Yansıması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yansıması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 78-79. Ayetleri: Davut ve Süleyman'a Verilen Hüküm ve İlmin Hayat İçindeki Yansıması

Davut ve Süleyman (a.s) lar, Kral Peygamber olarak bildiğimiz, ellerinin altında büyük bir coğrafya bulunan ve bu coğrafya içinde yaşayan insanlara hükmeden elçiler olarak, onların Kur'an içinde anlatılan yaşamları, yönetici ve hakim konumunda olanlar için örneklikler teşkil etmektedir. Onların Enbiya s. 78-82. ayetler arasında anlatılan kıssasında, bize dönük mesajlar olarak şunları görmekteyiz.

[021.078] Davud ve Süleyman'a da. Hani kavmin koyunlarının gece çobansız halde yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken; Biz, onların hükmüne şahidlerdik.
[021.079] Biz bunu (hükmü) Süleymana kavrattık, her birine de hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik. (Bunları) Yapanlar biz idik.

Yukarıdaki ayet meallerinde Davut ve Süleyman (a.s) ların bir konuda hüküm verdikleri anlatılmaktadır. Kavmin gece çobansız olarak yayılan koyunları olarak geçen konunun, hakiki anlamda bir koyun olayı mı, yoksa mecazi bir anlatım mı olduğu üzerinde fazla durmayacağız. Çünkü kıssayı mesaj odaklı okumaya çalıştığımızda ayette anlatılan konu ikinci planda kalmakta, birinci plana ise hüküm verirken takındıkları tavır çıkmaktadır.

Enbiya s. 78. ayetinde geçen Biz, onların hükmüne şahitlerdik cümlesini, hakim konumunda olan bir kimsenin asla hatırından çıkarmaması gerekmektedir. Hakim ünvanı ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği her hükme onu yaratanın şahit olduğunu bilmelidir. Hakim konumunda olan bir kimse, kendisinden daha üstte olan bir hakime karşı sorumlu olduğunu unutmadığı sürece, verdiği hüküm adil olacaktır. Bu cümle Davut ve Süleyman (a.s) ların verdikleri hükümde kendilerinin üzerinde Allah'ın şahit olduklarını her zaman bildiklerini ve ona göre hüküm verdiklerini bildirmekte, bu cümle bütün hakimlerin başlarının üzerinde yazması gereken bir cümledir.

Hükmün Süleyman'a kavratılması demek, sadece o mesele hakkında nasıl hüküm vereceğinin ona vahiy yolu ile öğretilmesi değil, bütün konularda vereceği hükmün adil biçimde olması gerektiğinin öğretilmesidir. Bu noktada Enbiya s. 79. ayet içinde geçen, Her birine hüküm ve ilim verdik cümlesi dikkat çekicidir. Hüküm denildiğinde aklımıza yetki, ilim denildiğinde ise bilgi geldiğinde, bu iki kelimenin anlaşılması ve hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceği de kolay anlaşılacaktır.

Bir insan sahip olduğu bilgi ve yetkiyi, istediği gibi kullanmak gibi bir hak ve özgürlüğüne sahip değildir. İnsan kendisine bu yetenekleri kim verdiyse, onun isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır. İnsanlar arasında hüküm vermek bilgi ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği hükümde adil olmak ve ona göre karar vermek zorundadır. Davut (a.s) ın Sad s. içinde geçen kendisine gelen davacılar hakkında verdiği kararın her iki tarafı da dinlemeden vermiş olması ve bu hatasından dolayı tevbe edip bağışlanma istemesi, hakim olan bir kimsenin yargılamada nasıl davranması gerektiği bizlere öğretmektedir.

Hakim konumunda olan bir kimse, karşısına gelen davalarda hüküm vermek konusunda siyasi, ve ekonomik bakımdan güçlü olanlar tarafından baskı altına alınarak, vereceği kararın siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü olanların lehine olması istenebilir, hatta böyle bir kararı vermesi için rüşvet dahi teklif edilebilir.

Hakim konumunda olan kişilerin kendilerini siyasi ve ekonomik baskı guruplarından tecrit edebilmesi, onların boyunduruğu altında kalmadan karar verebilme yetki ve gücüne sahip olması, bir ülkede adaletin tesisi için olmazsa olmazlardandır.

Adalet herkese lazımdır.

Bugün ellerinde siyasi ve ekonomik güç bulundurarak adaleti istedikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olanlar, yarın ellerindeki bu güçleri gittiği zaman istedikleri şekilde yönlendirdikleri adalet, başkaları tarafından yönlendirilerek bu sefer kendileri adalet diye bağıracaklardır.

Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüzde hukukun bağımsızlığı söylemi, sıkça dile getirilmekte, fakat bağımsızlıktan anlaşılan şey, siyasi iktidara bağımlılık olarak gerçekleşmektedir. Hangi siyasi parti olursa olsun iktidara geldiğinde yaptığı icraatların başında, mevcut hukuk sistemini kendi düşünce ve menfaatleri doğrultusunda yeniden yapılandırmak olmuş, halen de aynı şey olmaktadır.

Elindeki gücünü kullanarak hukuku yönlendiren iktidar, elindeki mevcut gücünü kaybettiğinde ise, diğer iktidar tarafından bazı haksızlıklara uğramakta, kendisi bu sefer adalet diye haykırmaktadır. Fakat aynı iktidar daha önce kendisini ebedi olarak kalıcı zannederek uyguladığı hukuk kurallarının bu sefer kendi aleyhine işlememesi için imkanlarını seferber etmektedir.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Bir ülkede olması gereken şey, hukuk kurallarının siyasi iktidarların belirlemelerine göre değil evrensel ahlak ve vicdan kurallarına göre işlemesidir. Bu yönde işleyen hukuk kuralları kimseye göre değişkenlik göstermez, siyasi ve ekonomik durumu nasıl olursa olsun, herkes için eşit olarak işler.

Davut ve Süleyman (a.s) lar siyasi ve ekonomik güce sahip iktidar sahipleri olarak adil yönetimin örneği sergilemişler, tüm zamanlarda gelecek olan yönetici kademesine yol göstermişlerdir. Bugün dünyanın bazı ülkelerinde yönetici konumunda olanların kendilerine layık gördükleri dokunulmazlık adındaki zırh, hangi ülkede olursa olsun o ülke için yüz karasından başka bir şey değildir. Yönetici konumunda olanların bu konularda halka karşı daha şeffaf olmaları gerekirken, kendilerini özel kanunlarla koruma altına alması adalet kavramı asla bağdaşmaz.

Davut ve Süleyman (a.s) ların hüküm verirken kendilerinden daha üst bir makam olduğunu unutmamış olmaları, günümüzde yaşayan iktidar sahipleri için örnek olmalıdır. Hukuksal düzenlemeler ile yaptıkları hatalardan dolayı dünyada hesap vermekten bir şekilde kurtulanlar, bu hataların bedelinin ahirette asla yanlarına bırakılmayacağını unutmamalıdır.

Ahiret hesabı sadece halk tabakası için değil, bütün insanlar için vardır. Dünyevi konumu ne kadar büyük olursa olsun, bütün insanlar hakimlerin hakimi olan Allah'ın karşısında mahkemeye çıkacak, ve bu mahkemede sadece Allah'ın vereceği hüküm olacaktır. Bu durumu aklından çıkarmayan yöneticiler tarafından yönetilen ülkeler, dünyada cennetin yaşanacağı ülkeler olacaktır.

Sonuç olarak; Davud ve Süleyman (a.s) lara verilen hüküm ve ilmin hayat içindeki yansıması, yönetici bir konuma sahip olmaları nedeniyle, insanlar arasında adaletle hükmetlerini gerektirmiş, ve bu gereği gereği en doğru biçimde yerine getirerek, kendilerinden sonra gelecek olanlara örnek teşkil etmişlerdir. Onların Kur'an içinde anlatılan kıssalarına baktığımızda, yönetici kademesinde bulunan kimseler için el kitabı olacak öğütleri bulmak mümkündür.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Lokman Örneğinde İnsana Verilmiş Olan Hikmet'in Hayat içindeki Yansıması

Kur'an'ın bizlere vermek istediği mesajlarını aktarmakta kullandığı yöntemlerden bir tanesi, geçmişte yaşamış olan kişi ve toplulukların yaşadıkları hayatlardan kesitler anlatmak sureti ile, o hayatlardan örnek alınmasını sağlamak şeklindedir. Lokman ismi, geçmişte yaşamış bir kimse, ve oğluna verdiği bir takım öğütler üzerinden Kur'an içinde yerini almış, bizler tarafından Lokman'ın oğluna verdiği o öğütler üzerinden insan hayatının nasıl şekillenmesi gerektiği yönünde örnekler çıkarılması gerekirken, onun ismi  genellikle elçi olup olmadığı yönünde tartışmalar arasında oğluna verdiği öğütler buharlaşıp gitmiştir.

