Kur'an'ı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'an'ı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2023 Cumartesi

İsra s. 103. Ayeti Örneğinde Kur'an'ı Kendi Bütünlüğünde Anlamak

 Kur'an'ı anlayarak okumaya çalışan bir okuyucunun bazı ayetleri okuduğunda, kafasına bazı soru işaretleri takılması kaçınılmaz, hatta böyle olması da gereklidir. Çünkü kafasına takılan bu soru işaretleri, onu daha detaylı okuma ve araştırmaya yöneltecek, bu durum ise  okuyucunun ufkunu daha da genişletecek Kur'an' karşı olan inancını güçlendirecektir.

Kur'an'ı doğru anlamanın en başta gelen yolu "Kur'an Bütünlüğü" olarak ifade edilen yöntemi dikkate almaktır. Bu yöntemi nasıl dikkate alacağımızı ise bundan önceki yazılarımızda da örneklerle vermeye çalışmıştık. Bu yazımızda, İsra s. 103. ayeti üzerinden bu yöntemin örneklerini vermeye devam edeceğiz. 

İsra s. 101- 104. ayetleri Musa (a.s.) ile Firavun arasında geçen mücadeleden bir kesit sunmaktadır. 

101- وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسٰى تِسْعَ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍ فَسْـَٔلْ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اِذْ جَٓاءَهُمْ فَقَالَ لَهُ فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا مُوسٰى مَسْحُورًا

Andolsun ki biz Musâya açık açık dokuz âyet verdik. İşte İsrail oğullarına sor: O, bunlara geldiği vakit Fir'avn ona: «Musa, ben seni herhalde büyülenmiş sanıyorum» demişdi.

102-قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَٓا اَنْزَلَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِلَّا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ بَصَٓائِرَۚ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا فِرْعَوْنُ مَثْبُورًا

O da: «Andolsun, dedi, bunları (her biri basıyretle görülecek) birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini bilmişsindir. Ben de, Fir'avn, seni herhalde helak edilmiş sanıyorum».

103-فَاَرَادَ اَنْ يَسْتَفِزَّهُمْ مِنَ الْاَرْضِ فَاَغْرَقْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ جَم۪يعًاۙ

Derken onları o yerden sürüb çıkarmak istedi. Biz de hem kendisini, hem maiyyetindekileri, topdan suda boğuverdik.

104- وَقُلْنَا مِنْ بَعْدِه۪ لِبَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اسْكُنُوا الْاَرْضَ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ الْاٰخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَف۪يفًاۜ 

Arkasından da İsrâîl oğullarına (şöyle) dedik: (Haydin), o yerde siz oturun. Sonra âhiret va'di geldiği vakit onları da, sizi de bir araya getireceğiz».

Bu kıssanın 103. ayetini okuyan dikkatli bir okuyucu, Musa (a.s.) kıssasının geçtiği diğer ayetleri hatırlayacak, Araf ve Taha surelerinde geçen şu sözler hatırına gelecektir.

7- 105 حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ

«Allaha karşı hakdan başkasını söylememekliğim (üzerime) borcdur. Size Rabbinizden açık bir alâmetle gelmişimdir. Artık İsrâîl oğullarını benimle beraber gönder».

20- 47 فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

«Hemen gidin de ona (şöyle) deyin: — Biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîl oğullarını bizimle gönder. Onlara işkence etme. Biz sana Rabbinden hakıykî bir âyet getirdik. Selâm (ve selâmet), doğruya tâbi olanlara».

Bu iki ayetteki dikkatimizi çeken husus, İsrailoğullarının Firavun tarafından serbest bırakılmasının istenmiş olmasıdır. İsra s. 103. ayetinde Firavunun, İsrailoğullarını yaşadıkları topraklardan sürmek istemesi ile, İsrailoğullarını serbest bırakmasının istenmesi arasında zıtlık gibi görünen durum, haklı olarak  okuyucunun kafasında bir takım soru işaretlerinin oluşmasına neden olacaktır.

Peki bu müşkilat nasıl çözülecektir.? 

                            Kur'an, içinde ihtilaf barındırmayan bir kitaptır. (Nisa s. 82)

Öncelikle Kur'an'ın bir tarih kitabı olmadığı gerçeğini akıldan çıkarmamak gerektiğini hatırlatmak yerinde olacaktır. Kur'an tarihte geçmiş olayları anlatma amacı tarihi bilgi  değil, vermek istediği mesajın daha da anlaşılır olmasını sağlamaktır. Müşkilatın çözümü için yine aynı surenin önceki ayetlerini hatırlamak gerekmektedir. 

17-73. Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.

17-74. Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık, az kalsın onlara biraz meyledecektin.

17-75. İşte o zaman sana, hayatın da, ölümün de katmerli acılarını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın.

17-76. Seni o yerden (Mekke'den) sürüp çıkarmak için neredeyse seni sıkıştıracaklardı. Bunu yapabilselerdi, senin ardından orada pek az kalırlardı.

17-77. Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz hakkındaki kanun böyledir. Bizim kanunumuzda hiçbir değişme bulamazsın.

76. ayette geçen "sürüp çıkarmak" şeklinde çevrilen kelimenin Arapça orjinal metindeki karşılığı "Fezze" kelimesidir. Yukarıdaki ayetler gurubunda, Mekkeli müşriklerin Muhammed (a.s.) a karşı olan düşmanlıkları ele alınmakta, elçilerini yurdundan ayrılmak zorunda bırakanların da yurtlarında pek fazla kalamayacaklarının "Sünnetullah" olduğu hatırlatılmaktadır. Sünnetullah olarak bildiğimiz kavramın, geçmiş toplumlar üzerinde uygulanan helak yasaları olduğunu kısaca hatırlatmak isteriz

Bu noktayı dikkate aldığımızda Firavun ve ordusunun helak sebebinin İsrailoğullarını yaşadıkları topraklardan sürmek istemeleri olduğu beyan edilerek Sünnetullah gereği helak edildikleri haber  verilmektedir. Yani geçmişte helak edilmiş bir topluluğun helak nedeninin, güçlü bir topluluğun güçsüz bir topluluğa karşı zalimce davranarak onları yaşadıkları yerden koparmak istemelerinin neticeleri anlatılarak, Mekke müşriklerinin Muhammed (a.s.) a karşı olan davranışlarının neticelerinin ne olacağına dikkat çekilmektedir.

Allah (c.c) Mekke müşriklerine  blöf yapmadığını, geçmişte yaşanan ve kendilerinden kat be kat üstün güçlere sahip olan Firavun ve ordusunun helak edilmiş olduğunun haberi verilmek sureti ile Mekke müşriklerine gözdağı vermektedir. Bu gözdağı aynı zamanda İsrailoğullarına da verilmektedir. Şöyle ki ;

İsra s. ayetlerine baktığımızda bazı ayetlerinin Medine hicretinin hemen öncesi veya sonrasında inmiş olduğu anlaşılacaktır. Bu ayetlerde Muhammed (a.s.) ın Medine'de karşılaşacağı topluluk olan İsrailoğulları'ndan bahsedilmekte, o topluluğa eskiden yaptıkları yanlışları hatırlatılmakta, eski yanlışlarını tekrar ettikleri takdirde başlarına gelenlerin aynısının geleceği onlara da yani Sünnetullah'ın tekrar edeceği bildirilmektedir. 

