Toplumsal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Toplumsal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2018 Perşembe

Bakara s. 61. Ayeti: Tek Çeşit Yemeğe Katlanamayan İsrailoğulları'nın Karşılaştığı Toplumsal Yasanın Bize Dönük Mesajı üzerine

Bakara s. içinde geçen bazı ayetlerde, Firavun zulmünden kurtulan İsrailoğulları'nın yaşadıkları hayattan bazı kesitler sunulmaktadır. Kur'an içinde İsrailoğulları ile ilgili olarak yapılan bu anlatımlar, sadece tarihi bir olayı anlatmayı değil, toplumsal yasaların yeryüzünde nasıl işlediğini canlı örnekler olarak görmemizi ve ibret almamızı amaçlamaktadır.

Bakara s. 61. ayetinde İsrailoğulları'nın tek çeşit yemeğe dayanamayacaklarını Musa (a.s) a şikayet ederek, ondan başka yiyecekler vermesi için Allah'a dua etmesini istediklerini, bu isteklerinin sonucunda onların ZİLLET ve MESKENET olarak beyan edilen bir duruma düştüklerini görmekteyiz. Onların düştükleri bu durumun dikkatlice irdelenmesi, aynı zamanda biz Müslümanların bugün içinde bulunduğu durumun sebebinin de ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

Çünkü İsrailoğulları'nın düştüğü durum, SÜNNETULLAH olarak bildiğimiz, Allah'ın yeryüzüne koyduğu değişmez toplumsal yasaların bir sonucu olup, bu yasalar sadece özel bir toplum için değil, bütün toplumlar için geçerlidir. 

İsrailoğulları'nın Firavun zulmünden kurtulduktan sonra yerleştiği coğrafyanın nasıl olduğunu yine Bakara suresi içindeki ayetlerinden öğrenmek mümkündür.

----Bakara s. 57- (Güneşin yakıcılığından koruması için) bulutu üzerinize gölge yaptık. Kudret helvası ve Bıldırcın ikram ettik. Size rızık olarak verdiğimiz bu güzel ve hoş şeylerden yiyin (dedik). (Verdiğimiz bunca ikrama karşılık şükretmek yerine nankörlük etmeyi seçtiklerinde) yaptıkları yanlış bize değil, kendilerine karşı yaptıkları bir yanlış oldu.

----Bakara s. 60- Bir zaman Musa kavminin su ihtiyacını temin etmek istemişti. Ona, "Asanı kayalığa vurdedik. Bunun üzerine on iki gözeden su fışkırdı. Kavminin on iki kola ayrılmış olan insanları su içecekleri yeri bildi. Allah'ın size verdiği rızık olarak (çıkan suyun yetiştirdiklerinden) yiyin ve için, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.

Bu ayetleri dikkate aldığımızda, İsrailoğulları'nın yerleştiği topraklar, güneşin yakıcı sıcağının bol, ve suyun kıt olduğu bir konuma sahiptir. 

Bakara s. 60. ayetinde İsrailoğulları'nın suya nasıl kavuştuğu anlatılmakta, bu kavuşmalarının ise, Musa (a.s) ın asasını kayalara vurması neticesinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. İlk bakışta asanın sihirli bir değnek vazifesi gördüğü gibi bir anlayış ortaya çıksa da, asanın sembolik anlamını dikkate aldığımızda, su arayışının bir gayret ve çalışma neticesinde olduğu anlaşılabilir şöyle ki;

Asa olarak bildiğimiz obje, herkesin malumunca yönetim sahiplerinin elinde bulunmakta ve onların gücüün temsil etmektedir. Musa (a.s) bulunduğu toplumun lideri olması nedeniyle toplumunu su bulmak için yönlendirmekte, su arayışı için onların çalışmasını sağlamaktadır. Bu durumu dikkate aldığımızda, suyun bulunmasının Musa (a.s) ın liderliğinde o toplumun bireylerinin su için toprağı kazmaları neticesinde olduğu anlaşılacaktır.

Suyun kıt olduğu bir zamanda buldukları Men ve Selva olarak isimlendirilen yiyeceklere ilaveten, suyun bol olduğu topraklarda yetişen sebzeleri yetiştirebilme imkanına kavuşan İsrailoğulları, bu imkanı kullanmak yerine tembellik ederek, bu yiyecekleri kendilerine Allah'ın vermesini istemekle toplumsal bir yasanın üzerlerinde işlemesine sebep olmanın adımını atmaktadırlar.

----Bakara s. 61- Bir zaman, "Ey Musa, biz her gün (Kudret helvası ve Bıldırcın gibi) aynı yiyecekleri yemeye asla tahammül edemeyiz, Rabbine bizim için dua et de toprakta yetişen sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğan (gibi yiyecekler) çıkarsın" demiştiniz. (Musa bu isteğinize karşılık size), "Daha hayırlı olan (özgürlüğü), daha aşağı olan (esaret, soykırım ve zulüm) ile mi değiştirmek istiyorsunuz?. (Esaret, soykırım ve zulüm gördüğünüz) Mısır'a geri dönün orada bu istediklerinizi bulabilirsiniz" Dedi. (Yaptıkları bu nankörlüğün ve tembelliğin karşılığı olarak) onlar aşağılık ve fakir hale düşerek, düşmanlarının esareti altında yaşamaya mahkum ve Allah'ın gazabına layık bir duruma düştüler. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar, nebileri haklı bir gerekçeye dayanmadan öldürüyorlardı.

Halbuki asıl yapmaları gereken şey, toprağı gereği gibi ekip biçmek sureti ile istedikleri yiyecekleri kendilerinin yetişmeleri iken, bunu yapmayarak tembellik etmeleri ve bu isteklerinin Allah tarafından karşılanmasını istemeleri, onların Allah'ı haşa IRGAT olarak görerek, büyük bir hata işlemelerine sebep olmuştur.

Allah (c.c) yeryüzüne koyduğu yasa, toprağın ekip biçilerek insanların yiyeceklerini kendilerinin temin etmeleridir. Allah (c.c) sadece bu iş için gerekli olan suyu onlara gökten indirmek sureti ile yardım eder. Kendisi inerek kulları için asla ırgatlık yapmaz. Misal gerekirse, unu yağı şekeri kullarının önüne koyar, helva yapmalarını onlardan ister, kendisi kulları için helva yapmaz. 

İsrailoğullarının yaşadığı bu olay sadece tarihte geçmiş yaşanmış bitmiş olay olarak bizlere anlatıldığı sanılıyor ise, Kur'an'ın yaşanan hayatlara dair olan mesajı gereğince anlaşılmamış olacaktır. Kur'an bizlere böyle bir olayı anlatmakla zımnen, "Sizler de böyle yapmayın Allah'ı ırgat ve yanaşma olarak görmeyin, onun size sunduğu imkanları kullanarak çalışın gayret edin bu yolla başarıya ulaşın" demektedir.

Bizler bu olayı okuyarak şöyle bir mesajı çıkarmak, ve bu mesajı hayatımız ile ilgili bütün durumlarda uygulamak zorundayız.

Allah (c.c), içinde bulunduğumuz bazı sıkıntılı durumlardan kurtulmamız için, çalışmayı ve gayret etmeyi şart koşmuştur. Sadece el açıp kuru kuru dua etmek, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmamız için yeterli değildir. Öncelikle Fiili Dua olarak niteleyebileceğimiz çalışmak ve gayret etmek, sonrasında ise Kavli Dua yapılmalıdır.