Yazımızda, aynı adı taşıyan sure içindeki ayetlerde, Lokman'ın oğluna verdiği öğütlerin, bizim hayatımıza nasıl yansıması gerektiği üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[031.012] Biz Lokmana «Allah’a şükret» diye hikmet verdik. Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük ederse bilsin ki Allah müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye lâyıktır.

Lokman'ın elçi olup olmadığı, onun ile ilgili olarak yapılan tartışmalardandır. Onun elçi kimliğine sahip olup olmadığının bizim için herhangi bir önemi bulunmamakta, bizim için öneme haiz olan asıl konu, onun yaşadığı hayatın örnek bir hayat olmasıdır. Surenin 12. ayetinde, Lokman'a Hikmet verildiğinden bahsedilmektedir. Bu kelime, Kur'an'ın anahtar terimlerinden bir tanesi olup, üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılarak hadis ve sünnet'in vahiy olduğu yönündeki çıkarımlara mesnet olarak kullanılmak istenilmektedir.

Hikmet; Islah etmek, düzeltmek amacı ile men etmek engellemek anlamına gelen Hakeme kelimesinden türemiştir.

Hikmet kelimesini Lokman bağlamında düşündüğümüz, ve Lokman'ın bir beşer olduğunu dikkate aldığımızda, hikmet sadece belirli kimselere verilmiş bir özellik olarak değil, bütün insanlara doğuştan verilmiş, yaşamının ilerleyen yıllarında insanın beslendiği yaşam kaynağı her ne ise, ona göre şekillenen doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilme özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın asıl meselesi, işte kendisinde bulunan hikmeti nasıl kullanması gerektiğidir. Çünkü insanda bulunan hikmet, çeşitli yönlendirmeler neticesinde yolundan sapmaya müsait olan yani Şeytan'ın emri altına girebilen bir özelliğe sahiptir.

Tarih boyunca gelen elçiler, muhataplarına insanda var olan hikmetin, vahyin doğrultusunda yönlenmeleri için çalışmışlardır. Yapılan bütün kavgalar insanda var olan bu hikmetin neye göre yönlenmesi gerektiğinde düğümlenmiş olup Lokman, kendisine verilen hikmeti vahyin doğrultusunda kullanan örnek bir şahsiyet olarak bizlere sunulmaktadır.

Ayet, insanın kendisinde olan bu hasletin doğru yönde kullanmasının faydasının kendisine olduğunu, yanlış yönde kullanılan hikmetin zararının da yine insanın kendisine olduğunu, Allah (c.c) nin insana vermiş olduğu tüm emirlerin yerine getirilmesine kendisinin ihtiyacı olmadığını beyan etmektedir.

Allah'ın kendisine verdiği hikmeti , nankörlük yönünde değil şükür yönünde kullanan Lokman oğluna şunları söylemektedir. Lokman'ın oğluna söylediği sözler, aynı zamanda bilginin insanlar nasılda nasıl yayıldığını da göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İnsan sahip olduğu bilgiyi kendisinden öncekilerinin edindiği tecrübi bilgilerin bir başkasına devredilmesi şeklinde öğrenmektedir.

[031.013] Hani Lokman; oğluna öğüt vererek demişti ki: Oğulcuğum; Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.

Lokman oğluna nasihat vermeye, Allah'a şirk koşulmaması gerektiğinden başlamaktadır. Çünkü insan yaşamı sadece Allah'a kulluk etmek temeline dayalı bir sistem üzerinde olması gerekmektedir. Şirk'in ne olduğunu ifade etmek için kullanılan Zulüm kelimesi üzerinde duracak olursak şunları söyleyebiliriz;

Kelime, ışığın yokluğu yani Karanlık anlamına sahip olduğu gibi, bir şeyi eksilterek veya artırarak, zaman veya mekanından saptırarak kendine ait olmayan bir yere koymak anlamına gelmektedir.

Şirk kavramının tarifinin Zulüm kelimesi ile yapılmış olmasının anlamını, Kur'an içinde geçen Nur, Zulümat gibi kelimelerin geçtiği ayetleri alt alta koyarak okuduğumuzda daha net bir şekilde anlayabiliriz. Ayrıca kelimenin diğer anlamını dikkate aldığımızda, tevhid'in fıtri bir durum, şirk'in ise arızi yani dış etkenler nedeniyle oluşan bir durum olduğunu anlayabiliriz. 