Kur'an içinde 3 yerde geçen Fezze kelimesinin aynı sure içinde Adem ve İblis kıssası içinde de geçtiğini görmekteyiz. Bu geçiş bizlere sure içi bütünlüğe örnek teşkil etmiş olması açısından ilginçtir.

Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman aynı kıssanın farklı anlatımlar şeklinde bizlere sunulduğunu görmekteyiz. Bu anlatım üslubu ise Kur'an'ın tarihsel bilgi vermek yerine, mesaja dikkat çekmek şeklinde bir yöntemi olmasındandır.

Adem ve İblis kıssasının İsra s. içinde geçen ayet mealleri şöyledir. 

17- 61. Hani meleklere, "Âdem için saygı ile eğilin" demiştik, onlar da saygı ile eğilmişlerdi. Yalnız İblis saygı ile eğilmemiş, "Hiç ben, çamur hâlinde yarattığın kimse için saygı ile eğilir miyim?" demişti.

17- 62. Yine demişti ki: "Benden üstün tuttuğun kişi bu mu, söyler misin? Andolsun eğer beni kıyamete kadar ertelersen, onun soyunu, pek azı hariç, (azdırarak) kontrolüm altına alacağım."

17- 63. Allah, şöyle dedi: "Çekil, git." Onlardan kim sana uyarsa, kuşkusuz cehennem tam bir karşılık olarak hepinizin cezası olacaktır."

17- 64. "(Haydi) onlardan gücünün yettiğinin ayağını çağrınla kaydır (vestefziz)   Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yürü. Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun." Hâlbuki şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va'detmez.

17- 65. "Şüphesiz, (gerçek) kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin yeter.


Adem ve İblis, Musa (a.s.) ve Firavun kıssalarının İsra s. içinde geçen bölümünü 64. ve 103. ayetler içinde geçen Fezze fiilini merkeze alarak sure bütünlüğü kurmak mümkündür. Bu bütünlüğü ise kısaca şu şekilde kurabiliriz.

Mekke müşrikleri Muhammed (a.s.) ın davetini türlü yollarla inkar etmekte, onun görevini engellemek için Mekke'den çıkarma planları bile kurmaktadırlar. Onların bu planları geçmişte yaşanmış olan bir helak olayı anlatılarak nasıl bir bedel ödeyeceklerine dikkat çekilmektedir. Geçmişte aynı hatayı Musa (a.s.) a karşı yapmış olan Firavun ve ordusu, denizde boğulmak sureti ile helak edilmişlerdir. Bu helak olayının ise değişmez bir yasa olarak Mekke müşrikleri içinde geçerli olacağı bildirilmektedir.

Bilindiği üzere Şeytan kavramı Kur'an genelinde, kötülüğün en üst sınırı olan kişi ve ameller için kullanılmaktadır. Bu kavram temsili bir kıssa ile bizlere anlatılmaktadır. Kıssada bizler olarak temsil edilen Ademin karşısında İblis adlı temsili bir karakter bulunmaktadır. İblis, Şeytan olarak vasıflandırılarak onun bizlere karşı neler yapacağı, ayağımızı nasıl kaydırmak isteyeceği Kur'an içinde 7 ayrı sure içinde bizlere anlatılmaktadır.  Kıssanın İsra s. içinde geçen bölümünde ise Mekke müşriklerinin Muhammed (a.s.) a karşı yaptıkları eylem, aynı kelime ile özdeşleştirilerek Mekke müşrikleri Şeytana benzetilmektedir.

Sonuç olarak; Kur'an okuduğumuz zaman karşımıza çıkan bazı ayetler arasındaki çelişki gibi görünen noktalar bütüncül bir okuma yapılmamasından kaynaklanmakta, bütüncül bir okuma yapıldığında ise böyle bir çelişkinin asla olmadığı açıkça görülecektir. Bizler Allah'ın kitabını iman etmiş olma ön kabulü ile okuduğumuz zaman bu gerçeklik daha net olarak karşımıza çıkacaktır.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.


21 Mart 2018 Çarşamba

Süleymaniye Vakfı'nın Kur'an'ı Açıklama İlmi ve Bu İlmin Darabe Kelimesi Hakkındaki Görüşleri Çerçevesinde Değerlendirilmesi

Süleymaniye Vakfı'nın kendi ifadelerine göre 40 yıldır yaptıkları sayısız toplantılar sonucu ulaştıklarını iddia ettikleri Kur'an'ı anlama ilmine göre:

1- Kur'an ayetlerini Allah'tan başka kimse açıklayamaz.
2- Allah'tan başkasının açıklamalarına uymak ona kul olmaktır.
3- Bu ilmi bildiği halde kendisini ayetleri açıklamaya yetkili gören kimse yoldan çıkmıştır. (Kafir olmuştur demeye sanırım dilleri varmadığı için yoldan çıkmıştır demişler)
4- Allah'ın açıklamalarını uzman bir ekip ortaya çıkarabilir.
5- Fussilet s. 3. ayetine göre Kur'an "Bilenler topluluğu" için açıklanmıştır. Bu topluluk ise "Kur'an'ı Açıklama İlmi" ni bilen ve ona göre davrananlardır. (Şıklarda olan iddialar kendi sitelerinden alınmıştır)

 Direk olarak söylememiş olsalar da, örtülü olarak bu işte tek yetkili olduklarını söyledikleri için, Kur'an "Süleymaniye Vakfı" İçin açıklanmıştır. 

Vakıf tarafından iddia edilen bu yönteme göre çalışmayanların nasıl yerden yere vurulduğu, başta Mehmet Okuyan hoca örneğinde malumdur.

Kur'an'ı anlama yöntemi hakkında böyle bir iddia içinde olan topluluğun, Kur'an hakkında konuştukları da doğal olarak kendi indi açıklamaları değil, Allah'ın açıklamaları olacaktır. Yani Süleymaniye Vakfı, sadece Allah'ın Kur'an hakkında bizlere ne dediğini iletmektedir. Allah'ın bilgisine sınır koyan bir düşünceye sahip olan vakfın, bu düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olan telefon konuşmasında Abdülaziz Bayındır hocanın bu düşünceleri için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözleri, bu durumu net olarak yansıtmaktadır. 

Yaklaşık olarak 1500 sene önce indirilmiş bir kitap olan Kur'an'da, Allah (c.c) nin bizlere ne demiş olduğu artık tamamlanmış bitmiştir. Allah'ın kelimelerinde artık bundan sonra herhangi bir değişiklik olmayacağına göre, Allah (c.c) nin indirdiği kitap hakkında konuşan ve bu kitap hakkında yukarıdaki şıklarda sıralanan iddiaların sahiplerinin, Kur'an ayetleri ve kelimeleri hakkında görüş değişiklikleri yapmaları da artık mümkün değildir.

Bu gibi iddiaların sahiplerinin zaman içinde Kur'an kelime ve ayetleri hakkında yaptıkları bazı görüş değişiklikleri de, aynı zamanda Allah'ın görüş değiştirmesi olacaktır. Çünkü Allah adına konuştuğunu iddia etmek böyle bir anlam taşımaktadır.

Sayın Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır tarafından yazılmış olan, ilk baskısı 2006 yılında yapılan "Doğru Bildiğimiz Yanlışlar" adlı kitabın, 2014 yılında yapılan 5. baskısının "Kadının Dövülmesi" bölümünde şu görüşlere yer verilmektedir:

"Allah Teâlâ, belli şartlar oluştuğu taktirde, kocanın karısını dövmesine müsaade etmiştir. Bu şartlar, âyetlerle ve Nebîmizin sözleriyle açıklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Erkekler kadınların başlarında olurlar. Bu, Allah’ın birine diğerinden fazlasını vermesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyledir. İyi kadınlar, boyun eğenler ve Allah’ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan havf ettiğiniz kadınlara gelince; onlara öğüt verin, yataklarında yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)

“hafif şekilde dövme” darp izi olmayacak şekilde dövme olur. Bu, kadının, dışa karşı zor duruma düşmesini önler.