                                 "Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
                                  Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? 
                                                                                      Mehmet Akif Ersoy

Fiili duayı terk ederek sadece kavli duaya yönelmenin karşılığı Kur'an içinde ZİLLET ve MESKENET olarak bildirilmektedir. Bugün biz Müslümanların düştüğü durumun nedenlerine dikkat ettiğimizde, geçmişte tembellik ederek Allah'ı ırgat olarak gören İsrailoğulları'nın düştüğü durumun nedenlerinin aynısının yattığını görebiliriz.

Yine Mehmet Akif Ersoy'un şu dizeleri içinde bulunduğumuz içler acısı durumu veciz biçimde anlatmaktadır;

“Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!(… hizmetçin iken)
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazîfesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak…
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak! (Senin işlerini yapan Allah değil mi…)
Onun hazîne-i in´âmı kendi veznendir!(Onun nimetler hazinesi senin veznendir)
Havâle et ne kadar masrafın olursa… Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek! (… kâfirleri yerle bir edecek)
Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:
” Yetiş!” de kendisi gelsin, ya Hızr´ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O´na âid: Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O; (….. veznedarın O)
Alış seninse de, mes´ûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş… Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı… Hepsi hâsılı O. (Aile doktoru, …)
Ya sen nesin? Mütevekkîl! Yutulmaz artık bu!Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu?
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür´ete… Ha?
Kur'an eğer iman edenlerin hayatlarını yönlendiren bir kitap olarak görülse idi, bizden önceki nesillerin başlarına gelen olaylar masal olarak değil, ibretli yaşam gerçekleri olarak görülür, ve ona göre bir yol haritası çizilebilirdi. Fakat öyle olmamış, Kur'an raflara çıkarılmış belirli gün ve gecelerde hayata dair ne söylediği umursanmayacak bir kitap haline düşürülmüştür.

Bugün Müslümanların bir çoğu, içinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan kurtulmanın yolunun Allah'ın bir ırgat ve yanaşma gibi görülen bir kişi mesabesine konulmasından geçtiğini zannederek, yattığı yerden ona emretmektedir. Kalın kalın dua kitaplarını, cüppeli sakallı din baronlarının sırlı, zırhlı, meşhur dualar olarak söylediği duaları okumak maalesef hiç bir fayda sağlamamakta, sadece bu kitapları basanlar için maddi bir sömürü aracı olmaktadır.

İçinde bulunduğumuz zillet ve meskenet durumundan kurtulmanın yolu, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların bütün kişi ve toplumlar üzerinde eşit olarak işlediğinin, kimliğimizin Müslüman olmasının bizlere, Allah katında torpilli kul muamelesi yapılmasını gerektirmediğinin bilinmesi, atılacak adımların ilki olmalıdır.

Sonuç olarak;  
ZİLLET ve MESKENET olarak beyan edilen sosyal, siyasal, iktisadi, askeri ve ekonomik yönden zayıf duruma düşmek, kişi ve toplumların yaptığı yanlışların sonucu olup, dün İsrailoğulları üzerinde işleyen yasalar, bugün biz Müslümanlar üzerinde işlemektedir. İçinde bulunduğumuz sıkıntı ve ihtiyaçlarımızın giderilmesinin yolu, o sıkıntıların giderilmesi yolunda adımlar atmaktan başka değildir. Adım atmadan sadece oturduğumuz yerden Allah'ın yardımını talep etmek, beyhude bir yorgunluktan başka bir şeye yaramayacaktır.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


23 Kasım 2016 Çarşamba

Rad s. 11. ve Enfal s. 53. Ayetleri : Firavun Örneğinde Toplumsal Değişimin Yasaları

Yarattığı insanlara dünya hayatlarında uyması gereken kuralları, elçi ve kitapları vasıtası ile bildiren Allah (c.c), koymuş olduğu kurallara uymanın veya uymamanın, insanlara dünya ve ahiret hayatlarında nasıl bir karşılık ile döneceğini de kitapları ile kullarına haber vermiştir. 

İnsanların ve toplumların dünya hayatlarında yaptıklarının karşılığını belirli yasalara bağlayarak, bu yasalar dahilinde kişi ve toplum ayrımı yapılmadan karşılığının verilmesine "Sünnetullah" denilmektedir.

Sünnetullah adı verilen toplumsal yasaların nasıl işlediği, hem kural olarak, hem de gerçek hayat içinde bu kuralın nasıl vaki olduğu bizlere Kur'an içinde haber verilmektedir. Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetleri, bu kuralı bize bildiren ayetlerdendir. 

 [Rad s.11] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim , kendisini değiştirmedikçe , Allah ta o kavmi değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.

[Enfal s. 49] Hani münafıklar, kalblerinde hastalık bulunanlar: Bunları, dinleri aldattı, diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse; muhakkak ki Allah, Aziz' dir, Hakim'dir.

[Enfal s. 50] Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve «Tadın yakıcı cehennem azabını» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!

[Enfal s. 51] İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir.

[Enfal s. 52]  Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın ayetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yoketti. Allah kuvvetlidir, cezalandırması şiddetlidir.

[Enfal s. 53]  Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.

Allah (c.c) bu ayetlerde, bir insan veya topluluğun, menfi veya müspet yönde bir değişime uğramasının, insan veya toplumların yaptıkları sonucunda gerçekleşeceğini bildirmektedir. Yani değişimi Allah (c.c) değil , insan veya toplumlar başlatmakta, Allah (c.c) bu değişim isteğine göre koyduğu yasaları işleyiş alanına sokmaktadır.

[Ahzab s. 62]  (Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın.

Allah (c.c) toplumsal işleyiş yasasının (Sünnetullah) kuralını koyduktan sonra, bu işleyişin geçmişteki yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği örneğini, yaşanmış kıssalar vasıtası ile bizlere bildirmektedir.

[Enfal s. 54]  Firavun hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibi. Rabblarının ayetlerini yalanlamışlardı da, Biz de günahlarından dolayı onları helak etmiş ve Firavun hanedanını suda boğmuştuk. Hepsi de zalimlerdi.

Bilndiği üzere Musa (a.s) kıssası, Kur'an'da en fazla yer tutan bir kıssa olarak dikkat çekmektedir. Onun Firavun ve kendi kavmi ile olan mücadelesi, sadece geçmişte yaşanmış bitmiş olaylar değil, toplumsal yasaların gerçek hayat içinde nasıl işlediğinin gösterilmesine yönelik anlatımlardır. Enfal s. 53. ayetinde toplumsal yasaların kuralından bahsedildikten sonra, bu yasaların Firavun örneğinde işlemiş olduğu hatırlatılmaktadır. 

Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına kadar geçen ayetleri kronolojik olarak alt alta koyup okuduğumuzda, elinde insanları yönetme ve iktidar gücü olanların ,bu gücü nasıl kullanmaMAsı gerektiği  güç ve iktidar nimetini gereği gibi kullanmayanların, sonlarının nasıl olacağı hatırlatılmaktadır. 

Firavun ve ordusunun karşı karşıya kaldığı son, sadece onlara özel bir durum değil, tarih boyunca elinde gücü halkını ezmek ve sömürmek için kullananların karşılaşacağı toplumsal bir yasa, yani Sünnetullah olarak okunmalı ve onların sonundan ibret alınmalıdır. 

"Firavun ve ordusunu helaka götüren sebepler ne idi ?" sorusuna verilecek cevaplar, aynı yolun izlendiği takdirde, tüm zamanlardaki güç ve iktidar sahiplerinin başlarına gelecek olan kaçınılmaz sonu da gösterecektir. 

[Kasas s.4]  Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş (ala) ve oranın halkını birtakın fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.

[Naziat s.24]  «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.

