, "ya da, yahut" anlamı vermişlerdir. Bu da demektir ki İslamoğlu ve Esed, Nisa s. 3. ayetinin iki farklı statüye sahip olan kadınlardan bahsettiğini kabul etmektedirler Ayetin mealinde geçen " o zaman size helal olan diğer kadınlardan biriyle evlenin; (hatta) ikisi, üçü ve dördüyle;" cümlesi, Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetlerinde geçen أَزْوَاجِهِمْ kelimesine tekabül etmektedir. İslamoğlu ve Esed'in Nisa s. 3. ayetinde gördükleri أَوْ edatı ile ayrılan iki farklı statüye sahip olan kadını, Mü'minun ve Mearic surelerinde gör(e)memiş olmaları düşündürücüdür. 

Sonuç olarak: İslamoğlu ve Esed, Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetini nuzül döneminde mevcut olan sosyal statüyü dikkate almak yerine, Elalem ne der kaygısını dikkate alarak çevirmiş, bu suretle tahrif denilebilecek bir hataya imza atmışlardır. 

Yazımızın amacı sadece İslamoğlu ve Esed'in yaptığı hatalı bir çeviriye dikkat çekmek değildir. Asıl amacımız, ön yargılı çevirilerin Kur'an'ın kendi anlam örgüsü içinde nasıl ret edildiğinin İslamoğlu ve Esed çevirileri örneğinde görülmesidir. Kur'an üzerinde çeviri çalışmaları yapanların dikkat etmeleri gereken önemli hususlardan birisi, bu anlam örgüsünü hiçbir zaman gözden ırak tutmamaları gerektiğidir. Çünkü yaptıkları çevirilerde, anlam örgüsüne dikkat etmemeleri, çelişkili anlamlara imza atarak, sorumluluk altına girmelerine sebep olmaktadır.

İlgili ayetlerde geçen  أَوْ edatına, aşağıdaki gibi verilen bütün meallerin doğru olarak çevrilmiş olduğunu söyleyebiliriz. 

 "Ancak eşleri VE YA sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar, kınanmış değillerdir."

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Mart 2018 Perşembe

Nisa s. 34. Ayetinde Geçen Darabe Kelimesini Tarihi Bağlamında Okumak

Dilimizde kullanılan "Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış gidersözü, bir işe yanlış başlanıldığında, o işin arkasının da aynı yanlış ile devam edeceğini bildirmektedir. Biz bu sözü Nisa s. 34. ayeti etrafında yapılan tartışmalar için kullanarak, bu ayet ile ilgili yapılan bazı anlama çalışmalarının ilk düğmeyi yanlış iliklemek sureti ile başladığını, bu sebeple diğer iliklerin de yanlış iliklendiğini, ve bu nedenle ayet içinde geçen Darabe fiilinin anlamı üzerinde bir takım oynamalar yapılmak zorunda kalındığını görmekteyiz. 

Halbuki Kur'an'ın bütünü için geçerli olan anlama kuralı olan, bu ayetin nazil olduğu zaman ilk muhataplarına ne dediği anlaşılabilmiş olsa, savunmacı bir yaklaşım sergilenmek sureti ile, kelimeler üzerinde oynanma gereği hiç duyulmamış olacaktı. 

Yazımızda, sanki kadının dövülmesini tavsiye ediyor gibi görünen bir ayetin, aslında o gün toplumda mevcut olan kadın dövme fiilinin önünü almayı amaçladığı maalesef kimsenin dikkatini çekmediğini vurgulamaya, "Nasıl yapsak ta Kur'an'ın kadın dövmeyi emretmediğini izah edebilsek" kabilinden çırpınmalara düşülmesinin yanlışlığını izah etmeye çalışacağız. 

Bundan önceki bazı yazılarımızda değinmeye çalıştığımız anlama yöntemi, Kur'an ile ilgili yapılan anlama çalışmalarının sahip olduğumuz bir takım düşünceleri Kur'an'a onaylatmak amacı taşımaMAsı, Kur'an okurken ön yargılardan veya savunmacı anlayışlardan arınmış bir bakış açısı, daha önemlisi bu kitabın indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların nüzul öncesi sosyal, ekonomik, dini yaşantılarının arka planının bilinmesi gerektiğidir. Bu arka planın yine Kur'an içinden okunabileceğini, bundan önceki yazılarımızda örneklerle vermeye çalıştığımızı da özellikle hatırlatmak isteriz.

Bugün Kur'an üzerinde okuma ve anlama çalışma yapan kimselerin düştükleri açmazların başta gelen sebebi, rivayet kültürünün yol açtığı olumsuz din anlayışı nedeniyle geçmişi tamamen silip atmak, Kur'an'ı geçmişten kopararak sanki bugün iniyor gibi okumaktır. Nüzul ortamı ile bağı koparılarak okunan bir kitap maalesef doğru anlaşılmayacak, ve bu sıkıntı bazı kelimeler üzerinde oynama yapılmasına sebep olacaktır. 

Konumuz olan Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe fiili üzerinde son yıllarda yapılmaya çalışılan bazı spekülasyonlar, kanaatimizce bu yanlış bakış açısının ürünüdür. Şayet bu ayet mevcut olan güncel durum dikkate alınarak okunmaya çalışılsaydı, üzerinde bu kadar tartışma yapılmasına gerek duyulan ayet olarak gündemde tutulmaya çalışılmayacaktı.

لرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللَّهُ بَعْضَهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ وَبِمَا أَنْفَقُوا مِنْ أَمْوَالِهِمْ ۚ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللَّهُ ۚ وَاللَّاتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ ۖ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلًا ۗ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا

[004.034] Er olanlar kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir kerre Allah birini diğerinden üstün yaratmış bir de erler mallarından infak etmektedirler, onun için iyi kadınlar itaatkârdırlar, Allah kenidlerini sakladığı cihetle kendileri de gaybı muhafaza ederler, serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince: evvelâ kendilerine nasıhat edin, sonra yattıkları yerde mehcur bırakın, yine dinlemezlerse döğün, dinledikleri halde incitmeye behane aramayın, çünkü Allah çok yüksek, çok büyük bulunuyor. [Elmalılı Hamdi Yazır]

Kur'an'ın hüküm içeren ayetlerinin doğru anlaşılması, böyle bir hükmün verilmesine sebep olan mevcut durumun dikkate alınması ile mümkündür. Kur'an yaşayan bir topluma inmiş, ve bu toplumun yaşantısı içinde olumlu ve olumsuz olarak görülen bir takım yaşam tarzları bulunmaktadır.

Aile olarak bildiğimiz, karı koca ve çocuklardan oluşan toplumun temel taşı olan yapı, insanlığın var oluşundan beri mevcut bulunmakta, ve bu yapının sağlam olması toplum menfaati açısından büyük önem arz etmektedir. Nisa s. 34. ayetine baktığımızda, aile içinde bulunan bir sorunun nasıl halledilebileceği ile ilgili hüküm taşımakta olduğu görülmektedir. Bu ayetin indiği toplum içinde mutlaka ailelerin olduğu, ve bu ayetin bu aileler ile ilgili bir takım sorunlara çözüm önerisi sunduğu dikkate alınmalıdır.

Bu çözüm önerisi sunulur iken, nuzül döneminde kadınların toplum içindeki durumlarının dikkate alınması büyük önem taşımaktadır. Bunu söylerken rivayetleri adres gösterdiğimiz anlaşılmamalı, Kur'an'ın kadınlar ile ilgili ayetleri dikkate alınarak, onların nüzul dönemindeki mevcut toplumsal yapılarının arka plan bilgisi, o ayetlerden çıkarılmalıdır.

Kur'an'ın kadınların evlenmesi, boşanması, mallarının idaresi gibi ayetlerine baktığımızda arka planda kadının toplum içinde ikinci sınıf bir vatandaş muamelesi gördüğü, sahip olması gereken haklarının verilmediği görülebilecektir. Onlarla ilgili ayetlerin onların bu durumlarının iyileştirilmesine yönelik olduğu herkesin dikkatini çekecektir.

Bu arka plan dikkate alındığında, Kur'an'ın kadınlar ile ilgili olan hükümlerinin onların mevcut olan kötü durumlarını iyileştirici ayetler olarak okunması, bizlerin özellikle Nisa s. 34. ayeti hakkında bir takım spekülasyonlar yapmak gereğinden de kurtaracaktır. Kur'an'ın kadınlara karşı iyi davranmayı emretmesinin arka planında, onlara karşı mevcut olan kötü davranışların olduğu dikkate alınmalıdır. Çünkü kadınlarına zaten iyi davranan bir topluma karşı yeniden böyle emirler verilmesinin bir gereği yoktur.

Ayet içindeki erkekler için geçen Kavvam, kadınlar için geçen Salihat kelimesi, ailenin temelini teşkil eden karı kocanın olması gereken ideal durumunu yansıtmaktadır. Kavvam  kelimesinin ifade ettiği en genel anlam, erkeğin aile içinde eşine ve çocuklarına karşı olan görev ve yetkilerini yerine getirmesini işaret etmekte, Salihat kelimesinin ifade ettiği en geniş anlam ise, kadının eşine ve çocuklarına karşı olan vazifelerini yerine getirmesine işaret etmektedir. 

Kavvam erkek ile, Saliha bir kadının oluşturduğu aile içinde çıkabilecek olan sorunlar yine bu kelimelerin ifade ettikleri anlamlara sahip olmanın gerektirdiği şekilde çözülecektir. Nisa s. 34. ayet içindeki yaptırımların, Saliha olmanın dışına çıkan kadınlar için olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Saliha bir kadının en önemli özelliği ise, ırzını ve namusunu korumaya özen göstermesi, onu bu konuda sıkıntıya sokacak her türlü davranıştan kaçınmasıdır. Bu durum sadece kadın için değil, erkek için de elbette geçerlidir. Nisa s. 34. ayetinde kadının böyle bir duruma düşmesi, Nüşuz kelimesi ile ifade edilmektedir.