 Demek ki, eşinin fahişelik yaptığı açıkça belli olan koca onu yatağında yalnız bırakma ve dövme hakkına sahiptir. Âyette kocanın karısına öğüt vermesinden söz edilirken hadislerde bundan bahsedilmemesi, bilgiye dayalı korku ile zanna dayalı korku arasındaki farkı göstermektedir. Baş başa kalan her erkek ve kadın arasında cinsel davranışlar olmayabilir. Bu sebeple arada bir farkın bulunması gerekir. Her iki durumda da kadın davranışlarını düzeltirse koca, başka bir yola başvurmaz.

Zinanın tespiti halinde koca, olayı ister örter, isterse mahkemeye götürür. Mahkemede suçu ispatlarsa karısı bundan dolayı hem itibarını kaybeder, hem de 100 değnek yer. Olayı yalnız koca görmüş olur da dört şahitle ispatlayamazsa mahkemede liân yapılarak evliliğe son verilebilir. Liânda kadının kendini korumasına imkân verilir. Ama gerek liân ve gerekse suçun şahitle ispatı kadın için de aile için de yıpratıcı olur. Bu sebeple erkek davayı mahkemeye taşımayabilir. Kimi zaman eşini boşaması da uygun olmayabilir. Bu durumda kadının suçunu kimseye söyleyemez. Çünkü söyler de dört şahitle ispatlayamazsa ya iftira cezası giyer, ya da liân yapmak zorunda kalır. Hem suçun örtülmesi hem erkeğin rahatlaması hem de kadının cezasız kalmaması için kocanın karısını, bir süre yatakta yalnız bırakmasına ve eliyle onu hafifçe dövmesine izin verilmiştir.

Nisa Suresinin 34. âyetini, Allah ve Elçisi’nin açıklamalarına göre değil de kendimize göre anlamaya çalışırsak kocanın karısını, isteklerine boyun eğmedi diye dövebileceği şeklinde yanlış bir sonuca ulaşırız. Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Kimse karısını, gündüzün köle gibi kırbaçlayıp akşam onunla yatağa girmesin.”"

Özetleyecek olursak: Sayın Abdülaziz Bayındır hoca Nisa s. 34. ayette geçen Darabe kelimesinin anlamının Dövmek olduğunu iddia ederek, bu yönde bir görüş sergilemektedir. Son paragrafı dikkatle okuyacak olursak o paragrafta Nisa s. 34. ayeti hakkındaki yaptıkları açıklamanın Allah'ın açıklaması olduğu iddiası vardır.

İlerleyen yıllarda Süleymaniye Vakfı'nın Nisa s. 34. ayeti hakkındaki görüşleri değişmiş, Darabe kelimesinin Dövmek anlamına gelmediği iddiası ortaya atılmıştır. Vakfın sitesinde 29 Eylül 2009 tarihinde yayınlanan "Kadının Dövülmesi" başlıklı bir yazıda, bu konu ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir:


Nisa 34. âyette “Nüşuzundan korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin/güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (oraya) darb edin” emirleri yer alır.
Nüşûz =نُشُوزً, gideceği zaman oturduğu yerden hafifçe kalkmaktır[1].
Darb =ضرب, bir şeyi bir şeyin üstüne vurmak veya sabitlemektir[2]. Hemen hemen her iş için kullanılan[3]darb kelimesinin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir.
Türkçede, darb’a en yakın olan "vurmak" fiilinin de otuz civarında anlamı vardır. Damga vurma, ayağını yere vurma, silahla, yumrukla veya sopayla vurma, ışık vurması, karaya vurma gibi kullanımlar, “bir şeyi bir şeyin üzerine vurma” anlamındadır.
Duvara boya vurma, ata eğer vurma, başörtüyü boyuna vurma, binaya çatı vurma, kafayı vurup yatma, kapıya kilit vurma, soğuk vurması, dolu vurması ve birine vurulma gibi kullanımlar da “bir şeyi bir şeyin üstüne sabitleme” anlamındadır[4].
Gelenekte Nisa 34. âyetteki nüşûz’a baş kaldırma, darb’a da dövme anlamı verilmiştir. İlgili hadislere de bu anlam verilince İslâm’ın erkeğe, eşini dövme yetkisi verdiği kanaati oluşmuştur. Türkiye Diyanet Vakfı meâli şöyledir:
“Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”[5]
Bize göre, âyete verilen bu meâlin hemen hemen tamamı yanlıştır. Bu yazıda, sadece kadını dövme ile ilgili kısım üzerinde durulacak ve diğer kısımlara değinilmeyecektir. Doğru meâl şöyle olmalıdır:
“Erkekler kadınlarını, özenle korur ve kollarlar. Bu, Allah'ın her birine diğerinden üstün özellikler vermesi ve erkeklerin mallarından harcamaları sebebiyledir. İyi kadınlar, (Allah’a) itaat eden ve Allah'ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan / ayrılmasından korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin / güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (orada) tutun. Sizi gönülden kabul ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)
Verilen bu anlam, Nisa 34’ün iç bütünlüğüne de terstir. Çünkü “onları darb edin” sözünün devamında “فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ = size itaat ederlerse” ifadesi yer alır. Arapçada itaat, bir işi gönülden yapmaktır. Dayak sonucu yapmak itaat değil, kerhen yani zorla yapmak olur[8]. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
Vakfın sitesinde olan bu yazı "Hemen her konuda yapılan bu gibi yanlışların ana sebebi, Kur’an’ı Açıklama İlminin unutulmuş olmasıdır."  cümlesi ile sona ermektedir.
Vakıf, iddiasına göre Darabe kelimesinin doğru anlamını Kur'an' Açıklama İlmi ile bulmuş, bu ilmi kullanmayanlar ise, bu kelimenin Dövmek anlamında olduğunu iddia etmektedirler.
Bayındır hoca tarafından yazılan kitaptan yaptığımız alıntıda görüldüğü üzere, ilgili kelimenin o gün doğru olarak bilinen ve savunulan Dövmek anlamı, bugün yanlış olduğu iddia edilmekte, kelimeye dövmek şeklindeki anlamın, gelenek tarafından savunulduğu iddia edilerek, doğru olduğu savunulan meal verilmektedir. 

Bu durumu Süleymaniye Vakfı tarafından ortaya atılan "Kur'an'ı Açıklama İlmi" çerçevesinde düşündüğümüzde şöyle bir tezat ortaya çıkmaktadır:

Dün, Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Dövmek olarak açıklamıştır. 

Bugün ise Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Onları tutun olarak açıklamıştır.

Örtülü olarak bile olsa, Allah adına konuştuğunu iddia edenlere burada haklı olarak şöyle bir soru sorulacaktır: 

Allah (c.c) bu kelimenin dün Dövmek, bugün Onları tutmak anlamına geldiğini kime haber verdi de önceki sahip olduğunuz görüşünüzü değiştirdiniz?.

Olay bu kadarı ile de kalmamaktadır. Vakfın hazırlamış olduğu mealde Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesi bir başka evrim daha geçirerek Onları tutun anlamı yerine, VE KENDİLERİNİ RAHAT BIRAKIN  şeklinde daha farklı bir anlama evrilmiştir.