[Şuara s. 29] (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»

[Zuhruf s.51-54]  Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?«Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?»«Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil mi?» Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.

Elinde yönetim ve iktidar gücü bulunduranların bilmesi gereken ilk şey, kendisinin ve elinin altında bulunan insanların tek sahibinin Allah (c.c) olduğudur. Bunu bilmeyen ve kendisini ülkenin tek hakimi , insanların ilahı ve rabbi olarak gören yönetim sahipleri, toplumsal yıkım yasasının ilk basamağını atlayarak, yıkıma bir adım yaklaşmış sayılırlar.

[Neml s. 15]  Biz Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar da: «Bizi mümin kullarının çoğuna üstün kılan Allah’a hamd olsun» dediler.

Davud ve Süleyman (a.s) lar, elinde güç , servet ve iktidar bulunduran kimselere örneklik teşkil eden iki hükümdar olması açısından okunması ve anlaşılması gereken iki elçidir. Bu elçilerin kıssalarının merkezinde, tek ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi bilmek ve tanımak , icraatlarını bu esas üzerine kurmaları yatmaktadır.

Allah (c.c) nin insanların tek ilahı ve rabbi olmasını ret eden bir yönetim sahibi, yaptıklarının hesabını kimseye vermeyeceğini zannederek, ahireti inkar eden bir yönetim örneği sergilerler. Ahiret inancı olmayan kişi ve toplumlar , "Ne yapsak kardır" mantığı içinde hareket ederek, dünyayı fesada boğmaktan korkmayan bir yaşam sürdürür, bunun sonucunda ise toplumsal işleyiş yasaları gereğince helak edilirler. 

Kendisini halktan biri olarak değil, ayrı bir konumda görüp, özel bir statüye sahip olduğunu zannederek, halkı zulme dayanan esaslara göre yönetmenin sonu, Firavun misali yıkıma uğramaktır. Yönetimi altında yaşayanların, ırk, renk, kabile, mezhep, meşrep, din v.s gibi alt kimliklerini dikkate alan bir yönetim uygulaması, zaman içinde o topluluklarda huzursuzluğun asıl nedenini oluşturarak, toplulukların güçsüz düşmesine sebep olacak ve beraberinde yıkımı getirecektir.

Firavun, kendisinin yönetimi altındaki etnik unsur olan İsrailoğullarına her türlü zulmü reva görürken, Süleyman (a.s) ise elinin altındaki etnik unsurları sosyal ve ekonomik ayrım gözetmeden yönetmeyi başaran bir hükümdar örneği olarak karşımızda durmaktadır. 

Irk, soy, kabile gibi insan ile ilgili unsurlar, dünya hayatının bir gerçeğidir. Bu gerçekler, yönetimi elinde bulunduranların elinde bir zulüm aracı olarak asla kullanılmamalıdır. Bir devletin çatısı altında mutlaka farklı ırk, kabile ve soylara bağlı etnik unsurlar mutlaka bulunmaktadır. Bir devletin gücü ve devamlılığı, bu unsurları birbirine bağlı tutmayı başardığı müddetçe sürecektir. Devletler bu etnik unsurlar arasında ayrım yapan bir politika gütmeye başladığında ise, Firavun misali güçten düşecek ve yıkım gerçekleşecektir. 

Yaşadığımız dünyada yakın geçmişte ve şu anda yapılan savaşlara baktığımızda , farklı etnik unsurlara sahip olanların kışkırtılması sonucunda çıkarılmış savaşlar olduğunu görebiliriz. Bu savaşların verdiği zararlar ile dünyanın her tarafı yangın yerine dönüşmüştür. Bu savaşların yaşandığı ülkeler zaman içinde güçten düşerek, yıkıma mutlaka uğramıştır.

İnsanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını beyan eden Hucurat s. 13 ve diğer ayetler, insanlar arasındaki yakınlığın anlatılması açısından okunması gereken ayetlerdir. Bir erkek ve bir dişiden yaratılan insanların kardeş olması, kardeşler arasında olması gereken birlik , beraberlik ve dayanışmayı da beraberinde getirmesi açısından okunarak, bir insanın diğer insana karşı olan üstünlüğünün, bizlerin belirlediği kriterlerin değil , Allah (c.c) nin belirlediği kriterlerin dikkate alınması , "Üst Kimlik" dediğimiz olguyu gündeme getirerek , "Alt Kimlik" dediğimiz ve insanlar arasında ayrımcılığı körükleyen unsurları da gündemden düşecektir.

Üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeni, ancak Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sistem içinde gerçekleşebilir. İnsanların ilahlık ve rabliğe soyunduğu bir sistemde, üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeninin kurulması asla mümkün değildir. Bu durum ise toplumların kendi içinde çatışmasını beraberinde getirecek, ve toplumları güçten düşürerek yıkılmalarına sebep olacaktır. 

Firavunun ilahlık ve rablik iddiası , yönetim ile ilgili kuralları koyma hakkını kendisinde görmesi , koyduğu kuralların ise yanlış olması sonucunda, Sünnetullah'ın tecelli ederek onun iktidarının yıkımını getirmiştir. Onun ilahlık ve rablik iddiası, halkını küçümsemesini ve bölmesini, bir bölümünü soykırıma tabi tutmak sureti ile kendi iktidarını daha da sağlamlaştıracağı zannı, onun sonunu getirmiştir.

Sünnetullah'ı aşağıdaki dizeler kadar veciz bir şekilde anlatmaktadır.


                                  "Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
                                   Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
                                   Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
                                   Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var?
                                                                                                              (Mehmet Akif Ersoy)

Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetlerinde belirlenen kurala göre Firavun sahip olduğu iktidar nimetini , kendisini ilah ve rab olarak görmek , halkı küçümsemek , halkın bir bölümünü soy kırıma uğratmak sureti ile kötüye kullanarak , değişim yasalarının kendisi aleyhinde gerçekleşmesini talep etmiş, Allah (c.c) ise bu değişim isteğinin karşılığını vermiştir.

Firavunluk sadece yönetim kademesindeki insanlar ile ilgili bir durum değil , kişisel olarak ta bu durum yaşanabilir. Önemli olan Firavun karakteri üzerinden verilen örnekleri üzerimizde taşımamak gerektiğidir. Firavun karakterine sahip olan bir kişi evin reisi olsa, bu zulmü aile bireyleri üzerinde, öğretmen olacak olsa talebeleri üzerinde uygulamaktan geri durmayacaktır.

Sonuç olarak : Kitabında koyduğu toplumsal yasalarda kıyamete kadar bir değişme olmayacağını beyan eden Allah (c.c) (İsra s.77 - Ahzab s.62 - Fetih s.23- Kehf s.55) , bu yasaların nasıl işleyeceğini yine kitabında beyan ederek , nasıl işlediğini ise kıssalar yolu ile canlı örneklerle göstererek, bizlerin bu anlatımlardan ibret almasını istemektedir. 

Firavun, Sünnetullah'ın tecelli etmesinin en önemli örneği olarak , tarih boyunca gelecek yönetimlerin aynı yolu izlediği takdirde başına gelecek sonu gösteren son derece önemli bir aktördür. Onun denizde boğulması, iktidarının son bulması açısından okunması gereken bir son olup, tüm iktidar sahiplerinin denizde boğulması gerektiği gibi bir son akla gelmemelidir.