Bu durumdaki bir kadına erkek tarafından: 
1- Yaptığının yanlışlığı hakkında nasihat edilecek.
2- Nasihat kar etmezse, yatakta yalnız bırakılacak.
3  Yatakta yalnız bırakmak kar etmezse, kadın dövülecek.

Zurnanın zırt dediği yer 3. şık olup, kadının dövülmesi konusu etrafında fırtınalar koparılmakta, ayet içinde geçen Darabe kelimesinin çok anlamlı olmasının verdiği avantajla, kelimenin dövmek değil, ayrılmak veya başka anlamlara sahip olduğu iddia edilmekte, Darabe kelimesinin çevirisi bazı kimseler tarafından o şekilde yapılmaktadır.

Yine tekrarlamak isteriz ki: Ayet kadınları dövmek şeklinde yeni bir hüküm getirmemekte, aksine kadınların aile içinde eşleri tarafından dövülmek sureti ile maruz kaldıkları zor duruma yeni bir düzenleme getirerek, onların durumlarını iyileştirmeye yönelik hükümler getirmektedir.

Kadının ikinci sınıf olarak görüldüğü ve sahip olduğu haklarının verilmediği bir toplumda onların erkeklerden şiddet görmesi de kaçınılmazdır. Yani Kur'an'ın nazil olduğu toplum içinde kadın, eşi tarafından dövülen ve hor görülen bir konumdadır. Öncelikle bu saptamanın yapılması, Nisa s. 34. ayetinin doğru anlaşılmasında önem arz etmektedir. 

Bu saptama yapıldıktan sonra ayet içinde geçen Nuşüz kelimesinin ifade ettiği anlam gündeme gelecektir.

Dikkat edilirse kadının dövülebilmesi için bırakılan alan, dar bir alandan onun eşinin namusuna halel getirebileceği daha geniş bir alana çekilmiştir. Kadının nüşuzu ile ifade edilen alan, kadının yemeğin tuzunu fazla koymuş olması, komşulardan eve geç gelmiş olması veya eşinin maddi gücünü aşan bir istekte bulunmuş olması gibi tali meseleler değil, namus konusu gibi ağır ve hiç bir kadının kolay kolay cesaret edemeyeceği bir alana çekilmiştir. Yani bir kadının dövülebilme sebebi, namusuna halel getirecek bir yol içinde olmasıdır.

Bunu söylerken, kadın böyle bir duruma düştüğünde onun dövülmesi Farz hükmündedir gibi bir iddia içinde olmadığımız bilinmelidir. Kadın velev ki dövülmeyi hak edecek bir eylem içine girse, eşi de onu dövmemiş olsa, bu durumdaki erkek herhangi bir günah altına girmeyecektir. Ayet, kadınların dövülmesini en uzak bir ihtimal olan namus konusu ile ilişiklendirmek sureti ile, kadına şiddeti toplum hayatından çıkarmayı amaçlamaktadır.

Nisa s. 34. ayetinden zımnen şunu anlamak sanırım yanlış olmayacaktır: "Eşini her fırsatta dövmek için fırsat kollayan ey erkekler!!: Eşlerinizi olur olmaz sebeplerden ötürü dövmeniz asla doğru değildir. Size onları dövebilmeniz için bıraktığım açık kapı, sadece onların sizin namusunuza halel getirebilecek bir duruma düşmeleridir. Bunun dışında kadınlarınızı dövmeniz size yasaktır".

Bu yaptırımlar boşanmanın tercih edilmemesi, sorunun aile içinde halledilmesi durumlarında geçerli olabileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır.

Bizim Nisa s. 34. ayetine yaptığımız bu şekildeki yorumumuz, "Öyleyse neden Allah direk olarak "Kadınlarınızı dövmenizi yasaklıyorum" şeklinde bir emir vermedi de, böyle dolambaçlı bir yol önerdi?" sorusunu beraberinde getirecektir.

Nisa s. 43. ayetinde içkili iken namaza yaklaşılmaması emri, bu soruya bir cevap teşkil edebilir. İçkinin halen kullanıldığı bir toplumda bunu birden yasak etmenin bazı sıkıntılara yol açma ihtimalini göz önünde bulundurduğumuzda, tedrici olarak yasaklama daha uygun bir yol olarak görülecektir. Nisa s. 43. ayeti içki içmenin alanını nasıl daraltıyor ise, Nisa s. 34. ayeti de kadınlara karşı şiddet kullanmanın alanını öyle daraltmakta, bu sorunu tedrici olarak çözme yoluna gitmektedir.


Ayetin nuzül dönemi arka planını hesaba katmadan okumaya çalışanların takıldıkları bir nokta da, 2. sıradaki yaptırım olan kadınların yatakta yalnız bırakılmalarıdır. Bir çok insan böyle bir işlemin kadından çok erkeğe ceza olduğunu düşünecektir. Ancak nuzül döneminde bir çok erkeğin bugünkü gibi tek eşli değil, birden fazla eş sahibi olduğu hesaba katıldığında ve 2. şıktaki yaptırım erkeklerin bu durumu göz önüne alınarak okunduğunda, kadına karşı bir yaptırım olduğu anlaşılacaktır.

Nisa s. 34. ayetinde geçen Nüşuz kelimesi, aynı surenin 128. ayetinde de geçmekte, Darabe fiilinin Vurmak anlamına sahip olmadığını düşünenler tarafından, "Kadını nüşuz ettiğinde erkek kadını dövebiliyor ise, erkek nüşuz ettiğinde kadın neden erkeği dövemiyor?" şeklinde sorular sorulmaktadır.

Bu tür sorular, Nisa s. 34. ayetinin kadının nüşuz ettiğinde dövülmesi gerektiğine dair yeni bir hüküm getirdiğinin zannedildiği için sorulmakta, ve böyle bir sorunun sorulması, Nisa s. 34. ayetinin ilk düğmesinin baştan yanlış iliklenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu tür soruları soranların kafalarında Nisa s. 34. ayetinin kadının dövülmesine dair bir emir veya tavsiye olduğu zannı hakim bulunmaktadır.

Burada tekrar hatırlatıyoruz: Allah (c.c) kadının nüşuzunda ona uygulanması gereken müeyyideler hakkında hüküm değil, kadınlara şiddet uygulayan bir toplumun erkeklerinin hareket alanını kısıtlamak amaçlı bir yönteme başvurmaktadır.

Kur'an ayetlerinin dün indiği topluma dair ne söylemiş olabileceği hesaba katılmadan, bugün bizlere ne demiş olabileceği üzerinde yapılacak anlama çalışmaları eksik kalacaktır. Kur'an'ın nazil olduğu zaman içinde yaşayan toplumun sosyal şartları ile, şu anda bizim yaşadığımız toplumun sosyal şartlarının aynı olmadığı malumdur. Hal böyle iken dün indiği toplumda herhangi bir sorun teşkil etmeyen bir ayetin, bugün şartların değiştiği bir toplumda sorun teşkil ediyor gibi görünmesi, o ayet veya kelime ile ilgili bir takım spekülasyonlar yapmaya çalışarak, onu birilerinin hoşuna gidecek şekle sokmayı gerektirmez.

Nisa s. 34. ayeti ilk bakışta sanki kadınlara bir takım cezai müeyyideler uygulayan bir ayet gibi görünmesine karşın, aslında erkeğe bir takım müeyyideler uygulamaktadır. Çünkü kadına şiddeti kendi uygun gördüğü şartlara göre uygulayan bir toplumun erkeklerine, Kur'an tarafından daha ağır şartlar getirilmekte, kadına şiddet uygulayan erkeklerin elleri bir şekilde bağlanmak sureti ile kadına şiddet şartları zorlaştırılmaktadır.

Sonuç olarak: Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesi üzerinde yapılan anlama çalışmaları ilk başta yanlış bir noktadan başlaması sebebi ile yanlış sonuçlar çıkarılmasına sebep olmaktadır. Tarih üstücü okuma taraftarlarının, kendilerinin tarihselci olarak suçlanmalarından çekinmesi sebebi ile, ayetin tarihsel bağlamına dikkat etmemiş olmaları, ilgili fiilin üzerinde bir takım oynamalar yaparak, ayet üzerinde bazılarının hoşuna gidecek iyileştirme çalışmaları yapmaları kabul edilir bir durum değildir. 

Şayet ilgili ayet, nuzül döneminde kadının mevcut olan kötü durumunun iyileştirmesi doğrultusunda erkeğe yönelik bir takım yaptırımlar olarak okunmaya çalışılsaydı, üzerinde bu kadar fırtınalar koparılmasına gerek duyulmazdı.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Mayıs 2017 Cuma

Hud s. Bağlamında Ayetlerin Sure İçi Bütünlüğü Üzerinde Bir Çalışma

Herhangi bir ayet ile ilgili yapılan Kur'an okumalarında ilgili ayetin, konu, sure ve Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmesi, yapılan anlama çalışmasını kolaylaştıracaktır. Bu yazımızda Hud suresi bağlamında bazı ayetlerin sure için ilişkileri üzerinde durarak, ayetlerin sure içinde birbiri ile olan bağına dikkat çekmeye çalışacağız.

Hud suresini okuduğumuzda bazı elçilerin kıssalarını, ve o elçilerin kavimlerinin helak edildiğini görmekteyiz. Aynı surenin 120. ayetinde, bu kıssaların anlatılma sebebi şöyle anlatılmaktadır;

[011.120] Elçilerin haberlerinden senin gönlünü yatıştıracak olanlardan sana anlatıyoruz. Bunda da sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.