Süleymaniye Vakfı'nın mantığı üzerinden konuşacak olursak Allah (c.c) değişik zamanlarda Darabe kelimesinin anlamını 1- DÖVMEK, 2- TUTMAK, 3- RAHAT BIRAKMAK olarak açıklamaktadır.

Şimdi vakıftaki Kur'an'ı açıklama ilmine sahip olan alimler topluluğuna sorarız: Allah (c.c) tarafından açıklandığını iddia ettiğiniz bir kitap içindeki kelime için yıllar içinde 3 farklı görüşe evrilmenizi nasıl açıklayacaksınız? Darabe kelimesinin anlamını şayet Allah (c.c) açıklıyor ise onun tarafından yapılan anlam değişikliklerinin haberini nasıl aldınız?.

Allah (c.c) den haber alma devri artık Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapandığı için, bu soruya hiç kimse "Bana haber verdi" şeklinde bir cevabı asla vermez. Öyleyse vakıf bir yerlerde yanlış yapmaktadır.

Süleymaniye Vakfı nerede yanlış yapıyor?.

Vakıf, öncelikle kendileri tarafından üretilen ve adına Kur'an'ı Açıklama İlmi dedikleri anlama yöntemini Allah'a mal etmekle büyük bir hata yapmaktadır. Çünkü zaman içinde değişkenlik gösteren, bundan sonra da gösterebilecek olan görüşlerini Allah'a mal etmekle, Allah'ı haşa bir öyle bir böyle diyen birisi konumuna düşürmektedirler.

Halbuki Kur'an kelime ve ayetleri ile ilgili olarak vardıkları kanaati Allah'a mal etmek yerine, doğru ve yanlış olması muhtemel indi görüşleri olarak sunmuş olsalardı, ki herkes için aynı durum geçerlidir, böyle bir sıkıntılı duruma düşmemiş olacaklardı. 

Her insan zaman içinde bazı düşüncelerinden onun yanlış olduğu gerekçesi ile vazgeçebilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Vakfın, dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettiği kelimenin, bugün onları tutmak anlamına geldiğinden vazgeçmekle kınanacak bir duruma düştüğünü asla iddia etmiyoruz. Bizim iddiamız, vakfın savunduğu yöntemi Allah'a mal etmekle yanlışlarına Allah'ı da ortak eder bir duruma düşmüş olmasıdır.

Yukarıda sıralanan şıklar çerçevesinde düşündüğümüz zaman, Allah (c.c) bir kelimenin anlamını bir gün değişik, bir gün değişik açıklamak sureti ile kulları ile haşa oynamaktadır. Elbette Allah (c.c) kulları ile oynamaz, onun kitabında olan bir kelime veya ayet hakkında ortaya atılan görüş, kullarının indi görüşleri olup, doğru veya yanlış olma ihtimali her zaman mevcuttur.

Darabe kelimesi ile Allah (c.c) dün hangi anlamı kast ediyorsa bugün de aynı şeyi kast etmekte, yarın ve kıyamete kadar da aynı anlamı kast etmektedir. Hiç bir kul veya kurum Allah'ın kitabının içindeki kelime ve ayetler ile ilgili olarak, "Allah bu ayet ve kelime hakkında kesin olarak şunu kast etmiştir" şeklinde bir ifade asla kullanamaz. Allah'ın kitabındaki kelime ve ayetler ile ortaya atılan görüşler kişilerin bilgi ve düşünceleri doğrultusunda ortaya attığı görüşler olup, bu görüşlerde isabet kaydetme veya kaydememe ihtimali her zaman bulunmaktadır.

Allah'ın kitabı ile ilgili konuşanların kendi görüşleri hakkında ortaya attığı "Bu söylediklerim kesin doğrulardır Allah bu kelime veya ayet ile ilgili olarak şunu kast etmiştir" şeklindeki bir ifade, iddia sahibinin problemli bir kafaya sahip olduğunu göstermektedir.

Darabe kelimesi hakkında değişen Allah (c.c) nin görüşleri değil, kulların bu kelimenin anlamı ile ilgili düşünceleridir. Çeşitli saikler sonucu dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettikleri kelimenin anlamının bugün o anlama gelmediğini savunanlar, hala Kur'an konusunda Allah adına konuştuğunu iddia edebiliyorlar ise, ona karşı iftiranın en büyüğünü atmaktadırlar.

Vakıf biraz tevazu sahibi olarak, "Dün şöyle söylediğimiz bir konuda, bugün farklı düşünüyoruz" diyebilmiş olsaydı, değil böyle bir eleştirinin muhatabı olmak, gözümüzde saygınlığı halen devam eden bir kuruluş olarak kalırdı.

Hasılı kelam: Süleymaniye Vakfı, Kur'an'ı Açıklama İlmi adı vererek ürettiği teoriyi yeniden gözden geçirmek zorundadır. Allah'ın açıklaması olarak adlandırdıkları çıkarımların bazılarının yanlış olduğunu bir süre sonra anladıktan sonra, bu sefer farklı bir düşünce içine girmelerini izah etmeleri aksi takdirde güç olacaktır. 

Ayrıca Bayındır hocanın bu düşünceleri 2006 yılında dile getirmiş, ve vakıf artık bu görüşünden geri dönmüş olmasına rağmen, kitabın 2014 yılı baskısında halen bulunması, vakfın sitesinden bulunan makalenin ise yayınlanma tarihinin 2009 yılı olması, vakfın değişen görüşlerini pek takip etmediğini göstermektedir. 2014 yılı baskısı olan bir kitapta darabe kelimesinin, "dövmek" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, 2009 yılında yazılan bir makalede ise bu kelimenin "onları tutmak" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, okuyucu nezdinde kafa karışıklığına sebep olacaktır.Vakfa tavsiyemiz, Bayındır hocanın kitabında olan kısmın, darabe kelimesi ile ilgili yeni görüşleri doğrultusunda yeniden değiştirilmesidir. 


30 Eylül 2017 Cumartesi

Bakara s. 41. Ayeti: İsrailoğulları Kur'an'ı İnkar Edenlerin İlki miydi? Evvele Kelimesinin Çevirilerinde Ortaya Çıkan Bir Müşkil

Kur'an meallerinde bazı kelimelerin konu bütünlüğüne uygun şekilde çevrilememesinden dolayı meydana gelen sıkıntılar, Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmek cüretinde bulunan bazı kimselerin elinde koz olarak kullanılmaktadır. Kur'an içinde geçen kelimelerden birisi olan Evvele, bu duruma örnek olarak verebileceğimiz bir kelimedir. Bu kelimenin geçtiği bazı ayetlere verilen, ve bu kelimenin anlamlarından birisi olan ilk şeklindeki anlam, bazı meal okuyucularında soru işaretlerine sebep olabilmektedir. Yazımızda bu kelimenin çevirisinin İlk olarak yapılmasından dolayı ortaya çıkan soru işaretlerini ele alarak uygun çevirilere örnekler vermeye çalışacağız.

Evvele kelimesine El Müfredat'ta verilen anlamlar şöyledir;

1- Zaman bakımından önce gelen.
2- Bir şeye başkanlık etme, başkasının kendisini örnek alması, kendisine uyması bakımından önde gelen.
3- Konum ve nispet bakımından önde gelen.
4- Yapılış düzeni bakımından önde gelen. 