Bir insanın bilmesi gereken en önemli şey, kimin kulu olması gerektiği olup, yaşamını insanların tek ilahı rabbi olan Allah (c.c) buyrukları doğrultusunda yönlendirmek bütün insanların asli görevidir. Allah (c.c) dışındakilere kul olmak yolu ile şirk batağına düşmenin dünya ve ahiret sonuçları, Kur'an'ın bir çok yerinde yaşanmış hayatlar örneğinde anlatılmaktadır.

Lokman oğluna öğüt olarak bunları söylerken, bu öğütten bizim çıkaracağımız ders şu olabilir; Sorumlu bir anne baba olarak önce kendimiz tevhit üzere kaim olan bir hayat sürmeye çalışmak, sonra bu hayatı çocuklarımıza örnek olarak sunmak zorundayız. Örnekliğini sunmadığımız bir hayatı başkalarına tavsiye etmek, bu tavsiyelerin tutulmamasına sebep olacaktır.

[031.014] Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır.

[031.015]  Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.

Lokman s. 14. ve 15. ayetleri her ne kadar Lokman'ın oğluna verdiği nasihatlerin arasına girmiş cümleler gibi görünse de, insanın ana ve babasına iyilik yapması Allah (c.c) nin ona verdiği emirlerdendir. Ayetler insanın anne karnındaki ve sonraki haline dikkat çekerek, anne ve babanın insan üzerindeki hakkını hatırlatmaktadır. Ancak itaat konusuna sınırlama getirilerek, işin içine Allah'a isyan girdiğinde anne babaya bu konuda itaat edilmemesi gerektiği bildirilmektedir.

Her ne kadar itaat edilmese dahi, anne ve baba ile iyi geçinilmesi emredilerek, onların yaşamlarındaki ihtiyaçlarını karşılama noktasında geri durulmaması da bilhassa hatırlatılmaktadır.

[031.016] Oğulcuğum; işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirir. Muhakkak ki Allah; Latif'tir, Habir'dir.

İnsanın yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını göreceğini bilmesi, ve bu bilgiyi hayatına pratize etmesi, hele hele bu karşılığın ahiret hayatında olacağını bilerek ona göre yaşam sürmesi, onu dünya hayatında Allah'ın istediği bir kul haline getirecektir. Yaptıklarının hesabını yüce bir merciye vereceğine inanmayan insanların binlerce yıldır dünyayı nasıl bir fesat ortamına soktuğunu hatırlayacak olursak, Allah'a hesap verme inancının insan ve toplumların hayatında ne kadar önemli olduğu görülecektir.

Bu noktada ahirete iman ettiklerini iddia eden birçok Müslüman'ın ahiret inancına sahip olmayanlar gibi yaşamaları, bu inancı gereği gibi içselleştirmemiş olmaları anlamına gelmektedir.

[031.017] « Oğulcuğum, salatı ayakta tut, ma'ruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler) e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.

Lokman oğluna insan yaşamı için gerekli olan ve Evrensel Doğrular olarak ifade edebileceğimiz nasihatlerine devam etmektedir. Kuran içinde geçtiği yerlerde genellikle Namaz olarak çevrilen Salat kelimesi, namazı da içine alan geniş bir anlam alanına sahiptir. Bu kavramı, kulun kendisine çizilen daire içinde bir hayat sürmesi şeklinde anlamlandırdığımız zaman, insan hayatı içinde yapılan Allah (c.c) tarafından tasdik edilen tüm doğrular bu kavram içine girmektedir. 

Maruf olanın hayata geçirilmesi ve başkasına da tavsiye edilmesi, münker olanın yaşamdan uzaklaştırılarak, başka yaşamlardan da uzaklaştırılması için tavsiyelerde bulunulması, bizim için sıkıcı ve dayanılmaz olarak görebileceğimiz durumlar karşısında sabır edilerek isyan moduna geçilmemesi, yine Allah (c.c) katından bize emredilmektedir. 

İnsanların dünya hayatında maruf üzere, ve münkerden sakınan bir hayat sürmesi, ve bunun bütün inanlar tarafından hayata geçirilebildiğini hayal olsa da düşünmek, yaşadığımız dünyanın cennete dönüşmesini sağlayacaktır.

[031.018]  «İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.»