Hud s. 120. ayeti, Kur'an kıssalarını anlamanın anahtar ayetlerinden bir tanesi, belki en önemlisidir. Ayete baktığımızda kıssa anlatımların iki amaca yönelik olduğunu görmekteyiz. 

1- Elçinin gönlünü yatıştırmak. 

Bilindiği gibi Muhammed (a.s) kendisine verilen görevi yerine getirmek konusunda bir hayli sıkıntı çekmekte, kavmi tarafından ona ve beraberindekilere her türlü eza ve cefa reva görülmekteydi. Geçmiş elçilerin başlarından geçenlerin ona anlatılmasının sebebi, bu konuda yalnız olmadığı, ve aynı olayların geçmiş elçilerin başlarından da geçtiğini bilmesi, böylelikle rahatlaması içindir. 

2- Müminlere öğüt ve ibret.

Aynı sıkıntıları sadece elçiler değil, onlarla beraber olan müminlerde çektiği için, kıssa anlatımlarının onlar için de birer ibret olarak okunması gerekmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, Kur'an kıssaları sadece geçmiştekilerin yaşantılarından kesitler olarak değil, onların yaşanmışlıklardan ibret alınması için bizlere anlatılmaktadır.


Hud suresi bütünlüğünde, bu ayetin daha geniş açılımını görmekte, bir nevi ayetin ayet ile açıklanma örneğini görmekteyiz. Kısacası, Hud s. 120. ayeti kendisini yine aynı sure içinde tefsir etmektedir. 

Ellâ ta’budû illallâh(illallâhe), innenî lekum minhu nezîrun ve beşîr(beşîrun).
[011.002]  Öyle ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Gerçekten ben, sizi onun tarafından uyarıp-korkutan ve müjdeleyenim;

Ve enistagfirû rabbekum summe tûbû ileyhi yumetti’kum metâan hasenen ilâ ecelin musemmen ve yu’ti kulle zî fadlin fadleh(fadlehu), ve in tevellev fe innî ehâfu aleykum azâbe yevmin kebîr(kebîrin).
[011.003] Rabbınızdan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin. Her lütuf sahibine lütfunu versin. Eğer yüzçevirirseniz; o zaman ben, başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım.

Hud s. 1. ayeti, bu kitabın kimin tarafından indirildiğini beyan etmekte, 2. ve 3. ayetlerinde neden indirildiği ve elçinin kavmine yaptığı uyarıları görmekteyiz. Bu uyarıların benzerlerinin surenin diğer ayetlerinde başka elçilerin de ağzında döküldüğünü görülecektir. İlerleyen ayetlerde, Mekke'lilerin inkarcı davranışları, ve onlara karşı söylemesi gerekenler bildirilmektedir. 

Hud suresinin temel mesajı, Allah'tan başkasına kulluk edilmemesi gerektiğine dair bilgileri ihtiva eden kitaba iman etmek, önceki elçilerin kavimlerinin, bu emre aykırı hareket etmek sureti ile başlarına gelenlerden ibret almaktır diyebiliriz.

E fe men kâne alâ beyyinetin min rabbihî ve yetlûhu şâhidun minhu ve min kablihî kitâbu mûsâ imâmen ve rahmeh(rahmeten), ulâike yu'minûne bih(bihî), ve men yekfur bihî minel ahzâbi fen nâru mev'ıduh(mev'ıduhu), fe lâ teku fî miryetin minhu innehul hakku min rabbike ve lâkinne ekseren nâsi lâ yu'minûn(yu'minûne).
[011.017]  Rabbından açık bir delil üzerinde bulunan, ardınca da Rabbı tarafından bir şahid gelen, ondan önce de Musa'nın imam ve rahmet olan kitabını tasdik eden kimse, başkaları gibi midir? İşte onlar; Kur'an'a inanırlar. Herhhangi bir güruh onu inkar ederse; onun varacağı yer ateştir. Bundan şüphen olmasın. Doğrusu o, Rabbın tarafından gelen bir gerçektir, ama insanların çoğu inanmazlar.

Surenin 17. ayeti, elçinin açık bir delil üzerinde olduğu, önceki elçilerden olan Musa'nın kitabını tasdik eden elçiler zincirinin bir halkası olduğu belirtilmekte, surenin 25. ayetinden itibaren ise Nuh (a.s) ın kıssası anlatılmaya başlanmaktadır. Kur'an'ın kendisinden önceki kitapları tasdik etmiş olmasının sıkça hatırlatılması, son elçi ve kitabın kaynağının aynı olduğunun bilinmesi içindir.

Ve lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî innî lekum nezîrun mubîn(mubînun).
En lâ ta’budû illallâh(illallâhe), innî ehâfu aleykum azâbe yevmin elîm(elîmin).
[011.025]  Gerçekten Nuh'u da kavmine göndermiştik. Ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım.
[011.026] «Allah'dan başkasına kulluk etmeyin, muhakkak ki, ben sizin üzerinize elîm bir günün azabından korkuyorum.»

Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve âtânî rahmeten min indihî fe ummiyet aleykum, e nulzimukumûhâ ve entum lehâ kârihûn(kârihûne).
[011.028] (Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen) açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?.

Ve yâ kavmi lâ es’elukum aleyhi mâlâ(mâlen), in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn(techelûne).
[011.029] Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.

Surenin 2. ve 3. ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kavmine söylediği  sözlerin bir benzerinin Nuh (a.s) ın ağzından da döküldüğünü görmekteyiz. 28. ayette ise, surenin 17. ayetinde olduğu gibi, elçinin yetkiyi kimden aldığı bildirilmektedir. 29. ayette ise Nuh (a.s) ın tebliğine karşılık herhangi bir ücret istemediğini görmekteyiz. Bu durum bir sonraki Hud (a.s) kıssasında da karşımıza çıkacaktır. İlerleyen ayetlerde, Nuh (a.s) ın kavminin ona karşı olan inkarcı tavrı mücadelesinden kesitler sunularak, kavminin helak edilmesi, ile kıssa son bulmaktadır. 

Ve ilâ âdin ehâhum hûdâ(hûden), kâle yâ kavmi'budullâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), in entum illâ mufterûn(mufterûne).
[011.050]  Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz.

Yâ kavmi lâ es'elukum aleyhi ecrâ(ecren), in ecriye illâ alellezî fetaranî, e fe lâ ta'kılûn(ta'kılûne).
[011.051] Ey kavmim; ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, yalnız beni yaratana aittir. Aklınız ermiyor mu?

Ve yâ kavmistagfirû rabbekum summe tûbû ileyhi yursilis semâe aleykum midrâran ve yezidkum kuvveten ilâ kuvvetikum ve lâ tetevellev mucrimîn(mucrimîne).
[011.052] «Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol bereket indirsin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Gelin günahkâr olarak dönüp gitmeyin.»

Surenin 2. ve 26. ayetlerine baktığımızda, Muhammed ve Nuh (a.s) ların kavimlerine yaptığı çağrının benzerinin, Hud (a.s) tarafından da kavmine yapıldığını görmekteyiz. Surenin 29. ayetinde, Nuh (a.s) ın kavmine yaptığı tebliğe karşılık herhangi bir karşılık istememesi, Hud (a.s) ın ağzından dökülmektedir. Surenin 3. ayeti ve 52. ayetini okuduğumuzda ise Allah (c.c) den mağfiret ve tevbe istenilmesini görmekteyiz. Ayrıca surenin 6. ayetinde gördüğümüz sözlerin bir benzerinin, 56. ayette Hud (a.s) tarafından da tekrarlandığını görmekteyiz.

Nuh (a.s) ı ret eden kavminin başına gelen helak, Hud (a.s) ı ret eden kavminin de başına gelerek, yeni bir elçi kıssasına geçilmektedir.

Ve ilâ semûde ehâhum sâlihâ(sâlihan), kâle yâ kavmi'budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), huve enşeekum minel ardı vesta'merekum fîhâ festâgfirûhu summe tûbû ileyh(ileyhi), inne rabbî karîbun mucîb(mucîbun).
[011.061]  Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. O: « Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka bir ilahınız da yoktur. Sizi, yerden O meydana getirdi, yeryüzünde yerleşme ve imar etme gücünü size O verdi; O'nun bağışlamasını isteyin, sonra O'na tevbe edin! Şüphe yok ki, Rabbim yakındır, duaları kabul edendir.» dedi.

Salih (a.s) ın kavmine karşı yaptığı tebliğin benzerinin, surenin 3-26-50. ayetlerinde de diğer elçiler tarafından kavimlerine yapıldığını görmekteyiz.

Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve âtânî minhu rahmeten fe men yansurunî minallâhi in asaytuhu fe mâ tezîdûnenî gayre tahsîr(tahsîrin).
[011.063] Dedi ki: «Ey kavmim, görüşünüz nedir-söyler misiniz? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, bu durumda da O'na isyan edecek olursam Allah'a karşı bana kim yardım edecektir? Şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiç bir yarar) sağlamayacaksınız.»

Surenin 17. ve 28. ayetlerinde gördüğümüz, elçilerin bir yetki belgesi ile kavimlerine geldikleri, elçiliklerinin kendilerinden menkul olmadığı, surenin 63. ayetinde, Salih (a.s) tarafından da tekrarlanmaktadır. Nuh ve Hud (a.s) lara kavimlere tarafından verilen ret cevabının aynısı, Salih (a.s) a da verilerek, aynı akıbete düçar olmuşlardır. 

Surenin ilerleyen ayetlerinde İbrahim'im misafirleri kıssası anlatılmaktadır. Aynı elçiler Lut kavmine de giderek o kavmin helak olmasını sağlamışlardır. Surenin devamında Şuayb (a.s) ın kıssası anlatılmaya başlanmaktadır.