Elindeki yönetim gücünü kötüye kullananların bu gücü her ne surette olursa olsun kaybetmiş olmaları , toplumsal yasaların (Sünnetullah) işlemesinin bir gereği olduğu , ve bu işleyişin kıyamete kadar süreceği hatırdan çıkarılmamalıdır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Mart 2016 Cumartesi

Kur'anın Ferdi ve Toplumsal Alanda Pratiğe Aktarılma Sorunu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an yaklaşık 1500 yıl önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara indirilmiş bir kitaptır. Bu kitabın muhteviyatına baktığımızda, o günkü yaşayan insanların ekonomik , sosyal ve dini düşüncelerinin göz önüne alınarak indirilmiş ayetler olduğunu, hatta bir kısım ayetlerin "Tarihsel" denilebilecek bir durumda ve bugün yaşanan hayat içinde pratiği olmayan ayetler olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an indiği zaman ve mekan içinde yaşayan Arap toplumunun örfi yapısını, eğer şirk unsuru taşımıyor ise kabul etmiş , ıslaha muhtaç olanları varsa onları ıslah etmiş , eğer toplum yaşantısında şirk unsurları varsa bunları ret etmiş, ve kökten bir değişim meydana getirmiştir.

Kur'anın indiği topraklarda yaşayan insanların Arap olması, ve bu insanların binlerce yıldır süregelen yaşantılarının kazandırdığı ve onlara has olan örfleri ve adetlerinin Kur'an tarafından dikkate alınarak, "Şirk" unsuru taşımayan bir kısım örf ve adetlerin yasaklanmadığını , bunların bazı düzenlemeler ile Kur'anın nuzulü sırasında devam ettirildiğini görmekteyiz.

Bugüne geldiğimizde ise ,  Kur'anın insanın ferdi ve toplumsal yaşantısına dair olan hükümlerinin, 1500 yıldır yaşanan kültürel , ekonomik ve sosyal değişimler nedeni ile hayat içinde nasıl ikame edilebileceği, sorusu gündeme gelmektedir. 

Bu sorunun cevabı üzerinde yapılan tartışmalar ,ve bu sorunun cevabı olarak ortaya konulan geçmişteki bazı yanlış uygulamalar, ve bu uygulamaların aynen bugünde aynen geçerli olacağı korkusu , bir kısım insanı karamsar duruma düşürerek , "Artık bu kitap yaşanan hayata dair bir şey söylemiyor" şeklinde düşüncelere itmektedir. 

Kur'an gerçekten bugün yaşanan hayatın içinde uygulama imkanı kalmamış bir kitap mıdır ?. Yoksa bugün hayatı yaşayan insanların alışkanlıkları, Kur'an dışı uygulamaları içselleştirdiği için böyle bir düşünce içindemidirler?. 

Bu soruların cevapları eğer doğru biçimde bulunabilirse, bugün sorun olarak görülen bazı meseleleler hallolmuş olacaktır. 

"Kur'anın yaşanan hayata pratize edilmesi" denildiği zaman, bir çok insanın aklına gelen konulardan bir tanesi, "Kölelik ve Cariyelik" müessesesidir. Bu konu, İslam düşmanlarının elinde hazır bir koz olarak, Müslümanlara vurulan bir kırbaç haline gelmiş , özellikle bugün "Ehli Hadis" düşüncesini temel alan bir takım örgütlerin "İslam Devleti" adı altında yaptığı uygulamalarda, bu kurumun yeniden pratiğe geçirildiği haberlerini bile duymaktayız. 

Bir çok insanın zihninde , "Bugün Kur'anı esas alan bir toplum yönetimi içinde kölelik ve cariyelik kurumu olacak mıdır?" sorusu cevap beklemektedir.

Bu sorunun cevabı bir çok kimse tarafından merak edilmektedir. En son söyleyeceğimiz sözü baştan söyleyerek, bu sorunun cevabına "HAYIR" diyebiliriz neden mi? ; 

Kölelik ve cariyelik kurumu, Kur'anın nazil olması ile birlikte vaz edilmiş bir kural, yani uygulandığında sevap , uygulanmadığında günah kazandıran bir emir değildir. Bu kurum Kur'anın nuzulü öncesi Arap toplumunun hayatında var olan ve "Şirk" olarak görülen bir uygulama olmadığı için direk olarak "Haram" hükmü verilip kaldırılmamıştır. 

Kur'an, köle ve cariye statüsüne tabi olanların daha insanca bir hayat sürmeleri için, gerekli olan düzenlemeleri yaparak, yani onlar için uygulanan hukuku ıslah ederek, onların önce insan olduklarını hatırlatmıştır. Bu konuda klasik İslam fıkhı tarafından üretilen, özellikle cariyeler ile nikahsız beraber olunabileceğine dair olan hükümlerin, Kur'an tarafından onaylanmadığını hatırlatmak yerinde olacaktır. Konu müstakil bir başlık altında incelenebilecek kadar geniş olduğu için, şimdilik bu kadarı ile yetinmek istiyoruz.

Bugün Kur'anı baz alan ve klasik fıkhı dikkate almayarak yeni bir Kur'ani fıkıh üreten İslami devlet yönetimi altında, "Kölelik ve Cariyelik" adında bir kurumun yeniden işlerlik kazanması artık mümkün değildir. Bu kurum, Kur'anın "Sabitesi" veya "Evrensel" bir kuralı değil, o günkü Arap toplumunun yaşantısının bir gereği olarak ,Kur'anın düzenlemeler getirerek ıslah ettiği bir kurumdur.

Bilindiği üzere bugün dünya genelinde yaşanan ekonomik hayat, faizli sisteme dayanan bir model üzerine bina edilmiştir. 1500 sene öncesi yaşanan ekonomik hayat ile bugün yaşanan ekonomik hayat birbirinden farklı olduğu için, artık faizsiz bir ekonomik modelin mümkün olmadığı düşüncesinde yola çıkılarak , Kur'anın ekonomik model tavsiyelerinin uygulanamaz olduğu savı ortaya atılmaktadır.

Öncelikle şu bilinmelidir ki ; Faiz yasağı Kur'anın bir sabitesi yani evrensel bir kuralıdır. "Faiz olmadan ekonomik hayatın devamı mümkün değildir" şeklinde bir iddia "Allah ve elçisine açılan bir savaş" anlamına gelecektir. Öncelikle böyle bir fikrin Müslüman kafalardan silinmesi, ve "Faiz olmadan ekonomik bir hayatın devamı mümkün olabilir" düşüncesi kafalarda yer ederek, teslimiyetin gereği yerine getirilmelidir. 

Allah (c.c) nin kitabında "Haram" olarak beyan ettiği bir hükme karşı, pratiğinin imkansız olduğu yönündeki bazı itirazlar, ve bu itirazlara sebep olan hükümler, yaşadığımız dünya gerçekleri ile uyum sağlamıyor ise, hatayı Kur'anda değil, yaşanan hayatın kendisinde aramak gerekmektedir. 

Allah (c.c) bir şeyi yasaklamış ve bu yasaklanan şey , zamanla hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmişse , ondan ayrılmamak için dinin hükümlerini yaşanan hayata göre yeniden düzenlemek, veya hükümleri delmeye çalışmak yerine , yaşadığımız hayatı yeniden gözden geçirerek , Kur'anın hükümlerini hayata değil , hayatı Kur'anın hükümlerine uydurmak zorundayız.

Bugün maalesef bir çok Müslüman böyle bir ikilem içinde kalarak , yaşadığı hayat ile inandığını iddia ettiği kitap arasındaki uçurumu fark etmekte, fakat ne yardan ne serden vazgeçmek istemeyerek , içinde bulunduğu ikileme İslami bir kılıf uydurarak paçayı kurtarmanın derdine düşmüş durumdadır.