Bu kelimenin Kur'an içinde ağırlıklı olarak 1. 2. anlamlarının kullanıldığını görebiliriz. Ancak ayetlerde hangi anlamın uygun olabileceği konusu vereceğimiz örneklerde daha kolay anlaşılacaktır. Bu kelimenin geçtiği bazı ayetler, kelimenin 1. anlamına uygun bir durumdadır. Fakat bütün ayetlerde 1. anlamını vermek maalesef uygun düşmemektedir. Biz, yazıyı uzatmamak adına, 2. anlamın uygun düştüğü ayet örneklerini vermekle yetineceğiz.

                                                        Bakara s. 41. ayeti.

Bu ayete meallerde çoğunlukla şu şekilde bir anlam verildiğini görmekteyiz. 

Yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Sakın onu inkar edenlerin ilki olmayın!Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun.

Bu ayeti okuyan bir kimsenin aklına haklı olarak"Bu ayet Medine'de indiğine ve İsrailoğullarına hitap ettiğine, Kur'an ise daha önce Mekke'liler tarafından inkar edildiğine göre, neden böyle bir hitapta bulunulmaktadır?

Halbuki ayet içinde geçen Evvele kelimesi, 2. anlamı gözetilerek çevrilmiş olsaydı, kafalarda herhangi bir soru işaretinin oluşmasına gerek kalmazdı.

Muhammed Esed
Muhammed Esed:
Bunun için de, size geçmişte bildirilmiş olan haberleri doğrulayıcı nitelikte indirdiğim bu vahye inanın; onun gerçekliğini inkar edenlerin öncüsü olmayın; mesajlarımı küçük bir kazanca değişmeyin; ve Bana, yalnızca Bana karşı sorumluluk bilinci taşıyın!
Bunun için de, size geçmişte bildirilmiş olan haberleri doğrulayıcı nitelikte indirdiğim bu vahye inanın; onun gerçekliğini inkar edenlerin öncüsü olmayın; mesajlarımı küçük bir kazanca değişmeyin; ve Bana, yalnızca Bana karşı sorumluluk bilinci taşıyın!

Ayetin bu şekildeki bir anlamı, Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudilerin Medine'de Kur'an'ı inkar edenlere öncülük yapmamasının emredildiği olarak anlaşılabilir.

                                                       Enam s. 14. ayeti

Bu ayete meallerde çoğunlukla şu şekilde anlam verildiğini görmekteyiz.

De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edineceğim! De ki: Bana Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma! (denildi).

Bu şekilde yapılmış bir meali okuyan kimse haklı olarak "Daha önce hiç mi Müslüman yoktu?" sorusunu sorabilir. Ancak ayetin şu şekilde yapılan çevirileri böyle bir sorunun sorulmasına mahal bırakmayacaktır.

Muhammed Esed
De ki: “Hayat veren ve hiçbir şeye muhtaç olmayan O dururken göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'tan başka birini mi dost edineceğim?” De ki: “Ben, Allah'a teslim olanların öncüsü olmakla emrolundum, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıranlar arasında bulunmakla değil”

                                                         Şuara s. 51. ayeti

Firavun sihirbazlarının iman etmelerinin ardından, Firavun'un ölüm tehditlerine karşı verdikleri cevap olan ayetin yapılan çevirileri şu şekildedir. 

«Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim hatalarımızı bağışlayacağını ummaktayız.»

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerini okuyanlar, "Musa, Harun ve onlara iman edenler olduğu halde, onlardan sonra iman eden bu sihirbazlar neden böyle bir söz sarf etmektedirler?" sorusunu haklı olarak soracaklardır. Halbuki ayetin şu şekilde yapılan bir çevirisi bu tür soruların önüne geçebilecektir. 

Suat Yıldırım
“İman edenlerin öncüleri olduğumuzdan ötürü umarız ki Rabbimiz günahlarımızı affeder. ”

Firavun sihirbazlarının söylediği sözü bu şekilde çevirmek, daha önce iman etmiş olanların var olduğunu, fakat bu sihirbazların iman etmiş olmaları, kendilerinin durumunda olan ve Firavun baskısı altında inleyen halkın, onun korkusundan dolayı iman edememe korkusunu delerek, onlara önder ve yol gösterici olmaları şeklinde bir anlam kazandırmaktadır.


                                                        Enam s. 163. ayeti

Muhammed Esed
ki O'nun uluhiyetinde hiç kimse pay sahibi değildir: Ben böyle emrolundum; ve ben benliklerini Allah'a teslim edenlerin [daima] öncüsü olacağım”

                                                         Araf s. 143. ayeti 

Ali Fikri Yavuz
Mûsa, kendisiyle konuşacağımızı vâdettiğimiz vakitte gelince, Rabbi ona kelâmını (vasıtasız olarak) söyledi. (Mûsa) şöyle dedi: “- Rabbim! Cemâlini bana göster, sana bakayım.” Allah: “-Beni hiç bir zaman göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o, yerinde durursa sen de beni görürsün.” buyurdu. Nihayet Rabbi, o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Mûsa da bayılarak yere düştü. Sonra ayılınca şöyle dedi: “- Allah'ım! Seni tenzih ederim. (Dünyada seni görmeyi istemekten) tevbe ettim ve ben, mü'minlerin (buna inananların) ilkiyim.”

                                                       Zümer s. 12. ayeti

Muhammed Esed

ve Allah'a teslim olanların öncüsü olmakla
                                                        
Sonuç olarak; Evvele kelimesinin ilk, öncü, önder gibi anlamlara sahip olması, kelimenin geçtiği ayetlerde hangi anlamın kullanılması gerektiği meselesini beraberinde getirmiştir. Kelimenin geçtiği bazı yerlerde Öncü, Önder anlamının yerine, İlk  anlamının kullanılması, bazı soruları beraberinde getirmiş, bazı kimselerin ise Kur'an'da çelişki olduğu iddialarına mesnet olarak kullanılmaya çalışılmıştır. 

Yukarıda verdiğimiz ayet örneklerinde Evvele kelimesinin İlk olarak çevrilmesi sonucunda bazı sıkıntılar ortaya çıkmakta, kelimeye Öncü, Önder anlamı verilmesi, bu sıkıntıları bertaraf edebileceğini düşünmekteyiz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
                                                       

12 Haziran 2017 Pazartesi

Furkan s. 33. Ayeti: Kur'an'ı Allah (c.c) mi Tefsir Eder?

Kur'an'ın bağlam ve bütünlük gözetilerek okunması, bu kitabın doğru anlaşılması için olmazsa olmazlardan bir tanesidir. Bu yöntem dikkate alınmayarak yapılan okumalar maalesef, yanlış sonuçlar çıkarılmasına, ve Kur'an'ın gündem edilmesine alerji duyan bazı kimselerin ellerine koz geçmesine sebep olmaktadır. Yazımızda Furkan s. 33. ayetini konu ederek, bağlam gözetilmeden yapılan bir çıkarıma dikkat çekmek istiyoruz.

[025.033] Hem onlar sana her hangi bir mesel ile gelmezler ki mutlak biz sana hakkı ve tefsirin en güzelini getirmiş olmayalım.

Bazı kimseler Kur'an ile ilgili yazılmış olan tefsir kitaplarının gereksizliğini, hatta daha ileri giderek, böyle bir çalışmanın Şirk ve Küfür olduğunu öne sürerek, bu ayeti delil olarak getirmekte, bu ayete göre tefsir yapma hakkının sadece Allah'a ait olduğunu öne sürmektedirler. Biz tefsir kitaplarını savunmak veya Kur'an'ın tefsir kitapları olmadan anlaşılamayacağını iddia etmek adına böyle bir eleştiri yapmadığımızı hatırlatarak, asıl sıkıntının ayetin bağlamı dikkate alınmadan yorum yapılmasından kaynaklandığını hatırlatmak istiyoruz.