Ve ilâ medyene ehâhum şuaybâ(şuayben), kâle yâ kavmi’budullâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), ve lâ tenkusûl mikyâle vel mîzâne innî erâkum bi hayrin ve innî ehâfu aleykum azâbe yevmin muhît(muhîtin).
[011.084] Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı. Dedi ki: Ey kavmim; Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi, iyi bir halde, refah içinde görüyorum. Ve sizi azabla kuşatacak bir günden korkuyorum.

Salih (a.s) ın kavmine karşı söylediklerini, daha önceki 3-26-50 ve 61. ayetlerde de görmekteyiz. Önceki elçilere yapılan itirazların aynısını, kavminin Şuayb (a.s) a yaptığını görmekteyiz.

Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve rezekanî minhu rızkan hasenâ(hasenen), ve mâ urîdu en uhâlifekum ilâ mâ enhâkum anh(anhu), in urîdu illel ıslâha mesteta’tu, ve mâ tevfîkî illâ billâh(billâhi), aleyhi tevekkeltu ve ileyhi unîb(unîbu).
[011.088] Dedi ki: Ey kavmim; ben Rabbımdan apaçık bir delil üzere iken O, bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmişse; ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere aykırı hareket etmek istemem. Gücümün yettiği kadar islah etmekten başka bir isteğim yoktur. Başarım; ancak Allah'tadır. O'na tevekkül ettim ve O'na yöneliyorum.

17-28-63. ayetlerde gördüğümüz, elçilerin yetki belgesi üzerinde oldukları, 88. ayette de tekrarlanmaktadır. Bugün bazı kimselerin Ben de resulüm diyerek ortalıkta gezmeleri, ve ellerinden herhangi bir yetki belgesi olmaması, onların bu konuda yalan söylediklerini ortaya koyduğunu, yeri gelmişken hatırlatmak isteriz.

Şuayb (a.s) kavmine kendilerinden önce helak edilen Nuh, Hud, Salih ve Lut (a.s) ların kavimlerini hatırlatarak, bir benzerini 3-52 ve 61. ayetlerinde gördüğümüz sözleri 90. ayette tekrarladığını görmekteyiz. 

Vestagfirû rabbekum summe tûbû ileyh(ileyhi), inne rabbî rahîmun vedûd(vedûdun).
[011.090]  «Rabbinizden mağfiret dileyin; O'na tevbe edin; doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever.»

Şuayb (a.s) ın çağrısına ret cevabı veren kavmi, diğer kavimler gibi aynı akıbete uğramıştır.

Ve yâ kavmi’melû alâ mekânetikum innî âmil(âmilun), sevfe ta’lemûne men ye’tîhi azâbun yuhzîhi ve men huve kâzib(kâzibun), vertekibû innî meakum rakîb(rakîbun).
[011.093]  «Ey Milletim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın, doğrusu ben de yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğini, kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlüyorum.»

Ve kul lillezîne lâ yu’minûna’melû alâ mekânetikum, innâ âmilûn(âmilûne).
[011.121-2] İnanmayanlara: «Durumunuzun gerektirdiğini yapın, doğrusu biz de yapıyoruz; bekleyin, biz de bekliyoruz» de.

93. ayette Şuayb (a.s) ın ağzından çıkan sözlerin benzerinin, 121. ayette de Muhammed (a.s) ın ağzından çıktığını görmekteyiz.

Kur'an muhataplarına gereken mesajı verdikten sonra, bu mesajı ret edenlerin başlarına neler geleceğini de haber vermektedir. Bu haberi vermekte kullandığı anlatım üslubu, önceki kavimlerin başlarına gelenlerdir.Allah (c.c) bu haberleri anlatmakla, Yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir demekte, iman etmeyenleri açık bir şekilde tehdit etmektedir.

Sonuç olarak; Kur'an, muhataplarına vermek istediği mesajı basit ve yalın bir dille anlatmakta, bu anlatımı kullanırken, geçmiş yaşantıları örnek vermektedir. Bu ayetleri okuyan ve dinleyenlerin zihninde ilk canlanan şey, Allah (c.c) nin biz kullarına yapmış olduğu vaadin boş olmadığı, bu vaadin önceki yaşantılar bazında gerçekleştiği, bundan dolayı aynı yolu izleyenlerin de bu vaad ile karşı karşıya kalacağını bilmeleri olacaktır. 

Elçilerin kavimlerine karşı olan tebliğinin bütün elçiler için aynı olduğunu düşündüğümüz zaman, elçileri ret eden bir hayat sürmenin bedelinin de aynı olacağı, bu şekilde bizlere anlatılmış olmaktadır.

Bu çalışma yapma amacımız, bir surenin kendi içinde nasıl bir bütünlüğe ve anlam örgüsüne sahip olabileceği üzerinde tefekkürde bulunmaya çalışmak idi. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


26 Nisan 2017 Çarşamba

Araf Suresindeki Adem ve İblis Kıssasını Tarihi Bağlamında Okumak

Kur'an, bilindiği üzere bundan yaklaşık olarak 1500 sene önce, Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inmiş bir kitaptır. Bu kitabın doğru anlaşılmasında, ilk indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların sosyokültürel alt yapısının bilinmesi büyük bir öneme haizdir. İnen ayetler ilk olarak bu zaman ve mekanda yaşayan insanların algılarına ve inançlarına hitap etmektedir. İlk hitabın doğru anlaşılması, bu hitabın sonrakilere dair neler söylemiş olabileceği konusunda daha doğru yaklaşımlar sergilenmesine yardımcı olacaktır.

Kur'an kıssa yollu anlatımlar ile tarihi bilgiler vermeyi değil, muhataplarına doğru yolu göstermeyi amaçlamaktadır. Dikkatli Kur'an okuyucuları, herhangi bir kıssanın Kur'an içinde birden fazla geçişlerinde aynı olayın farklı olarak anlatıldığını görecektir. Bu farklılığın sebebi, anlatılan bir olay üzerinden muhataplarına mesaj  vermektir. 

Adem ve İblis kıssası, Kur'an içinde 7 ayrı sure içinde geçen bir kıssadır. Kıssanın Kur'an içinde geçtiği bütün sureler dikkatli okunduğunda, aynı kıssanın farklı olarak anlatıldığı görülecektir. Bu farklı anlatımların amacı, muhataplara bu kıssa üzerinden mesajlar vermek amacına matuf olup, okuyucunun, Bu kıssa bize nasıl bir mesaj vermektedir? sorusunun cevabını aramak olması gerektiğini düşünmekteyiz

Adem ve İblis kıssasının Araf suresi bölümünü okuduğumuzda gözümüze çarpan nokta, Adem ile eşinin kendilerine verilen ağaca yaklaşmama emrini çiğnediklerinde çıplak kalmaları ve örtünmek için üzerlerini cennet yaprakları ile örtmeye çalışmalarıdır. Kur'an ayetlerinin öncelikle ilk muhataplara ne dediğinin anlaşılması, sonrakilere ne demiş olabileceğinin anlaşılmasında kolaylıklar sağlayacağını dikkate aldığımızda, Mekke müşriklerinin Kabeyi çıplak olarak tavaf ettikleri tarihi bilgilerden öğrenilmekte, bu bilgiler ise Araf suresinde geçen kıssanın ana mesajını oluşturmaktadır. Ayrıca Mekkelilerin helal haram tayin etme noktasında kendilerini belirleyici kılmak sureti ile, bazı ekinler ve hayvanlar haram kıldıkları Enam suresinde bildirilmektedir. 

İlk muhataplardan olan Mekke müşriklerinin bu durumu dikkate alınarak okunduğunda, Araf suresi içinde geçen Adem İblis kıssasının anlaşılmasında önemli bir adım atılmış olacaktır. 

[007.011] And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.
[007.012] (Allah) Dedi: «Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?» (İblis) Dedi ki: «Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.»
[007.013] Ona, «İn oradan, orada büyüklenmek sana düşmez, defol, sen alçağın birisin» dedi.
[007.014] «İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar beni ertele» dedi.
[007.015] (Allah:) «Sen gözlenip-ertelenenlerdensin» dedi.
[007.016] De ki: «Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.»
[007.017] «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
[007.018] (Allah) Dedi: «Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak ordan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım.»
[007.019] «Ey Adem! Sen ve eşin cennette kalın ve istediğiniz yerden yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz.»

Kıssanın buraya kadar olan ayetlerinde, Ademe secde emrini yerine getirmeyen İblisin kovulması, Adem ile eşine verilen ağaca yaklaşmama emrini içeren ayetler bulunmaktadır. Kıssanın devam eden ayetlerinde, İblisin artık Şeytan olarak vasfedilerek, insanın ayağını cennetten kaydıran her unsurun bu isim altında anılarak evrensel bir anlama kavuşması dikkat çekmektedir. Şeytanın Adem ile eşine tuzak kurarak onları çıplak bırakmak için onlara oynadığı oyunu, Mekke müşriklerinin Kabeyi çıplak olarak tavaf etmelerini dikkate alarak okuduğumuz zaman, kıssanın ilk muhataplara olan mesajı ortaya çıkacaktır.

[007.020] Derken onların, kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: «Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.» dedi.
[007.021] Ve: «Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim» diye yemin de etti.
[007.022] Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: «Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?»
[007.023] Her ikisi, «Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz» dediler.
[007.024] «Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.»
[007.025] «Orada yaşar, orada ölür ve oradan dirilip çıkarılırsınız» dedi.