18. ayet, İnsanların birbirleri ile aralarındaki davranışları düzenlemektedir. İnsan olmak ortak paydasına sahip olanların, birbirleri ile aralarında sosyal ve ekonomik yönden farklılıkların olması kaçınılmazdır. Asıl olan bu farklılıkların öne çıkarılarak, kendisi gibi aynı duruma sahip olmayan diğer insanları küçümsemek, onlara karşı tepeden bakan bir tavır takınarak onlara karşı her fırsatta "Ben sizden farklıyım" mesajı vermeye çalışanları, başta Allah olmak üzere kimse sevmez.

[031.019]  «Yürüyüşünde iktisatlı ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir.»

Yürüyüşünde bile gurur ve kibir bulunan, sesi ile insanlar arasında farklılık mesajı vermeye çalışanların, diğer insanlardan nasıl bir farka sahip olduğunu ayet bildirmektedir. Sesini yükselterek diğer insanlara hitap edenlerin sesleri, insanlar arasında hoşlanılmayan bir sese sahip olan eşeğin sesine benzetilmektedir. 

Eşeğin sesinin çirkin olarak bildirilmesinin, bazı kimselerin kafasında, Madem sesi çirkin Allah eşeği neden güzel sesli olarak yaratmadı? sorusuna sebep olabilir. Eşeğin sesi için böyle bir ifadenin kullanılmış olması, bu sesin Allah katında çirkin olduğu için değil, insanların gözünde böyle bir algıya sahip olduğundan ötürüdür. Sesi beğenilmeyen bir kimse için sesinin eşek sesi gibi olduğu şeklinde ifadeler, bilindiği üzere insanlar arasında kullanılan deyimlerdendir.

Sonuç olarak; Kur'an yaşanmış hayatlar üzerinden bize kesitler sunarak, bizim hayatlarımızın ona göre şekillenmesini tavsiye etmektedir. Lokman rol model bir şahsiyet olarak Kur'an'da yerini almış, onun oğluna yaptığı tavsiyeler, Evrensel Doğrular olarak tüm zamanlara dair mesajlar ihtiva etmektedir. 

Lokman'ın oğluna söylediği sözler, aynı zamanda bilginin insanlar arasında nasıl yayıldığını da anlamak açısından dikkat çekicidir. İnsanlar yaşadıklarını bildiklerini ve öğrendiklerini kendisinden sonra gelecek olan kuşaklara sözlü bilgi şeklinde aktarmak sureti ile, yayılmasını sağlamaktadırlar.

İnsan olarak hem bizi yaratana, hem de diğer insanlara karşı yapacağımız doğru davranışlar, bizleri dünya ve ahirette mutlu ve mesut bir yaşam sürmemizi sağlayacaktır. Lokman'ın oğluna yaptığı tavsiyeler ile, bugün bizlerin o tavsiyeler karşısında nasıl bir durumda olduğumuzu düşündüğümüz zaman, neden dünyanın her tarafından fesat kazanlarının kaynadığını anlamak zor olmayacaktır.

Lokman adlı kişi üzerinden anlatılanlara, İdeal bir insan nasıl olmalıdır? sorusunun cevabı olarak bakıldığında, bizlere çok şeyler anlatmış olduğu görülecektir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Ekim 2016 Cuma

Nisa s. 51-52. Ayetleri : Cibt ve Tağut'a İman Etmenin Müslüman Cenahtaki Yansıması

İsrailoğulları ile ilgili bir bahis açıldığında, bir çoğumuzun aklına ilk gelen şey, onların lanetli bir kavim olduklarıdır. Yine bir çoğumuz, onların neden lanete uğradıkları konusunda herhangi bir düşünce içine girmeden , lanete uğramanın sadece o kavme has bir durum olduğu zannı içinde onlarla ilgili ayetleri okumaktayız. 

Halbuki onlar ile ilgili bu ayetler , lanete uğramanın evrensel yasaları olarak okunmuş olsaydı , lanete uğramanın belirli bir kavme has bir olay değil , evrensel bir yasa olduğu bilinir , ve onlar ile ilgili ayetler , lanetin hangi şartlarda hak edildiği noktasında bilgiler olarak okunur , ve lanete uğramamaya çalışmak bizlerin hayatında da uygulama alanı bulabilirdi.

[004.051]  Kendilerine kitabtan bir nasip verilmiş olanların cibt ve tağut'a inanıp, küfredenlere: Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?.
[004.052]  İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiç bir yardımcı bulamazsın.

Yukarıdaki ayetler , "Cibt" ve "Tağut" olarak ifade edilen kelimelerin anlam alanları dahiline giren her ne ise, ona iman ederek bu yolun, iman etmekten daha doğru bir yol olduğunu iddia edenlerin Allah'ın lanetine uğradıklarını beyan etmektedir. 