Furkan s. 3. ayetinde Allah (c.c) birilerinin Muhammed (a.s) a bir mesel ile geldiklerini söylemekte, ona getirilen bu mesele karşı en güzel cevabı ise, Allah (c.c) nin verdiği haber verilmektedir. Muhammed (a.s) a kimin nasıl bir mesel geldiğini ise, bir önceki ayette görmekteyiz.

[025.032]  İnkar edenler: «Kuran ona bir defada indirilmeliydi» derler. Biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirdik ve onu ağır ağır okuduk.

Bu ayette, Kur'an'a iman etmemek için bazı nedenler ortaya koyan inkarcıların Kur'an'ın parça parça indirilmesini dillerine doladıklarını görmekteyiz. Kur'an eğer bir defada inmiş olsa bile gene iman etmeyecek olan bu kimseler bu sefer de, neden parça parça inmedi diyerek bir şekilde iman etmemek için gerekçeyi bulacaklardı. 

İnkarcıların "Kuran ona bir defada indirilmeliydi" sözlerine karşı Allah (c.c) neden böyle bir indirme şekli tercih etmediğini" Biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirdik ve onu ağır ağır okuduk." şeklinde bir cevap ile  beyan etmektedir

Furkan s. 33. ayetinde Allah (c.c), işte inkarcıların bu iddialarına bir önceki ayette verdiği cevabı pekiştirmektedir.

[025.033] Hem onlar sana her hangi bir mesel ile gelmezler ki mutlak biz sana hakkı ve tefsirin en güzelini getirmiş olmayalım.

Mesel; Ayağa kalkıp dikilmek anlamında , Tefsir ise açıklamak, beyan etmek, ortaya çıkarmak anlamında bir kelimedir. Kafirlerin mesel ile gelmesi demek, Kur'an'ın karşısına dikilmek için bu şekilde bir bahane üretmesi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) zımnen, "o inkarcılar senin karşısına dikilmek için nasıl bir bahane üretirlerse üretsinler, biz onların Kur'an'a karşı getirdiği bahanelerine karşı en iyi cevabı veririz" demektedir.

Görülmektedir ki, Allah (c.c) nin tefsiri Kur'an ile ilgili değil, inkarcıların Kur'an hakkında ortaya attıkları bir iddianın reddi ile ilgilidir. Bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunan Furkan s. 33. ayeti, maalesef bazılarının elinde bir kılıca dönüşerek, tefsir çalışmalarının gereksizliği veya küfrü gerektiren bir durum olduğu şeklinde bir yoruma dönüşebilmektedir.

Kur'an'ın bağlam gözetilerek okunması, bu gibi yanlışlara düşme ihtimalini en aza indirdiği gibi, Kur'an'ın din konusunda merkeze alınmasından rahatsız olanların eline herhangi bir koz geçmesine de engel olacaktır.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



9 Mayıs 2017 Salı

Kur'an'da Başörtüsü Var mı Yok mu Tartışmaları Çerçevesinde Kur'an'ı Anlama Yöntemi Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ın Türkiye genelinde son yıllarda daha fazla gündeme gelmesi, bu kitabın bizlere neler emrettiği veya emretmediği konusunda, bazı tartışmaların açılmasına yol açmıştır. Bu tartışmalardan bir tanesi de, başörtüsünün Allah (c.c) tarafından emredilip emredilmediği konusunda yapılmaktadır. Kur'an'da kadınlara başörtüsünün emredilip emredilmediği ile ilgili yapılan bazı tartışmalarda, başörtüsünün Kur'an'da olmadığı şeklinde bazı iddialara rastlamaktayız. 

Yazımızın amacı, Kur'an'da başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu tartışmalarda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmeye çalışmak, Kur'an'ın bizlere dair olan mesajının anlaşılmasında nasıl bir yol izlenerek, daha sağlıklı bir çıkarım yapılabileceği üzerinde olacaktır.

Kur'an'da başörtüsü yoktur şeklinde yapılan bir iddia, öncelikle bir konuda kesin bir hüküm vermek anlamına geleceğinden ötürü, bu tür kesin iddialar ile bu konuya yaklaşılmaması, doğru düşünmenin ilk basamağı olacağını düşünmekteyiz. Kur'an okuduğunu iddia eden kimselerin, Kur'an hakkında konuşurken, herhangi bir konuda kesin hüküm vermeye soyunmaya dikkat etmesi önemli bir konudur. 

Kur'an'ın mealini bir kaç defa okumak sureti ile Kur'an'ı anladığını zanneden bazı kimselerin, bazı konularda müçtehitliğe soyunmaları, kendilerini maalesef gülünç duruma düşürmekte, bu durum ise Kur'an'ı öncelleyen insanlara karşı olan muhalefet konusunda bazı kimselerin elini güçlendirmektedir. 

Kur'an okuyan bir kimse, öncelikle bu kitabın yaşanan bir hayatın içine indirildiğini bilmesi gerekmektedir. Yaklaşık 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inen bu kitap, o insanların yaşadığı hayat içinde yaptıkları bazı yanlışları ret etmekte, bazı doğruları ise tasdiklemektedir. Bu kitabın, İlk Muhataplar olarak bildiğimiz bu topluluklara ne dediği anlaşılmadan, bize dair neler demiş olabileceği konusunda yürütülen fikirlerde isabet etme imkanı az olacaktır.

Kur'an mealini okuyarak bazı konularda Kur'an'da şu yoktur bu yoktur şeklinde çıkarımlar yapmaya soyunan kimselerdeki en büyük eksiklik, bu kitabın nüzul ortamındaki sosyokültürel şartları dikkate almayarak, bu kitap sanki bugün dağ başına indirilmiş gibi bir okuma yöntemi takip etmeleri, kitap içindeki bazı kelimeleri, bağlı bulunduğu cümleden çekip çıkartarak tek başına anlamlandırmaya çalışmaları, nuzül ortamında yaşayan insanların o kelimeye nasıl anlam verdiklerini hiçe saymalarıdır.

Kur'an okumalarında ön yargılı yaklaşımlar sonucunda varılan neticenin yanlış olma ihtimalinin daha yüksek olacağı unutulmamalıdır. Yaşadığı hayat ile Kur'an arasında çelişki olduğunu gören bazı Kur'an okuyucularının, kendilerini Kur'an'a uydurmak yerine, Kur'an'ı kendilerine uydurmaya çalıştıkları, veya bu konuda yapılan çalışmalara destek verdiğini görmekteyiz. 

Örneğin; Faiz karşılığında kredi almak zorunda kalan bir kimse, kendisini temize çıkarmak için, faiz konusunda haram olan noktanın faiz almak olduğu, faiz vermenin haram olmadığı, veya bankalardan alınan kredilerin haram olmadığı gibi bir düşünce içine girebilmekte, veya bu türden düşüncelere destek çıkarak, haramdan kurtulduğunu zannedebilmektedir.

Nefsine ağır gelmesinden, aile, çevre, çalıştığı ortam gibi etkenlerden ötürü, başını örtmek konusunda zorlanan bazı kimseler ise, Kur'an'da başörtüsünün olmadığı, başı örtmenin değil göğsü örtmenin emredildiğini öne sürerek, başörtüsü konusunda yapılan bazı önyargılı yorumlara can simidi gibi yaklaşmaktadır. Bu konuda da nuzül ortamı dikkate alınarak yapılacak olan bir anlama çalışması, bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.