Bu konuda yapılan en büyük yanlış, Müslüman veya Kafir ayrımı olmadan herkesin faizli bir ekonomik modele yatkın bir yaşantı içine girmiş olması , ve böyle hayatın getirilerine alışkın olduğu için, terk edildiğinde her şeyin sil baştan değişeceği korkusudur. Yaşantısını faizli bir ekonomik model üzerine kurmuş olanların, böyle bir model harici ekonomik sistemin uygulanamaz olması iddiası, teslim olmaya değil teslim almaya yönelik düşüncelerin ürünüdür. 

Arap toplumunda geçerli olan faizli ekonomi eğer, Allah (c.c) tarafından "Arap gerçeği" olarak kabul edilseydi, Allah (c.c) bu faizi kaldırmaz, daha yumuşak bir faizli sistem önermesi ile, faizli ekonomik sistemin evrensel bir kural olabileceği yönünde bizlerde de bir düşünce oluşması sağlanabilirdi. Fakat faiz , insanlara ekonomik olarak zulmetmenin evrensel bir yolu olduğu için bu yol Kur'an tarafından kıyamete değin HARAM kılınmıştır.

Bugün faizli bir ekonomik sistemin artık bazı Müslümanlar tarafından bile "Dünya gerçeği" olarak kabul edilerek, Kur'anın bu konudaki yasağının "Uygulanamaz" olduğu düşüncesinin, öncelikle imani bir problem olarak düşünülmesi gerekmektedir.

Kur'anın miras taksimine baktığımızda, Kur'an erkeğe 2 kadın hissesi vermektedir. Mirasın Arap toplumu tarihsel arka planına baktığımızda , kadının mirastan  mahrum edilmesi söz konusudur. Erkeğin 2 kadın hissesi almasının gerekçesi olarak , erkeklerin evin maişetini temin etme noktasında  sorumlu olmaları, onların kadınlara göre daha fazla hisse almalarını da beraberinde getirmektedir. 

Bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda , kadınlarında aynen erkekler gibi , iş hayatının her kolunda faal olduğunu , artık ekonomik bağımsızlıklarını kazanan bireyler olduklarını görmekteyiz. 

Bu durumu göz önünde bulundurarak , "Kur'an erkeklerin evin ihtiyacını temin etmekle görevli olduğu bir zamanda böyle bir hüküm vaz etmiş , şimdi ise artık kadın erkek gibi evin ihtiyaçlarını temin için çalışmaktadır, onun için mirastaki payı eşit olmalıdır" diyerek , Kur'anın bu hükmünü tarihsel bir hüküm olarak görmek ne derece doğru olacaktır ?.

Kadınların çalışmasına karşı olmamakla birlikte, kadının iş hayatının içine çekilmesi, erkeklerin az olması sonucunda doğan mecburi bir ihtiyaçtan dolayı değil , kapitalist sistemin insanı daha çok harcaması gerektiği üzerine bina ettiği bir yaşam düzeninden doğan suni mecburiyet sonucudur. 

Bugün çalışan bir kadının sorunu , çalışan bir erkekten daha fazladır. Çocuk bakımı veya evin yapılması gereken işleri, büyük çoğunlukla kadının üzerindedir. Kadınların çalışması nedeniyle kreşlere ve bakıcılara teslim edilen çocukların, aile sıcaklığından mahrum kalarak büyümeleri ve kadının çalışması nedeniyle bozulan aile yapısının boşanmalar ile yıkılması işin diğer sosyolojik ve psikolojik boyutudur.Kadınların istihdamı nedeniyle bugün bir çok erkeğin erkeğin işsiz olması da üzerinde tartışılması gereken bir konudur.

Kadının zaman içinde değişen konumu nedeniyle , Kur'anın miras taksimi konusundaki hükmünün geçersiz olması gerektiği iddiası yeniden düşünülmelidir. Çünkü bu hükmün geçersiz olması gerektiği düşüncesi, kadının hayat içindeki yerinin kapitalist sistem tarafından değişime uğratılması sebebi iledir. Kadının çalışmış olması sebebi ile , o kadının mirastan eşit pay almasını gerektirip gerektirmediği konusu Kur'an hükümlerinin ciddiye alınmaması ve zamana göre yeniden tanzimi anlamını taşımaktadır , kanaatimiz o dur ki Kur'anın kadının payı ile ilgili olan miras taksimi tarihsel değil evrensel bir hükümdür.

Bugün Kur'anın toplumun yönetimi ile ilgili olarak nasıl bir sistem önerdiği , yine Kur'anın uygulanabilirliği konusunda şüphe içinde olanların kafasını karıştıran konuların başında gelmekte olup, bir kısım Müslümanları, " Kıralım dizimizi mevcut yönetimin bize verdikleri ile idare edelim" şeklinde bir düşünce içine sokmuştur. Hatta bir kısım Müslümanlar , "Bundan iyisi Şam da kayısı" diyerek bu konuda daha teslimiyetçi bir tavır içine dahi girebilmektedir.

Adına "Demokrasi" denilen sistemin İslama gayet uygun olduğu, ve bu sistem içinde yaşamanın herhangi bir mahzuru olmadığı gibi düşünceler, özellikle son yıllarda Türkiye de iktidar olan mevcut siyasi partinin muhafazakar bir söylem içinde olması neticesinde , bu düşüncelerin dahada yaygınlaşmasına sebep olmuştur.

Demokrasi ; Yunanca da "Halk yönetimi" anlamına gelen bir kelime olup , insanlara seçim hakkı tanıyan bir yönetim sistemidir. Asıl olan yönetimin hangi esasları baz alarak halka seçim hakkı tanıdığıdır. Türkiye ye baktığımızda demokratik sistem , Kemalist ve laik bir temele oturtulmuş olan ve bu temel üzerine kurulmuş olan partilerin birisinin seçimler sonucunda iktidar olmasını sağlayan bir sistemdir. 

Türkiye üzerinde yaşayan büyük bir kesim Müslüman ,  böyle bir temele oturmuş olan siyasi partilerin birisini tercih ederek , kemalist ve laik temelli bir yönetimin devamını, demokratik sistemin bize tanıdığı bir hak olan seçim sistemi ile sağlamakta, ve bazılarımız ise bundan bırakın rahatsızlık duymayı , bu sistemi hararetle savunarak, bu sistemi kabul etmeyenlere karşı çıkmaktadır.

Gerekçe olarak ise , Kur'anın önerdiği bir sistemin artık uygulama imkanı kalmadığı , hiç olmazsa ucundan kıyısından verilen tavizler ile yetinmek gerektiği , mevcut sistemin imkanlarından yararlanmanın, bu sistemi desteklemeyi gerektiği, gibi sözlerle Müslümanlar atalet içine düşürülmeye çalışılmaktadır. 

Şurası bilinmelidir ki ; Mevcut sistemin imkanlarından yararlanıyor olmak , o sistemi desteklemenin gerekçesi ve şartı asla olamaz. Bu düşünceler Firavunun Musa (a.s) a zamanında kendi imkanlarından faydalandığı "Sen Kafirsin" demesine benzemekte olup , "Errezzak" ismini sisteme vermek anlamına gelmektedir.  

Bugün Müslümanlar olarak en büyük sorunumuz , içinde yaşadığımız sisteme tamamen entegre olmamız ,ve bu entegrasyondan kurtulmak gibi bir istek içinde olmayışımızdır. Hal böyle olunca da bütün meselemiz artık , içinde bulunduğumuz entegrasyona bir kılıf uydurarak , vicdanımızı rahatlatmanın derdine düşmek, kitabı ve düşüncelerimizi bu entegrasyon doğrultusunda yeniden düzenlemek olmaktadır. 

"Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy" sözünü bu şekilde hayata yansıtan bizler , içimizi rahatlatan sözleri söyleyenleri duyunca, onlara can simidi yapışarak, onları  bir kurtarıcı kahraman olarak görmekteyiz. 

Ama Kur'an ortada ve "Ben Müslümanlardanım" diyenlere yüklediği sorumluluklar açık ve nettir. Kur'an bizlere yaşadığımız hayat içinde nasıl bir yol izleyeceğimizi yaşanmış hayatlar ile anlatan bir kitaptır. Elçilerin anlatılan kıssaları onların toplumları içinde nasıl bir tavır sergilediklerini bizlere anlatmaktadır.

Hiç bir elçi yaşadığı toplumun yanlışlarına karşı "Bunlar dünya gerçeği" diyerek onlarla hiç bir şekilde müdahanede bulunmamış, toplumun "Şirk" unsuru taşıyan yanlışlarına karşı, kimseden korkmadan çekinmeden doğru olanı tebliğ etmişlerdir.

Bizler yaşadığımız hayat içinde Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışmak ile mükellefiz. Eğer bu mümkün olmuyorsa, bu hayatı terk etmek gibi bir ruhsat maalesef bizlere verilmemiştir. İbrahim'in ateşine su taşıyan karınca , "Nasılsa benin bu ateşi söndürmeye gücüm yetmez" diyerek geri durmamış "Safım belli olsun" diyerek safını İbrahim den yana seçmiştir. 

Bizlere ne oluyor ki "Bu ateşi biz söndüremeyiz" diyerek, safımızı Nemrutlar dan yana seçiyoruz ?. Bizlerin, toplumu yöneten kuralları İslamileştirmeye gücümüz ve sayımız belki yetmeyebilir, ancak toplumun bu kurallar ile yönetilmesi tarafında safımızı seçmememiz için hiç bir neden yoktur. 

Yunus (a.s) gibi "Ben bu toplumu adam edemem" diyerek kaçmanın neticesi, onun üzerinden verilen bir örnekle bizlere anlatılmıştır. Bizler neticeye varmak gibi bir mecburiyet içinde olmamakla birlikte , inandığımız doğrulardan taviz vermeden o yolda dosdoğru yılmadan, ve kimseden korkmadan yürümek mecburiyetindeyiz.

1500 sene inmiş olan bir kitabın içindeki hükümlerin , bugün yaşayan insan hayatında nasıl yer edebileceği konusunun konuşulabilmesi , öncelikle kendimizi yaşadığımız dünyanın şartlarına mahkum olduğumuz gibi bir düşünce içinde olmaktan kurtulmak ile mümkün olacaktır. Kendisinin yaşadığı dünyanın şartlarına mahkum olduğuna inanan kimse , yaşadığı hayatın yanlışlarını görmemek için, bin bir yol aramak zorunda kalacaktır. 

Dinin sabiteleri denildiği zaman akla gelen ilk şey , ihlal edildiğinde bizi Allah (c.c) katında sorumlu düşürmesi olmalıdır. Eğer yaptığımız bir fiil ve söylediğimiz bir söz bizi Kur'an nazarından bakıldığında sorumlu duruma düşürüyorsa bu hükümler "Dinin Sabitesi" olarak evrensel bir anlam taşımaktadır. Yaşanan hiç bir zaman ve mekanda bu hükümlerin tarihselliği veya uygulanamazlığı tartışma konusu bile yapılamaz.

Kur'an, içindeki hükümlerin genel bir çerçeve çizilmesi itibarı ile insanın yaşadağı zaman ve şartları dikkate alan ana hükümler vaz etmektedir. Örneğin ; Hırsızlık suçuna el kesme olarak ceza öneren Kur'an , bu cezanın hangi derecede yapılan hırsızlık suçuna uygulanması gerektiğini hukukçuların içtihadına bırakmıştır. Kur'an içinde hükmü bulunmayan bir suç ise , Kur'anın önerdiği suça ceza mantığı çerçevesinde yine hukukçular tarafından belirlenecektir.  

Kur'an "Sabite" olarak tavsif edebileceğimiz hükümleri ile sadece indiği zaman ve mekanda yaşayan Araplara hitap etmekle kalmamış , içtihat yapılabilecek şekilde hükümler vaz ederek , evrenselliğini kıyamete değin koruyacaktır. İçindeki bazı "Tarihsel" olarak okunabilecek ayetleri öne sürerek , bu kitabın tarihselliğini iddia etmek , bizleri başka kitaplara yöneltecektir. Başka kitaplara yönelerek , bu kitaplar doğrultusunda hayatı tanzim etmenin karşılığı ise yine bu kitap içinde bizlere haber verilmektedir. 

Sonuç olarak ; Kur'anın ferdi ve toplumsal alanda uygulanabilirliği sorunu üzerinde yapılan bazı mütalaalar , kendisine Müslüman diyen bir kısım insanın, yaşadığı zaman içindeki hayat sistemi ile entegre olması sonucunda , gündeme gelmektedir. Yaşadığı hayattan kendisini kurtarmak istemeyen bir kısım Müslüman yaşadığı hayatı Kur'ana uygun olduğuna kendisini inandırmak için Kur'an içindeki bazı hükümlerin artık uygulama alanı kalmadığından yola çıkarak yeni söylem üretmeye , veya bu tür söylem üretenlerin peşine takılmaya heves etmektedir.

Kur'an geneline baktığımızda elçiler ve onunla birlikte olanların yaşamaya çalıştıkları hayatların , kavimlerinin şirkine karşı , Tevhidi bir duruş şeklinde gerçekleştiğini görebiliriz. Şimdi bu kitaba iman ettiğini iddia eden bazı hayatlara baktığımızda , yaşadığımız toplumun yanlışlarını kabullenerek onlara İslami bir kılıf giydirmek için atılan taklaları görmekteyiz. 
İslam kelimesinin anlamı "Teslim olmak" olduğuna göre , bizlere iman ettiğimiz kitaba teslim olmakla yükümlü olan insanlarız. Eğer bu kitap içindeki bazı hükümler ile yaşadığımız hayat çakışıyor ise, kitabı değil yaşadığımız hayatı değiştirmek zorundayız. 

Kur'an genelinde kıssa yolu ile yapılan anlatımların merkezinde , yaşadıkları şirk merkezli hayatı değiştirmek istemeyenler ile , bu hayatı değiştirenlerin mücadeleleri görülmektedir. Bizler bu hayatları dikkate alarak olması gerekeni onlardan öğrenmek gibi zorunluluk içindeyiz. Yaşadığımız hayatı değiştirmenin zorluklarına katlanamayarak , bu hayatı içselleştirmek , ve bu hayatlara İslami bir kılıf uydurmaya çalışmak, teslim olmak değil , teslim Almak anlamına gelecektir. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Mart 2016 Çarşamba

TEVBE s. 38-41. Ayetleri : Düşmanlarımızla Savaşmamak Neticesinde Meydana Gelen Toplumsal Yasa

Kur'anın "Sünnetullah" adını verdiği toplumsal yasaların sebepleri ve bu sebeplerin meydana getirdiği sonuçlar, Kur'an içindeki önemli anlatımları teşkil etmektedir. Bu anlatımların amacı, geçmişte yaşanan olaylardan, gelecek olanların ibret alarak  dersler çıkarması, ve yollarını ona göre belirlemeleri gerektiği doğrultusunda olup , bizden öncekilerin yaptıkları ve yapmadıkları neticesinde karşılaştıkları sonucun aynısının dün olduğu gibi , bugün , yarın ta ki kıyamete kadar görüleceğinin bilinmesine dairdir.