Bu yazımızda , Cibt ve Tağut kavramlarının bizlerin hayatında ne ifade edebileceği , biz Müslümanların bu kavram alanı içine giren düşünce ve davranışlarının ne olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Cibt , " Gerçeği kabul etmeyen , küfrün ve kötülüğün temsilcisi" anlamında , Tağut ise ,  Haddi aşmak anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiş olup , " Allah'ın koyduğu ölçüler ve kurallar dışında ona zıt ölçü ve kurallar koyan her türlü kişi , kurum , kuruluş , düşünce" anlamındadır.

[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.

"Tağuta kulluk etmek" şeklindeki yaşantı sadece kitap ehline mensup olanlara has bir durum değil , bugün işlevini biz Müslümanlar üzerinde sürdüren bir durumdur. Ne var ki bir çok Müslüman böyle bir durum içinde olduğundan habersiz bir hayat yaşayarak , kendi bulunduğu yolun doğru olduğunu düşünerek , tersini iddia edenlere karşı çıkmaktadırlar. 

Tağuta kulluk etmek , Müslüman yaşantısında nasıl gerçekleşir ?.

Bu gerçekleşme , 1- Dini düşünce ve itikat bazında , 2- Ülke içindeki gayri İslami yönetim sistemine razı olarak onu desteklemek, şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Tağuta kulluk etmenin dini düşünce  içinde zuhur etmesi , inanç kurallarını Allah (c.c) nin kitabı olan Kur'anın değil , Kur'ana aykırı rivayetlerin ve bazı kimselerin belirlemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'anın her konuda hakem kitap olarak tayin edilmesi terk edilerek , başka hakem kişi ve kitapların ortaya çıkması "Tağut" kavramı ile yakından ilintilidir. 

Bugün halk arasında dini inanç , kural , bilgi ve yaşantı olarak yaygın olan durum bilindiği üzere , Kur'an tarafından vaz edilen bilgi ve kurallar değil , rivayet merkezli bir anlayışın sonucu, kişilerin ve bazı kitapların öne çıkarılması ile oluşturulmuş olan bir din algısıdır. Bu algıda kişiler öyle bir mertebeye çıkarılmıştır ki , Allah (c.c) gibi görürler , bilirler , haber alırlar ve onun gibi din belirlerler, İşte kulların yapmış olduğu bu işin adı haddi aşmak yani tuğyan , bu kimselerin ortak ismi ise tağuttur.

Allah (c.c) nin tekelinde bulunan ve kimseye vermediği din belirleme yetkisi , onun elinden alınarak önce elçisine , sonrada din alimi olarak bilinen bazı kimselere verilerek dini düşünce ve inançta bunların belirleyici olması, bu kimselerin tağutlaşmasına yol açmaktadır. Bugün "Kur'an dinde belirleyici kitap olmalıdır" sözünü duyduklarında, bazı kişi ve kitapları Kur'ana denk tutanların saçlarının diken diken olmasına sebep olan durum, işte din adına belirleyici konumuna gelmiş olan tağutların saltanatının yıkılma endişesidir.

Bu tağutlar ve yandaşları ,oluşturdukları din anlayışını eleştirerek , onların yanlışlıklarını Kur'an merkezli bir söylem etrafında dile getirenlere ise "Sapık"  yaftası takarak , kendilerinin daha doğru yolda olduklarını iddia etmektedirler.

Haddi aşmak (tuğyan) , tağutlaşmak şeklindeki durum , toplumların yönetilmesi için gerekli olan kuralların belirlenmesi noktasında da kendisini göstermektedir. Kur'an içinde olan bazı ayetler , insan ve toplumların ekonomik , sosyal ve hukuki yaşantılarına yön vermesi gereken ayetlerdendir . Bu ayetlerin toplum yaşantısının düzenlemesinde devre dışı bırakılarak , onun emrine zıt düzenlemelerin getirilmesi, yönetimde tuğyanı ve tağutlaşmayı ortaya çıkarmaktadır. 

Konuyu yaşadığımız ülke dahilinde düşündüğümüzde , şu anda bu topraklarda yaşayan insanların tabi olduğu sosyal , ekonomik ve hukuki kanunların belirlenme kriteri bilindiği üzere Kur'an değildir. Yaşadığımız sistem laik , demokratik , kemalist bir sistem olarak tanıtılmakta, halk bu kurallar üzerine bina edilmiş kanunlar ile yönetilmektedir.