Kıssanın bu bölümündeki ayetlerde Şeytan, Adem ile eşini çıplak bırakmak için onlara yalan vaadler vererek amacına ulaşmaktadır. Yaptıkları hatanın sonucunda çıplak kalan Adem ile eşinin örtünmek için cennet yapraklarını kullanmaları, örtünmenin insanın fıtratından gelen bir özelliği olduğunu göstermektedir. Örtülü yaşamanın fıtri, çıplak yaşamanın ise arızi bir durum olduğunu, bu ayetler öncelikle Kabeyi çıplak tavaf eden Mekke müşriklerine öğretmektedir. Bu öğretiyi kıssanın ilerleyen ayetlerinde daha net görmekteyiz.

[007.026] Ey ademoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler inzal ettik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.
[007.027] Ey ademoğulları, şeytan, ana ve babanızı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa; sakın size de bir fitne yapmasın. O da, taraftarları da sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanı; iman etmeyenlerin velileri yaptık.

Bu ayetler çıplaklığın Şeytanın Adem oğullarının ayağını cennetten kaydırmak için oynadığı oyunlardan bir tanesi olduğunu vurgulayarak, bundan sakınılmasını emretmektedir.

[007.028] Onlar; bir hayasızlık yaptıkları zaman: Biz atalarımızı da onun üzerinde bulduk. Allah da bize onu emretti, dediler. De ki: Allah; hiçbir zaman hayasızlığı emretmez. Siz, bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?

28. ayet, Mekke müşrikleri tarafından Kabenin çıplak olarak tavaf edilmesinin çirkinliğini, Fahişeten kelimesi ile ifade etmekte, Mekkeliler ise bu fahşayı atalarından devraldıklarını ve bunu onlara Allah'ın emrettiğini söylemelerine karşın, bu durumun asla Allah tarafından emredilmediğini ve Mekkeliler'in yalan söylediğini bildirmektedir.

[007.029] De ki: «Benim Rabbim adâletle emretmiştir. Ve her secde yerinde yüzlerinizi doğru tutunuz ve O'na dinde muhlis kimseler olarak ibadette bulununuz. Sizi iptidaen yarattığı gibi, yine O'na döneceksinizdir.»

29. ayet, Allah'ın insanlara dair olan emirlerinin adalet dairesinin dışına çıkmadığını, Allah'ın insanlara böyle bir şey emretmediğini, insanların ona karşı nasıl kulluk yapması gerektiğini beyan etmektedir.

[007.030] O, bir kısmını doğru yola iletti, bir kısmına da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar, Allah'ı bırakıp şeytanları veliler edindiler. Bir de kendilerini doğru yolda sanırlar.

30. ayet, bu yanlışı bir kısım insanın gördüğünü, bir kısım insanın ise görmeyerek sapkınlığa devam ederek Şeytanı veli edindiğini, bu yolun doğru yol olduğunu zannettiklerini bildirmektedir.

[007.031] Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

31. ayet içinde geçen Zinet kelimesi , İnsanı dünya ve ahirette ona leke getirmeyen, onu rezil etmeyen, onu çirkinleştirmeyen şey anlamındadır. Buna göre zinetin takılması demek , insanı dünya ve ahirette rezil etmeyen ve çirkinleştirmeyen bir hayat sürülmesinin gerektiği anlamındadır. Mekkeliler'in Kabeyi çıplak yani zinetsiz olarak tavaf etmelerinin, onları dünya ve ahirette rezil eden ve çirkinleştiren bir durum olduğu hatırlatılmaktadır.

[007.032] De ki: «Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?» De ki: «Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.» Bilen bir topluluk için ayeteri böyle birer birer açıklarız.

32. ayet, Haram belirleme yetkisinin Allah'a ait olduğunu hatırlatarak, Mekkeliler'in tayin ettiği haramların yanlışlığına vurgu yapmaktadır. Allah'a iman eden kimselerin böyle bir yanlışa düşmeyeceğini hatırlatan ayet, dünya hayatında bu yanlışa düşenlerin kıyamet gününde bu zinet ve temiz rızıklardan mahrum kalacaklarını haber vermektedir.

[007.033] De ki: Rabbım, açığıyla, gizlisiyle tüm hayasızlıkları, günahı, Allah'a şirk koşmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.

İnsanların yegane rabbi ve ilahı olmasının kendisine verdiği yetki ile onlar üzerinde tasarruf sahibi olan Allah (c.c), haram koyma yetkisine dayanarak bu ayette Mekkeliler'in helal gördüğü şeylerin haram olduğunu beyan etmektedir. 28. ayette Fahişeten olarak geçen Kabeyi çıplak tavaf etmenin Mekkeliler tarafından helal olarak görülerek şirk işlenmesinin haram olduğu ve bu durumun Allah'a karşı bilmedikleri şeyi söylemek olduğu haber verilmektedir.

[007.034] Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler.
[007.035] Ey Adem oğulları! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınan ve gidişini düzeltenlere, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[007.036] Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.

Bu ayetler ise, dünya hayatının belirli bir süre olduğunu bildirerek, yaşadıkları hayat içinde kendilerine gelen elçilere itaat edenlerin kurtuluşa ereceklerini haber vermekte, dünya hayatında ayetleri yalanlayan bir hayat sürenleri ise ebedi cehennem ile tehdit etmektedir.

Sonuç olarak; Adem ve İblis kıssasını tarihi bağlamında okuduğumuzda bu sure içinde anlatılan kıssanın ana mesajının çıplaklığın çirkinliği olduğu görülecektir. Mekkeliler'in Kabeyi çıplak tavaf etmelerinin çirkinliğini hatırlatarak, bu çirkinlikten vazgeçmelerini öğütleyen ayetler, elbette sadece Mekkeliler ile sınırlı ve tarihselliğe gömülecek ayetler değildir. 

Bu ayetler evrensel mesaj olarak, insanın örtülü olmasının fıtratından gelen bir hal olduğunu, çıplaklığın Şeytan işi olduğunu, insanların örtülerini atmak sureti ile gezmelerinin Şeytan iğvası olduğunu belirterek, fıtratın gerektirdiği şekilde bir hayat sürmenin insanları dünya ve ahirette rezil etmeyeceğini ve çirkinleştirmeyeceğini haber vermektedir. 

İnsan hayatında helal ve haramları tayin yetkisinin sadece Allah'a ait olduğu vurgulanan kıssada, bu tayin yetkisini insanlara vermenin şirk olduğu da hatırlatılmaktadır.

Özellikle bayanların güzellik uğruna örtülerin atmaları, onları Allah indinde rezil ve çirkin duruma düşüreceği bu ayetlerin mesajı dahilindedir. 

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

23 Mart 2016 Çarşamba

Hucurat s. 13. Ayeti Bağlamında Türkiye'nin İçinde Bulunduğu Durumun Değerlendirilmesi

Kur'an ihtiva ettiği ayetlerde, kişi ve toplumların hayatlarına o ayetlerdeki emir ve yasaklar ile yön vermektedir. Bu ayetler doğrultusunda hayatlarına yön veren kişi , toplum ve devletler, dünya hayatlarında mutlu ve mesut bir şekilde hayatlarını sürdürmeyi de garanti etmiş olacaklardır. Ayetlere aykırı yaşam süren kişi , toplum ve devletler ise, yıkıma mahkum bir hayat süreceklerdir. 

Bu yazımızda , toplumların ve devletlerin yıkımının nasıl olabileceğini, Hucurat s. 13. ayeti bağlamında okuyarak, yaşadığımız topraklar üzerinde olan olaylar çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız.

[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.

Rabbimiz bu ayette , bizleri bir erkek ve dişiden üreterek farklı kavimler halinde çoğalttığını , bunun sebebinin ise, birbirimiz ile ilişkiler kurmak olduğunu , bir kavmin diğer kavme üstünlüğü olmadığı, bizi değerlendirme kriterinin ırkımız veya mensup olduğumuz kabile ile değil , "Takva" ile olduğunu beyan etmektedir.

İnsanlar arasında farklı ırk ve kavme mensup olmak, yaşadığımız dünyanın bir gerçeğidir , ve bu gerçeği kimse ret edemez. Asıl olan, bu gerçeğin nasıl bir ölçek dahilinde değerlendirilmesi gerektiği olup , yanlış ölçek ile değerlendirilen bu gerçek , insanlar arasında düşmanlık oluşmasına , zamanla toplumların ve devletlerin yıkılmasına zemin hazırlayan sebeplerden bir tanesi haline gelmektedir.

İnsanlar arasında düşmanlıkların ortadan kalkarak birlik ve beraberliğin oluşması için , o insanları birbirlerine bağlayan en geniş halka üzerinden bir aidiyet düşüncesinin geliştirilmesi şarttır. Farklı ırk ve kavme mensup olanların birbirleri ile olan birlik ve beraberlik duygularının pekiştirilmesi için , mensup oldukları ırk ve kavimden daha üst bir kimlik oluşturularak , bu üst kimlik üzerinden bir aidiyet geliştirilmediği müddetçe , insanlar birlik ve beraberliklerini daha alt kimliklerini oluşturan unsurlar üzerine bina etmeye çalışacaklardır. 

Aidiyetlerini alt kimlikler üzerine bina eden kişi , toplum ve devletlerin bu fikir ve yönetim politikaları , bu alt kimlikler üzerinden düşmanlık yaratarak , toplum ve devletler üzerinde kirli emelleri olan şeytanlar için bulunmaz bir fırsatı oluşturmaktadır.

Devlet'in tarifini , "Belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların , birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleyen kanunların oluşturduğu bir yapı" olarak yaptığımızda , aynı topraklar üzerinde üzerinde yaşayan insanların tamamının eşit ve aynı haklara sahip olarak yaşaması gerektiği de gündeme gelecektir. 