Kur'an'da kadınların örtünmesi ile ilgili olarak Ahzab s. 59. ve Nur s. 31. olmak üzere iki ayet bulunmaktadır. Kur'an'da başörtüsünün emredilmediğini savunan bazı kimselerin sadece Nur s. 31. ayeti üzerinden bir sonuca varmaya çalışarak, diğer ayet olan Ahzab s. 59. ayetini hiç gündeme getirmemeleri, bu konuda önyargılı bir sonuca varmaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bir konuda Kur'an'ın ne dediği öğrenilmek isteniliyor ise, o konu ile ilgili ayetlerin tamamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınması gerekmektedir.

Başörtüsünün Kur'an'da olmadığı konusundaki yaklaşımlarda yapılan yanlış, bu kitabın binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri olan ve o tarihin getirdiği sosyokültürel birikimleri ile hayatlarını sürdüren insanlara indiğini dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Kadının ve erkeğin örtünmesinin fıtrattan gelen bir özellik olduğu hesaba katılarak yapılmaya çalışılan yaklaşımlar, bizleri daha doğru sonuca götürecektir.

Kur'an hayat sahasına ilk defa inen, yaşadığı dünyada ne yapacağından, nasıl yaşayacağından habersiz bir topluma inmemiştir. Örtünmenin insan fıtratından gelen bir özellik olduğunu bilen, kadını ve erkeği ile örtülü gezen bir topluma inmiştir. Bu toplumun kadınları da Arap dilinde Hımar olarak isimlendiren bir örtü kullanarak başlarını örtmekteydiler. Bu durumu Nur s 31. ayetinden anlamak mümkündür. Çünkü bu ayet kadınlara başlarını örtmelerini değil, başlarını örtmekte kullandıkları kumaşı nasıl kullanmaları gerektiği yönünde hatırlatmada bulunmaktadır.

Nur s. 31. ayetinde geçen Humurihinne kelimesinin kökü olan El Hamru, Bir nesneyi örtmek gizlemek, saklamak anlamındadır. Hımar, örtünmede ve gizlemede kullanılan bir şeye verilen isim olarak kadınların başlarını örtme ve gizlemede kullandıkları örtünün ismi olmuştur. Nur s. 31. ayetindeki, Baş örtülerini yakalarının üzerine koysunlar şeklindeki emirden, bu emre muhatap olan kadınların başlarının örtülü olduğu, veya başlarını örtmek için kullandıkları objeye bu ismi verdiklerini anlayabiliriz.

Kur'an'ın böyle bir arka plan dahilinde, zaten başlarını örten kadınlara, Başınızı örtün şeklinde bir emir vermesi beklenemez. Kur'an'da başı örtme emri bulamadıklarını iddia edenler, eğer bu durumu dikkate almış olsalardı, böyle bir emrin olmasının zaten gerekmediğini anlayabilir, kadınların başlarını örtmelerinin, fıtratlarının gereği olduğunu, bu konudaki ayetin ise, var olan ve bilinen başörtüsü konusunda bir hatırlatma yapmış olduğunu düşünebilirlerdi.

Örtünmenin fıtri olduğu, çıplaklığın arızi olduğu ilk insandan beri bilinmektedir. Kur'an'ın insanlara Çıplak gezmeyin , giyinik gezin şeklinde bir emir vermemesinin sebebi, insanların zaten giyinik gezmelerindendir. Kur'an'da başörtüsü emri olmadığını ileri süren kadın veya erkekler, acaba giyinik gezmeleri gerektiğine dair olan emri Kur'an'ın hangi ayetinden almaktadırlar?.

Bu yazıyı yazma amacımız, başta söylediğimiz gibi, başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu konuda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmek idi. Kişisel kanaat olarak, Ahzab s. 59. ayetini dikkate alan bir okuma yaptığımızda, kadınların ev içindeki kıyafetleri ile dışarı çıkmamaları gerektiği, dışarı çıkarken Arapların Cilbab olarak bildikleri, yabancı bakışların dikkat çekmediği başı da örten dış elbiselerini almalarının gerekli olduğunu düşünmekteyiz.

Kimseyi başını örtmediği gerekçesi ile kınama veya tahkir amacımız olmadığını hatırlatarak, başını örtmeyen kimselerin ise gerekçe olarak Kur'an'ın böyle bir emri olmadığını iddialarını yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ederiz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

16 Kasım 2016 Çarşamba

Zümer s. 42 ve En'am s. 60. Ayetleri Örneğinde Kur'an'ı Kur'an'dan Anlamak

Kur'an'ın bir takım ön yargılara, veya bazı düşüncelerin tasdik ettirilmesine yönelik yapılan okumalar , bu kitaba karşı işlenebilecek en büyük suçlardandır. Bu türden ameliyeler maalesef geçmişte çokça yapılarak , bir çok soruna yol açan ihtilafları beraberinde getirmiştir. Bu okumalar yüzünden oluşan fırkalaşmalar, yüzyıllardır kapanmaz bir yara olarak içimizde bulunmakta , kapatılmaya çalışılmak şöyle dursun , yeni yeni fırka oluşumları her geçen gün çoğalarak , içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.  

Yazımıza konu edeceğimiz Zümer s. 42. ayeti oluşturulmuş ön yargılar sonucu, İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda geleceği yönündeki düşünce etrafında okunarak, onun şu anda ölmediğine dair bir delil olarak , veya Yunan felsefesinin bir ürünü olan ruh- beden ayrımı düşüncesi baz alınarak o doğrultuda okunmaya çalışılmaktadır. 

Bu ayet oraya buraya çekmeden yine Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak anlaşılabilecek bir ayet olup , oluşturulmuş ön yargıların ne kadar yanlış olduğu , En'am s. 60. ayeti ile birlikte okunduğunda görülecektir.  

اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Bu ayetin Ruh-Beden ayrımı düşüncesi üzerine bina edilmiş, ve yanlış olduğunu düşündüğümüz çevirileri şu şekildedir.

[039.042] Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerinde uykuları esnasında ruhlarını alır. Sonra ölümlerine hükmettiği kimselerinkini tutar; diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.

Zümer s. 42. ayetinin bu şekilde yapılmış çevirilerini okuyanlar, özellikle kabir azabı konusu ile yakından ilgili olan "İnsan Ruhu" deyimi ve bu deyim etrafında geliştirilen düşüncelerin , Kur'an menşeli olduğunu zannedecektir. Halbuki "Ruh" kavramı Kur'an'ın hiç bir yerinde insan ile ilgili olarak kullanılmamaktadır. 

Kabirde bedenin değil ruhun azap gördüğü düşüncesi , Yunan felsefesinin bir ürünü olan ruh - beden ayrımını bir sonucu olup , beraberinde bir takım sorunları da getirmektedir , şöyle ki ;

Ruhun insanın ölümü ile birlikte ölmeyerek , kıyamete kadar diri olarak kaldığı , ve kabirde azap çekmenin bedenen değil ruhen olduğu düşüncesi , bazı felsefecileri cismani haşrin olmadığı gibi bir düşünceye sevk etmiştir. Aslında bu düşünce (Böyle bir düşünceyi her ne kadar tasvip etmemiş olsak ta) , kendi içinde tutarlı bir düşüncedir. Ruh eğer kıyamete kadar ölmüyor ise , bedenen dirilişin zaten söz konusu olmaması gerekecektir. 
Kabir azabının var olduğunu düşünenlerin , cismani haşri kabul etmeleri aslında büyük bir çelişkidir. 