"Hakimiyet Milletindir" sloganı ile ülke içinde yaşayan insanlar , başka insanlar tarafından belirlenmiş Kur'an ile zıtlık arz eden kanunlar doğrultusunda bir yönetim sistemine tabi tutulmaktadırlar. Yaşadığımız bu durumun adı , tuğyan ve tağutlaşmak , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi ise "Tağuti yönetim" olmaktan başka bir şey değildir.

İşin daha vahimi ise , bu durumun bir çok Müslüman tarafından fark edilememiş olmasıdır. Başka bir vehamet ise , daha önceleri yaşadığımız sistemi tağuti olarak adlandırarak eleştirenlerin bir kısmının , şu anda iktidardaki siyasi partinin bazı söylem ve icraatlarının muhafazakar bir yapı arz etmesi nedeniyle , sistem eleştirisini bir tarafa bırakmışlar , bırakmaları ile kalmamış sisteme destek olmaya dahi başlamışlardır.

Kurulduğundan bu yana, sistemin bel kemiği olan laik , demokratik , kemalist esaslar, aynen kendisini muhafaza etmesine rağmen , bir kaç yıldır iktidarda bulunan siyasi partideki  bazı kimselerin namazlı abdestli insanlar olması , sisteme karşı bir yumuşamayı ve onu kabullenmeyi beraberinde getirmiş , hatta bu sistemi sahiplenmek, dini bir vecibe olarak görülmeye dahi başlanmıştır. 


Dün, sistem tarafından helal olarak görülen, fakat Allah (c.c) nin haram olarak bildirdiği  faiz , içki , zina , kumar v.s gibi bazı fiiller sistem tarafından helal sayılma durumunu aynen korumakta, hatta eskisinden daha canlı ve etkin bir vaziyette toplum hayatında fonksiyonunu icra etmektedir. Allah (c.c) tarafından haram kılınmış faizli bir ekonomiyi savunan bu insanlar , vermiş oldukları faizli kredilerin artmış olmasını "Allah bereketini artırsın" demek sureti ile dini bir kılıf dahi giydirebilmekte , bu gibi söylemlerden destek alan bazı kimseler ise , haramın helal yapılması karşısında alkış tutmaktadırlar. 

Müslüman olarak yaşadığımız sisteme bakış açımız , şu anda bu sistemi yönetenlerin kimliğine , namazına abdestine göre şekillenmemeli , bu kimselerin kanun vaz ederken , hangi kuralları baz aldığına göre şekillenmelidir. Muhafazakar kimliğe sahip olan insanların , yapmış oldukları yanlışları dini argümanlar ile süsleyerek meşru gösterme çabaları , seçmen tabakasının gözünden kaçmakta ve yöneticilerin ağızlarından çıkan Allah - Kur'an - Peygamber v.s gibi sözler onları galeyana getirerek , istedikleri Müslüman yönetici portresinin artık oluştuğunu zannederek , sistemi sahiplenmektedirler.

Bu sahiplenme işinin din alimi ayağı ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Düşünce , fikir eylem ve söylemleri insanları doğru yola sevk etmek olması gereken ve bir çok kimsenin düşüncesine değer vererek arkalarından gittiği din alimlerinin bu noktada sorumluluğu iki kat artmaktadır.

Kur'an ile bağlarının daha sıkı olması gereken bu kimseler , halkı her türlü yanlışa karşı uyarması gerekirken , ellerinde bulundurdukları fırsatları , mevcut iktidarı dini açıdan meşru hale getirmek için kullanmaları,onlarında bir şekilde tağut hale gelmeleri anlamına gelecektir.

Tağut kavramı , sadece tarikat şeyhleri dediğimiz kişilere has bir kavram değil , Allah (c.c) nin hüküm verdiği bir konuda onun aksine hüküm veren herkesi kapsamaktadır. Bu kavramın kapsama alanına işimize gelen kimseleri almak , işimize gelmeyenleri kapsama alanı dışına atmaya çalışmak şeklindeki bir düşünce tağuta destek olmak demektir. 


Tağuta iman etmek sureti ile Allah (c.c) nin lanetine uğramanın dünya hayatındaki yansıması , "Tağuti Sistem" olarak ifade edilen sistemler ile idare edilen toplumların, zaman içinde helak olmasıdır. İçki , Kumar . Faiz , Zina v.s Allah (c.c) tarafından haram kılınan fiillerin kişi ve toplumların hayatlarında yer bulması , zaman içinde bu fiilleri işleyen toplumların helak olmasını beraberinde getirecektir. Kur'an kıssalarını ibretli mesajlar olarak okuyanlar , bu toplumların yapmış oldukları yanlışların hangi zaman  diliminde yapılırsa yapılsın , o toplumların helakına sebep olacağını kolaylıklar göreceklerdir. 