Aynı devletin şemsiyesi altında yaşayan insanlar farklı din , mezhep , meşrep , ırk , ve kavimlere mensup olabilir . Onların bu farklılıkları aynı devlet çatısında yaşayan insanlar arasında ne üstünlük ne de eziklik unsuru olarak görülmesi insanlar arasında kin ve düşmanlıklara yol açacaktır.

Bir devlet , sınırları içinde yaşayan insanların farklı dil , din , kavim v.s gibi "Alt Kimlik" olarak tanımlayabileceğimiz özelliklerini öne çıkaran bir yönetim tavrı sergileyecek olursa , bunun adı "Ayrımcılık Politikası" olup , bu ayrımcılık , hem o ülke sınırları içinde yaşayan insanları rahatsız edecek , hem de o ülke üzerinde şeytani emelleri olanlara , bu emellerini gerçekleştirmek için hazır bir alt yapı ve bahane sunulmuş olacaktır.

Son yıllarda yaşadığımız ülke toprakları üzerinde yaşanan olayları bu çerçeveden değerlendirmeye çalışacak olursak, cumhuriyetin ilk yıllarına geri dönerek, yeni cumhuriyetin ilkelerini nasıl bir temel üzerine oturttuğunu hatırlamak , alt kimliği öne çıkarak politikaların toplumları nereye getirdiği ve ne hale soktuğunu görmek açısından yeterli olacaktır. 

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte başlayan yeni süreçte , Türk kavmine mensup olanların yönetim üzerinde hakim olduklarını ve bu alt kimliği öne çıkarak bir yönetim politikası izlediklerini görmekteyiz. 

Türk kavmine mensup olanların , alt kimlikleri olan Türk olmalarını,  yönetim politikalarında öne çıkararak , "Ne mutlu Türküm diyene" , "Türkiye Türklerindir" , "Bir Türk Dünyaya bedeldir" v.s gibi söylemlerle insanlar üzerinde kavmiyetçilik duygularını kabartarak , bir kavmi üstün , diğer bir kavmi aşağılama yoluna gittikleri herkesin malumudur. Ezanın Türkçe okutulması , Türk ırkının saflaştırılması için Macaristan dan damızlık erkek getirilmesinin dahi gündeme gelerek faşizanlığın tavan yaptığı yönetim politikaları, hem Kürt ırkına mensup olanları rahatsız etmiş , hem de Türkiye üzerinde şeytani emelleri olanların ellerine hazır koz vermiştir.

Bir kavmin üstünlüğü üzerine kurulu sistem ve düşünce yerine , üst kimliği dikkate alan "Takva" temelli bir sistem ve düşünce kurularak , Türk , Kürt v.s kavim ayrımı yapılmadan insan olma onuru öne çıkarılarak temellendirilen yönetim politikaları uygulanmış olsaydı , bugün Türkiye nin içinde bulunduğu ve yıllardır binlerce insanın ölümüne sebep olan olayların önünün açılmasına fırsat verilmemiş olurdu.

Türkiye üzerinde şeytani emelleri olan devletler , cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan beri uygulanan kavmiyetçiliğe dayalı yönetim uygulamalarını, ellerine geçmiş hazır koz olarak kullanarak , Türkiyeyi güçsüz bırakarak topraklarını istila etmek için, Kürt kavmine mensup olanları özgürlük vaadi ile kandırarak onları kullanmaktadır. 

Özgürlük ve bağımsızlık vaatleri ile kendilerine kul ve köle yaptıkları insanların, üzerinde bulundukları topraklardaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarını hoyratça kendi halklarının kullanımı için sömürenler , buna karşılık bu ülkelere kan , gözyaşı ve zulümden başka bir şey getirmemektedirler.

Bugün Türkiye üzerinde oynanan oyunlar , özellikle güneydoğu bölgesinde bulunan başta petrol olmak üzere diğer doğal kaynaklarının müstekbir ülkeler tarafından daha kolay bir şekilde sömürülmesini amaçlanmaktadır . Bu amaca ulaşmak için kullanılan yöntem ise ,  o topraklar üzerinde yaşayan Kürt kavmine mensup insanların bir kısmını , devletin bu kavim üzerinde uyguladığı ayrımcı politikaları bahane ederek kışkırtmaktır. 

Türkiye insanını birbirine kırdırmak sureti ile ülkeyi güçsüz bırakmak ve bu yolla ülkeyi daha kolay elde etmek için uygulanan bu yöntem yabancı bir yöntem değildir. Yıllardır halkı Müslüman olan ülkelerde uygulanan bu yöntem ile haritalar cetvel ile çizilerek , şeytan ülkeler arasında pay edilmiş , sıra Türkiye gelmiş ve bu ülkenin sınırları yeniden çizilmek istenmektedir. 

Bugün adına "Terör" denilen ve bütün ülke insanını derinden etkileyen olayların sona ermesi için Türkiye devleti tarafından alınan önlemlerin bu terörü bitirmesi imkansızdır. Türkiyenin içinde bulunduğu durum uzun yıllar yapılan yönetim hatalarının bir sonucu olup , gelinen noktaya bir kaç senelik hatanın sonucunda gelinmemiştir. Gelinen noktanın geri dönüşü ve huzur ortamının sağlanması için kısa süreli tedbirlerden çok uzun vadeli tedbirlerin alınması elzemdir.

İçinde bulunduğumuz duruma uzun yıllar süren bir süreç sonunda gelmiş olmamızı , bu durumdan çıkışında belki daha uzun yıllar sürecek olan yeniden yapılanma ile mümkün olacaktır. En baştaki yetkiliden tutunuz , en sade halk bile bu durumdan çıkışı istemekte fakat , ortaya konulan çıkış çareleri, günü birlik çıkış çareleri olduğu için fayda yerine zarar vermektedir.

Hucurat s. 13. ayeti , bizlere içinde bulunduğumuz durumdan çıkmanın reçetesini vermektedir. 

Reçetede , insanlara belirli bir kavme mensup olduğu için değer verilmesi ve bu değer üzerine kurulu yönetim anlayışı yerine, insanlara verilmesi gereken değerin "Takva" ya dayalı bir sistemden alınması gerektiği yazmaktadır.

İnsanlara Türk , Kürt , Arap v.s gibi kavme mensup oldukları için üstün veya küçük görmek yerine , o insanları birbirine bağlayan daha üst bir değerler sistemini hayata hakim kılmadıkça, insanlar arasında baş gösteren bu düşmanlığın önünün alınması mümkün olmayacaktır. 

Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların kavimlerini değil , inançlarını öne çıkaran bir yönetim sistemi kurulmadıkça , bir kavme mensup olan insanlar kendilerini bu ülkenin tek sahibi , diğer kavme mensup olan insanlar da kendilerini sığıntı ve aşağı bir insan olarak görmekten kurtulamayacaklardır. 

Onların bu durumu ülkeyi bölmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat olup , bu fırsatı değerlendirmek için ellerinden geleni ardına koymayacaklardır.

Türkiye nin içinde bulunduğu savaş ortamından kurtulabilmesi için , dün nasıl kökten bir yenilenme yapılarak Osmanlı İmparatorluğunun yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ise , bugün yeniden kökten bir yapılanma gerekmektedir.

Yönetim ilkelerini "Takva" temelli bir sisteme dayandıran yeni bir yapılanmada hiç bir kavim kendisini ne üstün ne de aşağı olarak görmeyecektir. Birbirleri ile farklı kavimlere mensup olsalar dahi daha üst bir kimlikleri olan inanç beraberliği üzerine kurulu bir sistemde dostluk ve kardeşlik bağları daha sıkı olacak ve bundan zarar görecek olan ülke insanı değil , bizleri bölmek ve parçalamak isteyen şeytanlar olacaktır. 

Türkiyenin takva temelli bir sisteme sahip olmasının önünde öncelikle anayasal engeller olduğu malumdur. "Değiştirilemez" denilen maddeler , bizlerin bu güne gelmemizde önemli bir payı olan maddeler olup , bunların yerinde kalması demek , içinde bulunduğumuz durumun daha da kötüleşmesi anlamına gelecektir. 

Bugün Türkiye genelinde referandum yapılarak , "Türkiye Cumhuriyeti" isminin değiştirilip, bu topraklar üzerinde yaşayan bütün insanları kapsayan başka bir isim konulup konulmasının oylanması sonucunda , büyük çoğunlukla "Hayır" oyları galip gelecektir. Bu gün ülke yönetiminin  başındakiler bile, anayasayı değiştirme çabalarında "Değiştirilmesi bile teklif edilemez" denilen maddelerin değiştirilmesi konusunda en küçük bir dil uzatsalar, anında dilleri kesilecektir. 

Kavmiyetçiliğin tavan yaptığı bir ülkede böyle bir yeniden yapılanmanın zorluğunu hatta imkansızlığını bu satırları yazan çok iyi bilmektedir. Böyle bir kökten yapılanma olmadığı müddetçe , terör olaylarının arkasının kesilmeyeceğini , daha uzun yıllar sonunda bu ülkenin bölünmesinin gerçekleşeceğini ise yönetim kademesindekiler de çok iyi bilmelidir. 

Firavunun Mısır ülkesindeki gerçekleştirdiği yönetim politikası ve sistemi , özellikle kavmiyetçiliği dayalı bir sistem üzerine kurulu yönetimlere ibret olmalıdır. İsrailoğullarını yok sayan ve onları soy kırıma uğratarak nesillerin kesmek isteyen Firavun ve avanesi bu yönetimlerinin sonuçlarını canları ile ödemişlerdir.


Aynı ülke üzerinde yaşayan insanları birbirine bağlayan ortak payda Allah (c.c) nin önerdiği "Takva" temelli bir hayat olmalıdır. Böyle bir temele dayanmayan hayatlarda her türlü anarşi ve terör kaçınılmaz olup , toplumu rahatsız edebi bir unsur olarak ,hem maddi hem de manevi olarak yıkıma sebep olacaktır.