Bu yazımızda Tevbe s. 38-41. ayetlerini , "Sünnetullah" olgusunu dikkate alan bir okuma yapmaya çalışarak , bu ayetlerdeki yasaların bugün bizler için nasıl işlediği üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

Bilindiği üzere "Kıtal" (Harp) bir insanlık gerçeğidir. Bu yolla , müstekbirler müstazafları ezdikleri gibi , aynı yolla müstazaflar müstekbirlerin fesatlarını önleyebilmektedirler. 

[002.251]  Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Allah'ın insanları birbiriyle def'edip savması olmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.

[022.040]  Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah'tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.

Bu noktada asıl olan şey , haksızlığa uğrayanların , gasp edilen haklarını geri almaları için bu savaşı yapmaları gerektiği olup , gasp edilen haklarını geri almak için savaşmayanların ise , zulüm ve baskı altında inlemeye mahkum olmaları, tarih boyunca değişmeyen toplumsal bir yasadır.

Konumuz olan ayetler, bizlere bu gerçeği vurgulamaktadır. 

[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki «Allah yolunda seferber olunuz!» emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız? Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, âhiretin yanında pek az bir şeydir!
[009.039]  Eğer  seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
[009.040] Siz ona (peygambere) yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak onu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: «Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.» Böylece Allah ona 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, küfre sapanların da kelimesini (küfür çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi ise, yüce olandır. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.041] Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.

Tevbe s. 39. ayeti, Allah (c.c) yolunda yapılması gerekli olan seferberliğin yapılmaması halinde meydana gelecek olan durumu beyan etmektedir. Eğer Allah (c.c) ye iman ettiğini iddia edenler , savaşılması gereken durumlarda , bu savaşı yapmayarak oturmayı tercih ederlerse , bu yaptıkları onlara ZİLLET ve ESARET olarak geri dönecektir.

Bu ayetler , dün Medine deki Müslümanların savaş konusundaki isteksiz davranışlarının onlara ne gibi bir zararı dokunacağı beyan ederek , bu zararın değişmez bir yasa olduğunu bizlere hatırlatarak , aynı fiilin işlenmesi durumunda bizlerin de bu yasanın getirdikleri ile karşı karşıya kalacağımız mutlak bir gerçektir.

Medine Müslümanlarına örnek olarak anlatılan geçmişteki hayatlardan kesitler olan kıssalarda, yurtlarından çıkarılmış olanların , çıkarıldıkları bu yerlere nasıl dönebilecekleri ve buralarda nasıl bir hakimiyet tesis edecekleri ,özellikle "Talut Kıssası" ile veciz bir biçimde anlatılmaktadır. Bu kıssa okunduğunda , ortak yönleri "İnsan" olan İsrailoğulları ve Müslümanların, düşmana karşı bir isteksizlik içinde olduklarını da görebiliriz.

[002.246]  Musa'dan sonra İsrailoğullarından bir topluluğu görmedin mi ? Hani, onlar nebilerine bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım, dediler. Nebileri de: Üzerinize savaş farz edilir de ya savaşmazsanız? dedi. Onlar dediler ki: Biz Allah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğullarımızdan (ayrıldık) . Fakat onların üzerine savaş farz edildiği vakit, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.

Tevbe s. 39. ayetinde , iman edenlerde düşmana karşı oluşacak olan savaş isteksizliğinin, onlara "Acı bir azap ve kendilerinin yerine başka bir topluluk gelmesi" şeklinde bir karşılığı olacağının beyan edilmiş olmasının, yaşadığımız hayatta ki bugünkü karşılığının nasıl olduğunu görmek , ve içinde bulunduğumuz bu durumdan çıkmanın yolunu, yine bize rehber olan kitaptan okumak durumundayız.

Bugün İslam coğrafyasının büyük bir kısmını teşkil eden topraklara baktığımızda , geçmiş zamanlarda Müslümanların yapmış oldukları hatalar neticesinde ellerindeki gücü kaybederek , güçsüz duruma düştükleri , ve bu durumun halen devam ettiğini söylemek , "Görünün köy klavuz istemez" misali, yanlış olmayacaktır. İslam coğrafyasının çok büyük bir kısmı , kafirler tarafından ya askeri işgale , ya da sosyal ve ekonomik yönden işgale uğramış vaziyettedir.

Biz Müslümanların içinde bulunduğumuz bu durum , 1- Bizlerin bu duruma düşmemize sebep olan hatalar , 2- Bizlerin içinde bulunduğumuz durumdan kurtulma yollarının aranması, şeklinde  2 başlık altında incelenebilir. 

Mü'min veya Kafir farkı olmadan , hangi inanç bayrağı altında olurlarsa olsunlar, bu toplulukların sahip oldukları bir inanç değerleri olup, Mü'min veya kafirlerin bu inançlarının yaşanan hayatlar üzerinde etkili olması gibi bir misyonları bulunmaktadır. Bu gerçeği ayetlerde şu şekilde görmekteyiz.

[008.039] Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.
[009.033]  Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.
[004.076]  İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.

Müslüman bir inanca sahip olanlar , bu inançlarının diğer insanlar üzerinde etkisi olması ve onlar tarafından da kabul görmesi için , Kafir bir inanca sahip olanlarda kendi inançlarının diğer insanlar üzerinde etkili olması için çalışmaları ret edilemez bir gerçektir. Savaş , bu isteğin gerçekleşmesi yönünde her iki tarafın da kullandığı bir yol olarak binlerce yıldır süregelen bir olgudur. 

Mü'min -Kafir şeklinde meydana gelen yeryüzündeki denge , hiç bir zaman boşluk kabul etmez. Eğer Mü'min tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa , ağır basan tarafında kafirler olacak , eğer kafir tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa, ağır basan kefesinde Müslümanlar olacaktır. Çeşitli sebepler yüzünden bu denge uzun senelerdir kafirler lehine değişerek , terazinin ağır basan tarafına yerleşmiş bir halde , yeryüzünde fitne ve fesada devam etmektedirler. 

[008.046] Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.

Dengenin bozulmasından en fazla zarar gören toplulukların başında maalesef bizler gelmekteyiz. Halbuki bizler bırakınız zulüm görmeyi , bu zulme engel olarak yeryüzünde ıslahı ikame etmek ile görevli kimseler iken , kendi aramızda kin , öfke , nifak , fırkalaşmak gibi unsurları sokarak güçsüz düşmüş, böylelikle bizden boşalan yeri kafirlerin doldurmasına kendi elimiz ile onlara fırsat tanıyarak, yeryüzünde fesadın yayılmasına sebep olan bir topluluk haline gelmişiz. 

Tevbe s. 39. ayeti , bizlerin birbirimizi yememiz sonucunda ortaya çıkacak olan durumu bizlere haber vererek , bu duruma düşmemek için gerekenlerin yapılmasını emretmektedir.

[009.039] Eğer  seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.

"Seferber olmak" emrini , "İçinde savaşın da dahil olduğu , ve küfrün yeryüzünde hakimiyet ortamı bulma imkanının kafirlere verilmemesi" ni ifade eden geniş bir anlam çerçevesinde anladığımızda ,bunları yapmadığımız zaman kafirlerin şu andaki yeryüzündeki sahip oldukları durum ortaya çıkacaktır. 

Müslümanların bilim , teknoloji , sosyal , ekonomi , askeri v.s gibi her yönden seferberlik hareketine girişerek , her konuda dünyanın en kuvvetli gücü haline gelmeleri gerekirken , bunların yapılmaması neticesinde , ayet içinde vaat edilen "ACI BİR AZAP" haberi gerçekleşerek , biz Müslümanlar kafirler tarafından çoluk ,çocuk , kadın , erkek ayırt edilmeden her türlü zulme maruz kalmaktayız.