İnsana Allah (c.c) tarafından ruh üflenmiş olmasını , bu kelimenin esinti , koku gibi anlamlarını dikkate aldığımızda insana canlılık vermek anlamında olduğunu söyleyebiliriz. İnsanda olan bu canlılığı ruh olarak görecek olursak , insanın ölümü ile bu canlılığı kaybolmakta ve ruh denilen şey onunla birlikte son bulmaktadır. 

Kabirde bedenin değil ruhun azap gördüğü iddiası temelden çürük bir iddia olup , Kur'an'dan onay almayan bir düşüncenin eseridir. Konumuz kabir azabı konusu olmadığı için bu konuyu burada bırakarak , Zümer suresinin İsa (a.s) ın ölmediğine dair bir delil olarak sunulması üzerinde de kısaca durmak istiyoruz.

İsa (a.s) ın ölmediği , göğe kaldırıldığı , kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya indirileceği düşüncesi , İslam düşüncesi içinde hayli yaygın bir görüştür. İsa (a.s) ın ölmediğine dair getirilen delillerden bir tanesi Zümer s. 42. ayetidir.

Ayet içinde geçen "Yeteveffe" kelimesinin , insanın uykudaki halini anlattığından yola çıkılarak , Al-i İmran s. 55. ayetinde geçen " İnni müteveffike" (Seni vefat ettireceğim) , Maide s. 117. ayetinde geçen "Felemma teveffeyteni" (Beni vefat ettirince) cümleleri ile bağlantı kurularak , İsa (a.s) ın vefat ettirilmiş olmasının ölüm değil uyku hali olduğu , ve bu halin kıyamete yakın bir süreye kadar devam edeceği , İsa (a.s) ın tekrar dünyaya indirileceği iddia edilmektedir.

İsa (a.s) ın ölmediği yönündeki iddianın merkezinde, ölümün uykuya benzetilme düşüncesi yatmaktadır.

Halbuki ön yargısız bir okuma yapılacak olursa , ölümün uykuya benzetilmesi değil , tam tersi UYKUNUN ÖLÜME BENZETİLMESİ söz konusudur. Burası çok önemli olup, ayetin nirengi noktası burasıdır.

Zümer s. 42. ayetinin Elmalılı tarafından yapılmış olan çevirisi şöyledir;

"Allah alır o canları öldükleri zaman, ölmiyenleri de uyuduklarında, sonra üzerlerine ölüm hukmü verdiklerini alıkor da diğerlerini salıverir bir müsemmâ ecele kadar, şübhesiz ki bunda düşünecek bir kavm için âyetler var."

Bu ayet uykuyu ölüme benzeterek , insanın her gün bir nevi öldüğü , uyanması ile dirildiği anlatılmaktadır. Bu ayet En'am s. 60. ayetini okuduğumuzda daha kolay anlaşılacaktır. 

وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُم بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُم بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُّسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

[006.060] Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.

Bilindiği gibi ölüm ve ölümden sonra yeniden diriliş haberi , Kur'an'ın en büyük haberlerinden bir tanesidir. Kur'an bir çok ayetinde bu gerçeği haber vermektedir. Sunduğu deliller ile ölüm sonrası dirilişin gerçek olduğunu akleden kafalara nakşeden ayetlerden bir tanesi de , En'am s. 60. ayetidir. 

Her insanın hayatı içinde her gün yaşadığı uyku hali ölüm ile , uykudan sonraki uyanış hali ise yeniden dirilme ile eşleştirilerek anlatılmakta , insanın her gün yaşadığı bir gerçek olarak yeniden dirilişin akli olarak imkanı bizlere anlatılmaktadır. Bizi her gün uyutan , ölümümüze kadar her gün uyandıran Allah (c.c) elbette , ölüleri diriltmeye de kadirdir. 

Yeniden Zümer s. 42. ayetine dönecek olursak , En'am s. 60. ayeti ile paralellik arz eden bu ayet , uykuyu ölüme  benzeterek , uyumak ve sonrasında uyanmanın , ölüm ve diriliş arasında bir benzerliğini kurarak , uyku ve uykudan uyanmanın , gerçek ölüme kadar devam edeceğini bildirmektedir. 

Gece uyumak , gündüz uyanmak sureti ile süren insan yaşamı , Allah (c.c) nin insanlar üzerindeki hayat verme kudretinin bir tecellisidir. İnsana hayat veren Allah (c.c), onları öldürdükten sonra , yeniden hayat vermeye elbette kadir olduğunu bütün insanların yaşadıkları gerçekler üzerinden anlatmaktadır. 

Bu ayetler özellikle Kur'an'da sıkça görülen ölümden sonra dirilişi inkar eden müşriklere zımnen şöyle demektedir ; " Ey insanlar , siz her akşam uyumak , her sabah uyanmak sureti ile , inkar ettiğiniz ölümden sonra yeniden dirilmeyi aslında her gün yaşamaktasınız. Sizi her gün uyutan , her gün uyandıran Allah'ın kıyamet sonrası yeniden dirilme haberini nasıl inkar edersiniz". 

Ayrıca "Ashabı Kehf" kıssasında yıllarca uyutulan insanların uyandırılmaları ile ilgili ayetteki ibare dikkat çekicidir. 

[018.019] Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık (Baasnahum). İçlerinden biri: «Ne kadar kaldınız?» dedi. «Bir gün veya daha az bir müddet kaldık» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın» dediler.

Ayette "Uyandırdık" olarak çevrilen kelimenin Arapça metni, yeniden diriliş ile ilgili kullanılan "Baasnahum" kelimesidir. Bu ayeti de konumuz ile ilgili ayetlere bağlayacak olursak , yıllarca uyutulmuş olan gençlerin uyandırılmaları yeniden dirilme ile ilişkilendirilerek , En'am s. 60. ayetinde olduğu gibi uyku ölüme benzetilmektedir.

Sonuç olarak : Zümer s. 42. ayeti , insanın her gün yaşadığı uyku ve uykudan uyanış gerçeğine dikkat çekerek , Allah (c.c) nin gücünün ve kudretinin bir eseri olan insanlara hayat imkanı vermesinin bir sonucu olduğunu beyan etmektedir. Uyku ve uykudan uyanma hali belirli bir ecele kadar devam ederek gerçek ölüm hali ile tanışacak olan insan , ölümden sonra yeniden dirilerek ebedi bir hayata yeniden başlayacaktır. 

Kur'an ayetlerinin birbirini açması , ve bu kitabın doğru anlaşılmasının kendi bütünlüğü içinde bir okuma ile mümkün olduğu , Zümer s. 42. ayetinin , En'am s. 60. ayeti ile birlikte okunduğunda, daha net ve daha doğru anlaşılması örneğini gösterebiliriz.

Bu çalışmayı yapma amacımızdan bir tanesi de , Kur'an ayetlerinin ön yargılar ile değil , yine kendi bütünlüğü içinde okunması ve anlaşılmaya çalışılması gerektiğine dair olan düşüncemize bir örnek çalışma teşkil etmesine dayalıdır. Devşirilmiş düşüncelerin tasdik ettirilmesine dayalı bir okuma biçimi, Kur'an'ın yol gösterici bir rehber olmasına halel getirerek , bu kitabı rehber olmak yerine , başka rehberler edinenlerin oyuncağı haline getirecektir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.