Temellerini laik , kemalist ilkeler üzerine kuran bir devletin bu ilkeleri terk ederek , üstünlüğü takva da arayan bir sistem kurması zor görünmektedir. Ancak başımızda olan bela ve sıkıntılardan kurtulma çaresi , yerleşik sistemin devam etmesi  değil , değişmesidir.

Yerleşik sisteme bağlılığın tavan yaptığı bir ülkede böyle bir düşüncenin dahi recmedilme sebebi olduğunu gayet iyi bilmekteyiz. Ancak içinde bulunduğumuz sıkıntıların sebebi olan sistemin devam etmesini istemek sorunu bitirmeyecektir.

İçinde bulunduğumuz sıkıntılara yol açan sistemi savunmaya devam etmek , bu sıkıntılara bu sistem içinde çözüm aramak çözüm değil çözümsüzlük üretmekten başka işe yaramayacaktır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin birbirleri ile tanışıp kaynaşmaları için farklı kavimler halinde getirdiği insanlar zaman içinde bu farklılıklarını övünç vesilesi haline getirerek , "Kavmiyetçilik" denen bir hastalığa tutulmuşlardır. Bu hastalığın tavan yaptığı Arap toplumu içindeki Evs ve Hazrec kabilesi , yüzlerce yıldır süren bu düşmanlıklarını takva temelli bir hayat neticesinde unutarak, bizlere bu konuda güzel örnek olmuşlardır. 

Kavmi öne çıkarak düşünce fikir ve sistemler insanlar için her zaman zulüm kaynağı olmuş ve bu zulmü yapanlar ise helak olmuşlardır. Bu helak değişmez bir yasa olup , bu gün ve yarın aynı zulüm sistemi üzerine yönetim bina edenler bu yönetimleri ile birlikte helak  olacaklardır. 

Helak sadece zulmedenler ile sınırlı kalmayarak , içimizden bu zulme seyirci kalanlara da sirayet ederek, bizlerinde helak olmasına sebep olacaktır. Kişiden başlayarak topluma , oradan yönetime taşınan takva temelli hayatlarda , mensup olduğumuz kavim övünç vesilesi değil , sadece alt kimlik olarak kalacak ve düşmanlığa yol bir unsur olmaktan çıkacaktır.


Bir ülke toprakları üzerinde yaşayan insanların farklılıkları , o ülkeler üzerinde hain emelleri olanlar tarafından istismar konusu edilerek , o ülkeyi güçsüz düşürerek işgal etme planlarının en başta gelenidir. Bir ülke toprakları üzerinde yaşayan insanlar aidiyetlerini en üst kimlik üzerinden pratiğe dökmediği müddetçe yaşadığımız topraklar üzerinde dönen olayların ardı arkası kesilmeyecektir. 

RABBİMİZ BİZLERİ ÜST KİMLİĞİ ÖNE ÇIKARARAK BİRBİRLERİ İLE KARDEŞ OLDUĞUNU UNUTMAYAN KULLARINDAN KILSIN.

13 Mart 2016 Pazar

Ankebut s. 45. Ayeti Bağlamında Şuayb (a.s) ın Salatının Bize Dönük Mesajı

Kur'anı doğru anlamanın yollarından birisi , kavramlar etrafında oluşturulmuş olan anlam örgüsünü okuyabilmek, ve bu anlamı hayata yansıtabilmektir. Herhangi bir kavramın içini boşaltarak, onu daraltma veya buharlaştırma ameliyesine tabi tuttuğumuzda , bu kavram üzerinden önerilen sistem ve kurallar doğru anlaşılmamış olacaktır. 

Salat , Kur'anın "Anlam Buharlaştırma" ameliyesine uğratılmış olan en başta gelen kavramlarından bir tanesidir. Bu kelimenin bir çok  Müslüman zihninde meydana getirdiği ilk anlam sadece namaz ibadeti , bir kısım Müslüman zihninde ise namaz ibadetinin haricinde olan bazı anlamlar olup , Türkiye Müslümanlarının gündeminde , "Salat namaz mıdır değil midir?" şeklinde tartışmaların konusu olmuş vaziyette , Kur'anın bu kavram üzerinden vermek istediği mesajın doğru anlaşılıp hayata aktarılmasını beklemektedir. 

Kur'an okuyucularının bilmesi gereken önemli bir husus şudur ki ; Kur'an içinde geçen bir kelime sadece etimolojik anlamı üzerinden gidilerek anlama çalışmasına tabi tutulduğunda bizlere net bir bilgi vermeyebilir. Kelimenin içinde bulunduğu cümle , ayet , sure , kur'an bütünlüğü dikkate alınarak , o kelimenin ifade ettiği anlamın anlaşılmaya çalışılması , bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir. 

"Salat" , kelime olarak tefsir literatüründe "Çok anlamlı" olarak ifade edilen bir kelimelerdendir, bu kelime geçtiği ayetlerin tamamında aynı anlama gelmez. Namaz ibadetinin Kur'anda olmadığını savunan zihniyet sahiplerinin , kelimenin bu yönünü istismar ederek bazı laf cambazlıkları ile kendi düşüncelerini Kur'ana onaylatma yolunu seçtiklerini görmekteyiz.

Kelimelerin etimolojik anlamlarının bilinmesinin, elbette Kur'anın anlaşılmasında önemli bir rolü bulunmaktadır. Salat kavramı da etimolojik açılardan incelenerek, anlamı üzerinde konuşulabilir, fakat bu kavram diğer kavramlardan farklı olarak "Anlatılmaz yaşanır" diyebileceğimiz bir öneme sahiptir. 

Kur'anın kelimelere yüklediği en doğru ve gerçekçi anlamı , bu kelimenin etrafında yaşanan elçi kıssaları ile, bizlere anlatılan geçmiş hayat örneklerinden anlamak mümkündür. Elçiler , Allah (c.c) tarafından gönderilmiş insanlar olarak , kavimlerinin hayatlarında olan yanlışları ikaz etmek , ve onları düzeltmeleri yönünde hatırlatmalarda bulunan ve hatırlattıkları şeyleri önce kendileri örneklik olarak yaşayan insanlardır. 

[006.162] De ki: Salatım, nusukum, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir.

"Salat" , insan hayatının en önemli kavramlarından olup , en geniş anlamı ile "Kulun kendisinden yüce olarak bildiğine karşı olan yönelimi" olarak nötr bir tarif getirilebilir. Bu yönelimin sadece olması gereken ise , yüceler yücesi olan Allah (c.c) olup , onun dışındakilere yapılan yönelim Kur'an literatüründe "Şirk" olarak adlandırılmıştır. 

 اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ

[029.045] Kitap'tan sana vahyolunanı oku; salatı ikame et; muhakkak ki salat hayasızlıktan ve fenalıktan alıkoyar; Allah'ın zikri en büyüktür! Allah Yaptıklarınızı bilir.

Ankebut s. 45. ayetinde , salatın ikamesi emredilmekte olup , ikame edilen bu salatın kişileri fahşa ve münkerden alıkoyacağı haber verilmektedir. Fahşa ve münkerden alıkoyması, salatın en önemli tarafı olduğunun beyan edilmiş olması, dikkat çekici bir noktadır. 

Ayrıca salatın nötr anlamını dikkate aldığımızda , fahşa ve münkerden alıkoymak bir tarafa , fahşayı ve münkeri emreden bir salat anlayışını müşriklerde görmekteyiz. Onların fahşa ve münkeri emreden bir salat içinde olmalarına sebep ise , Allah (c.c) dışındakilere olan yönelimleridir.

Peki nedir bu fahşa ve münkerden alıkoyan salat ? dediğimizde soruya cevap olarak, yazımıza konu etmeye çalışacağımız Şuayb (a.s) ın salatı nasıl ikame ettiğinin örneği karşımıza çıkmaktadır.

Muhammed (a.s), kendisine okunan önceki elçi atalarının yollarını izleyen bir yöntem ile salatı ikame etmeye çalışmıştır. İşte bu elçi atalarından bir tanesi Şuayb (a.s) olup , onun kavmine karşı salatı ikame etme örnekliği, başta Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlara örnek olmuş , ve bu örneklik bizler için de geçerlidir. Şuayb (a.s) ın kavmine karşı söyledikleri onun salatı ikame etmesinin örnekliği olup , dile getirdiği yanlışlara karşı ortaya koyduğu doğrular, ve bu uğurdaki mücadelesi , onun salatı ikame etme etmenin hayat içinde pratize edilmiş halini göstermektedir.

Şuayb (a.s) ın kavmi Medyen in nasıl bir yanlış içinde olduğunu şu ayetler bizlere anlatmaktadır.

[007.085]  Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik): «Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan (insan)lar iseniz, böylesi sizin için daha iyidir!»
[007.086]  Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur!

[029.036]  Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik, onlara dedi ki: «Ey benim kavmim! Yalnız Allah’a kulluk edin, âhiret gününü bekleyin ve ülkede fesatçılık yaparak düzeni bozmayın!»

[011.084] Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı gönderdik. Şu'ayb onlara: «Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. Ölçeği ve tartıyı da eksik tutmayın; ben sizi bir refah içinde görüyorum ve ben, sizi kuşatacak bir gönün azabından korkuyorum.
[011.085]  «Ve ey kavmim! Ölçeği de, teraziyi de adâlet ile ifâ edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde müfsidler olarak fesad çıkarmayın.»
[011.086]  «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»

Medyen kavminin yanlışlarını , Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul etmemek sonucunda meydana gelen, yeryüzünde fesat çıkarmak , kendileri inanmadıkları gibi inanmış olanları yoldan çevirmeye çalışmak , refah içinde bir yaşam sürdükleri halde bunun şükrünü ifa etmemek , ölçü ve tartıda noksanlık olarak sıralayabiliriz. 