Ayetin haber verdiği ikinci bir vaat olan , " BİZİM YERİMİZE BAŞKA BİR TOPLUĞUN GELMESİ" yine gerçekleşerek , İslam coğrafyası hem fiili olarak askeri yönden kafirlerin işgaline uğramış , hemde kendilerini bağımsız zanneden halkı Müslüman olan ülkelerin uyguladıkları siyasi ve ekonomik yönetim şekilleri ile kafirlerin üretimi olan sistemlere teslim olarak , onlar tarafından topyekün işgalimiz gerçekleşmiştir.

Bir kısım İslam coğrafyası , İsrail , Amerika , Rusya gibi müstekbirler tarafından fiili olarak askeri işgale maruz kalırken , diğer bir kısım İslam coğrafyası ise , bu gibi ülkelerin ürettikleri ürünleri tüketen ve onların kültürlerine ve yönetim sistemlerine sempati duyan bir toplum haline gelerek , ekonomik , siyasi ve sosyal olarak işgal edilmiş vaziyettedir.

Eskiden sadece askeri işgal yolu şeklinde ortaya çıkan sömürgecilik , artık başka şekillerde de ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin başka ülkeye muhtaç olan bir hayat sürmesi , o ülkenin ekonomik ve sosyal olarak işgal edilmesini de beraberinde getirecektir.

Ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi değerlerin İslam dışındaki başka topluluklardan ithal edilerek , İslam coğrafyasında yaşayanlar üzerinde hakim kılınması , o coğrafyanın işgali anlamına gelmektedir. Bu işgalden kurtuluş çareleri aranmadıkça , İslam coğrafyası üzerindeki zillet ve esaret sona ermeyecektir.

Bu durumdan nasıl çıkılır ?, kafirlerin zulmü nasıl sona erer? . 

[011.113] Ve zulm edenlere meyl etmeyin ki size ateş dokunur, ve Allahdan başka velîleriniz de yoktur sonra yardım göremezsiniz.

Hud s. 113. ayeti , bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebini "Zulm edenlere meyletmek ve Allah tan başka veliler edinmek" şeklinde sürülen hayatların sonucu olduğunu haber vermektedir.

Biz Müslümanların , "Zulmedenlere meyletmemek ve Allah tan başka veliler edinmemek" şeklindeki emri hayatımıza pratize şekli bu sorunun cevabı olarak anlaşılıp , okunarak hayata aktarıldığında, şu anda dünyanın içinde bulunduğu duruma karşı çözümler üretilmeye başlanacaktır.

Kur'anın bir çok ayeti, kafirler ile velayet yani işlerimizi onlara havale etmek şeklindeki yaklaşımları ret ederek , kendi kaynağımızı kullanarak ürettiğimiz değerlerin hayata geçirilmesi gerektiği emretmektedir. Ne acıdır ki, biz Müslümanların elindekinin kıymetini bilmeyen bir tutum içine girerek , başkalarının ellerinde olanlara ilgi ve heves duyan bir yaşam tarzını tercih etmiş olması ,bizleri  bugünleri görmeyi hak eden bir topluluk haline getirmiştir.

Müslümanların şu anda içinde bulunduğu ZİLLET ve ESARET ten kurtulma yolunun ilk basamağını atlamaları , öncelikle böyle bir durumda olduklarının farkına varmaları ile gerçekleşecektir. İçinde bulunulan durumdan rahatsız olan bir yaşam sürmek , bazı şeylerin farkında olmanın ve kurtulma çarelerini de aramanın yolunu açacaktır. 

Tevbe s. 39. ayet içinde belirtilen "Topyekün seferberlik" emrinin , teknolojik , askeri , sosyal , ekonomik , ahlaki bir kalkınma emrini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Savaşmak gücüne sahip olmak demek, her yönden kalkınmışlığın bir neticesi olup , savaşacak gücü elinde bulunduramayanlar, her yönden savaşacak gücü elinde bulunduranların kölesi olmaya mahkumdur.

Bizler Kur'anı okurken , ilk muhataplar olan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların , çıkarıldıkları Mekke ye muzaffer biçimde geri dönmeleri için nasıl hazırlandıklarına dikkat eden bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman , Kur'an mantığını ve mesajını daha kolay çözmüş olacağımızı söyleyebiliriz.

Mekke şehri , müşriklerin kalesi konumunda olan bir şehir olarak , Medine deki Müslümanların nihai bir hedefi idi. Medine hicreti ile başlayan hareketin tek gayesi , müşriklerin güç ve kuvvetlerinin sembolü ve ŞİRK'İN KALESİ olan bu şehrin, Müslümanlar tarafından fethedilerek tevhidin bir sembolü haline getirilmesi idi. 

Bizler bu hedefi gözeten bir Kur'an okumaları yapıp , nihai hedef olarak şu anda ŞİRK'İN KALESİ (Mekke) konumunda olan yerleri TEVHİDİN KALESİ konumuna getirmeyi amaçlayan bir bir yaşamın gerektirdiklerini yapmakla mükellef bir topluluk olduğumuzu unutmayan bir iman iddiası içinde bulunmamız gerekmektedir.  

Bizler yaşadığımız dünyayı "Tevhidin Kalesi" yapmak için çalışmadıkça , yaşadığımız dünyayı "Şirk'in Kalesi" yapmaya çalışanlar meydanı boş bularak , şu andaki yaşanan dünyanın ortaya çıkmasına sebep olacaklardır.

Medine de inen ayetlere baktığımızda , dikkatimizi çeken en önemli vurgu, kafirler ile olan savaşlar ve bu savaşlardaki insan tipleridir. Savaş , hayat içinde istenmese dahi çoğu zaman kaçınılmaz olarak baş vurulması gereken bir yol olarak , Müslümanların karşılaştığı bir olgu olup , bu savaştan kaçmak şeklinde ortaya çıkan durum sert biçimde eleştirilerek , bu savaştan kaçanların "Münafık" sıfatlı kişiler olduğu bir çok yerde hatırlatılmaktadır. 

İman- Küfür savaşının her an devam ettiği bir dünyada , "İman" safında yer almak iddiasının getirdiği bir takım yükümlülüklerin yerine getirilmesi , olmazsa olmaz şartlardandır. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi neticesinde ortaya çıkacak olan durumdan tüm Müslümanlar sorumlu olacaktır.

Sonuç olarak ; Savaş bir dünya gerçeği olup , inandığımız değerleri dünyaya hakim kılmak için yapılması gereken seferberlik hareketinin bir parçasıdır. Eğer bizler bu hareketi yapmaz isek , başkaları yaparak , bizleri zillet ve esaret altına alacaktır. Bu değişmez bir yasa olup şu anda yaşadığımız dünya içindeki durumumuz , savaş gerçeğini göz ardı eden yaşam tarzı ve onun gereğini yapmamanın bir sonucudur. 

Savaşacak güç sahibi olmak demek , ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi bütün değerler noktasında üst seviyede olmayı gerektiren bir güç sahibi olmayı da beraberinde getirmesi gerektirdiği unutulmamalıdır. Şu anda sadece askeri gücü kullanarak insani ve ahlaki değerleri gözetmeyenlerin dünyayı ne hale getirdiklerini gördüğümüzde , eksik olan tarafın insana değer vermemek olduğunu görürüz. 

Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi olduğunu bildiren Rabbimizin bize indirmiş olduğu değerler bütünü kevni ayetler ile birlikte okunmadığı müddetçe dünya kan gölü olmaya devam edecektir. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.