 Medyen kavmi, yaşamış oldukları hayat sisteminin kendilerine atalarından geçtiğini , onların yollarını izledikleri söylemekte, ve bu yolun doğru olduğuna dair olan delillerini bu şekilde dile getirmekte idiler. Atalarından devraldıkları bu sistemin yanlış olduğunu , yaşadıkları hayat içinde yapıp ettiklerini belirleme yetkisinin Allah (c.c) ye ait olması gerektiğini kavmine tebliğ eden Şuayb (a.s) ın kavminden aldığı cevap şu dur ;  

[011.087] «Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin» dediler.

Kavminin Şuayb (a.s) a söylediği "Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır?" sözü , onlarında kendilerince belirlenmiş bir kuralları olduğunu yani o kavminde salatı ikame ettiğini söyleyebiliriz. Ancak o kavmin salatını belirleyen Allah (c.c) olmadığı için o kavim zımnen Şuayb (a.s) a " Bizim salatımızı belirleyen atalarımızın gittiği yol olup , bu salatın kurallarında mallarımız üzerinde belirleme hakkı Allaha ait değildir bizim salatımızda böyle bir kural yoktur" demektedir.

Salat kavramının Şuayb (a.s) örneğinde hayata geçirilmesi, kavminin ağzından çıkan sözlerle bize öğretilmektedir. Buna göre salatın insan hayatındaki anlamlarından bir tanesi , Atalardan gelen ve şirke dayalı hayat sistemini terk etmek , insan hayatı üzerindeki tasarruf yetkisinin insanlar değil , onu yaratan Allah (c.c) olduğunu insanlara hatırlatmak yolunda yapılan çabaların bütünü olduğunu söyleyebiliriz. 

"Salatı ikame" şeklinde bir terkip ile gelmesi , bu kavramın hayat ile olan bağının etle tırnak misali bir kavram olduğunu bize göstermektedir. Yani "Salat" kavramı , sadece söz ile anlatılacak bir kavram değil , hayatın içinde yaşanan bir kavramdır.

Şuayb (a.s) ve diğer bütün elçiler,  bu kavramın gereği olarak sadece Allah (c.c) nin çizdiği kurallar dahilinde yaşanan bir hayatın hakim olması için kavimlerine gerekli olan hatırlatmaları yapmış , onların bu hatırlatmaları Muhammed (a.s) a örnek olmuştur. 

Bu örneklikler bizlerin hayatında nasıl pratiğe aktarılabilir?.

Bu sorunun cevabını , Şuayb (a.s) ın kavmine karşı olan sözlerinden anlayabiliriz.

[011.088]  Dedi ki: «Ey kavmim görüşünüz nedir-söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O'na tevekkül ettim ve O'na içten yönelip dönerim.»

Şuayb (a.s) , kavminin yaptığı yanlışları önce kendi hayatından çıkarmak sureti ile göstererek , doğru bir yaşamın örneğini kendisi üzerinden pratik olarak insanlara aktarmaktadır. Kur'anın bir çok yerindeki "Salatı ikame edin" emrini, sadece "Namazı kılın" olarak anladığımızda (Namaz ibadetini ret ettiğimiz anlaşılmasın) günün kalan vakitlerinde sanki serbestmişiz gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır ki , bu düşünce salat kavramının anlamına terstir. 

Nisa s. 103. ayetinde "Kitaben Mevkuten" (Yazılmış Vakit) olarak beyan edilen salat (namaz) günün belirli vakitlerine has bir bir ibadet olup , bu vakitler haricinde de salatı ikame etmek yani bütün yönelimimizi Allah (c.c) ye has kılmak ile yükümlü olduğumuz hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Salat , hayatın her anında kulun Allah (c.c) ye olan yöneliminin bir ifadesi olduğuna göre , bu yönelmenin tersi olarak başkalarına yapılan yönelmeler "Tevelle" (Sırt çevirmek) anlamına gelerek , hesap gününde ateşe atılmak olarak karşılığı görülecektir. Tarih boyunca gelen elçiler , insanlara bu gerçeği haber vererek sadece Allah (c.c) ye kul olmanın nasıl hayata geçirilmesi gerektiğini hem sözlü , hem de fiili olarak tebliğ etmişlerdir. 

Bizler "Müslüman" olmanın bir gereği olan  "Salatı ikame" ile görevli kullar olarak , aynı yolu izlemek ve , salatı ikame etmenin anlamını kendi hayatımızda yaşayarak göstermek ile mükellefiz. Ancak ne var ki bir çoğumuz , sadece bu kavramın yaşama aktarılmamış boyutunu yani kavramı tartışmak yolunu seçerek , hayat içinde yaşanma örneği gösterememekteyiz. 

Salat anlam olarak , Allah (c.c) ye YÖNELMEK , onun dışındakilere YÜZ ÇEVİRMEK demek olup , Allah (c.c) dışındakilere yönelmek demek , Allah (c.c) ye yüz çevirmek anlamına gelecektir. Salatı ikame etmenin örneğini Şuayb (a.s) dan öğrenecek olursak , onun mensup olduğu kavmin Allah (c.c) den yüz çevirmesinin hayatlarına nasıl yansıdığını iyi okuyup , bu yansımanın bu gün için nasıl yaşadığımız toplum içinde ortaya çıktığını görerek , önce kendimizi o kavmin şirkinden temizlemek sonra da salatı ikame etme emrinin gereklerini yerine getirmeye çalışmalıyız. 

Kavminin Şuayb (a.s) a söylediği "Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır?" sözü bize, onun yerine getirmeye çalıştığı "Salatı ikame" emrinin, birilerini rahatsız ettiğini yani ses getirdiğini göstermektedir.
Eğer bizim salatı ikame adına yapmış olduğumuz fiiller ve söylediğimiz sözler , Allah (c.c) ye yüz çevirerek , salatlarını ondan başkaları adına ikame edenlerin nezdinde bir rahatsızlık meydana getirmiyor ise , salatı ikame adına yaptığımız amelleri gözden geçirmemiz gerekmektedir.

Ancak bugün bir kısım Müslüman bu emrin sadece bir cüzü olan namazı hayatına geçirmekte , fakat bu cüz bile o kişileri "Fahşa ve Münker" olarak ifade edilen fiillerden alıkoymamaktadır. "Müslüman" olma iddiası ile salatı ikame emri ile yükümlü olarak fahşa ve münkerden alıkoymak ile görevini üstlenmiş olan kişilerin, fahşa ve münkeri işlemekte ön sıralarda olması , bizlerin bu konuda önder olması gerekirken , kendi içimizde daha bu kavramı içselleştirememiş olduğumuzu göstermektedir.  

Şuayb (a.s) ın salatı , Ankebut s. 45. ayetinin beyanı üzere ikame edilmiş bir salat örneği olarak karşımıza çıkmakta , hem onu fahşa ve münkerden alıkoymakta , hem de kavminin , fahşa ve münkeri terk etmeleri için gereken mücadeleyi yapmasına sebep olmaktadır.

[003.104] Sizden, hayra çağıran, marufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.

Maruf olanı emretmek , münker olandan sakındırmak şeklinde bir çok ayette beyan edilen durum , iman edenlerin vasfı olarak karşımıza çıkmaktadır. İyi ve güzel olan şeyleri ifade eden bir kavram olan "Maruf" olanı tavsiye etmek, ve kendisi de onu yaşamak ile görevli olan iman edenler , bunu yapmayarak , kötü ve çirkin olan şeyleri ifade eden bir kavram olan "Münker" olanı hayatlarına hakim kıldığında fesadın kapısının açılmasına sebep olarak , bu fesadın meydana getirdiği zararlardan sorumlu olacaklardır. 

Sonuç olarak ; Aldığı her nefeste kulluk bilincini unutmaması gereken bizlere , bu bilincin nasıl hayata geçirileceği , bizden önce bu bilinci hayata geçiren elçiler örnek gösterilerek canlı bir şekilde öğretilmektedir. "Salat" bu bilincin  hayata geçirilmesi anlamında bir kelime olup , "Anlatılmaz yaşanır" diyebileceğimiz bir kavramdır. 

Gönderilmiş elçilerden olan Şuayb (a.s), bu kavram etrafında oluşan anlamı önce kendi hayatına , sonra yaşadığı kavmin yanlışlarına karşı koymak sureti ile toplumun yanlışlarına karşı doğru olanı ikame etmek görevi dahilinde yapması gerekenleri yapan, örnek bir elçi olarak bizlere "Rol Model" olarak sunulmaktadır. 

Onun salatı ikamesinin kavmini rahatsız etmiş olması , bu kavramın hayata geçirilmesinin bazı taşların yerinden oynamasına sebep olduğu anlaşılmaktadır. Bizler bu görevi ifa adına yaptığımız şeyler, eğer bazı taşların yerinden oynamasına sebep olmayarak , taşların daha sağlamlaşmasına sebep oluyorsa , kendimizi yeniden gözden geçirmenin vakti gelip geçmektedir.  

Enam s. 162. de beyan edildiği üzere , salatın Allah (c.c) için olması , onun dışındaki yönelimlerin ret edilmesi anlamına gelmekte olup , Kur'an bu yönelimini kime olacağı konusunda yapılmış mücadele örnekleri ile dolu bir kitaptır. Salatın Allah (c.c) dışındakilere yapılmasında neticesinde ortaya çıkan durumun adı fesat olup , yeryüzünün ıslahı sadece salatın Allah (c.c) ye has olması neticesinde mümkün olacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.