Tağut ve Şirk kavramları gündeme geldiği zaman , bu kavramların sadece bir yönünde olanlara dikkat çekilerek diğer tarafında olanlara dikkat çekilmediği takdirde , bu kavramlar üzerinden yapılan söylemler , kavramların Kur'ani anlamda ortaya çıkması yönünde değil , bazılarının bazılarını suçlamak için kullandığı kavramlar haline gelecektir.

Sonuç olarak : Tağut , Kur'anın şirk ile bağlantılı kavramlarından olup , Müslüman hayatında pek gündem olmayan kavramları arasındadır. Bu kavramın anlam alanına giren bilgi ve düşünceler , bazılarımızın hayatında yer almazken , bazılarımızın hayatında eksik olarak yer almakta , bu kavrama dahil olması gereken bazı kişi , kurum , ve düşünceler göz ardı edilmektedir.

Tağut kavramı toplumların yönetimleri ile yakından alakalı bir kavram olup , yönetim şekilleri beşer aklının ürünü olarak Allah (c.c) ye isyan etme esasına dayanıyor ise bu sistemlerin adı "Tağuti sistem" dir. Bu sistemin yönetim mekanizmasında isterse namazlı abdestli kimseler olsun , sistemin adı asla değişmeyecektir. Kur'anda anlatılan toplumların helak edilmesinde en önemli etken , onların yönetimlerinin tağuti olmuş olması olup , tarihin hangi zamanında olursa olsun , bu gibi sistemler altında yaşayan insanlar helak olmaya mahkum kalacaklardır.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


4 Ocak 2015 Pazar

Makamı İbrahim Taş Kutsayıcılığının Müslümanlara Yansıması

Atamız İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) ın  birlikte çalışarak temellerini yükselttikleri Mekke şehrinde bulunan ve insanlar için yapılan ilk Beyt olan (3.96) Kabe , arap cahiliyesinde şirk unsuru haline getirilmiş , Muhammed (a.s) 23 yıl süren mücadele sonunda orayı olması gereken haline yani Tevhidin sembolu haline getirmiştir.

İlerleyen zaman süreci içinde Kabe ve Hacc olması gereken boyutundan çıkarılmış içi boş ritüellerin tekrarlandığı, tevhidi şuur boyutunun akla dahi getirilmediği bir ibadetgah haline getirilmiştir. Semboller ile Allah (c.c) ye olan kulluğun ifade edildiği yer olan Kabe ve çevresi , araçların amaca dönüşmesi sürecinde oradaki taşların kutsandığı bir mekan haline dönüşmüştür. Kabenin duvarını ve kara taşı öpmek için, ezmek veya ezilmek pahasına gösterilen çabayı gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

Bu yazımızda Kur'an da ifade edilen "Makamı İbrahim" den neyin kast edildiği üzerinde durmaya gayret ederek, kast edilen şeyin sadece bir taşı kutsamak olmadığını göstermeye çalışacağız.

" Makamı İbrahim" denilince akla ilk gelen , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken üzerine çıktığı ve üzerinde ayak izinin olduğu , Kabenin karşısında cam bir fanus içinde duran taş olduğudur. 

Fakat Kur'an bu terimi kullanırken, Beyt, Salat , Hacc , Tevhid , Şirk, Kıyam gibi anahtar kavramları kullanarak anlatmaktadır. Bu kavramların içlerinin boşaltılması ve aracın amaç haline dönüşmesi sonucu yapılan eylemler , sadece taş kutsayıcılığına dönüşmüş hala bu şekilde devam etmektedir. Yanlışların üzerinde durarak yazının hacmini büyültmek istemediğimiz için ,olması gerekenin üzerinde durmak istiyoruz. 

 [003.096]  Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke de, o, kutlu ve bütün insanlar  için hidayet olan  dir.
[003.097]  Orada apaçık nişâneler,  İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.

[002.125] Hani Evi (Kâ'beyi) insanlar için yaratılış gayelerini hatırlama  ve güvenlik yeri kıldık. «İbrahim'in makamını salat yeri edinin», İbrahim ve İsmail'e de, «Evi'mi tavaf edenler, oraya yönelenler ve rükû ve secde edenler için temizleyin» diye ahid verdik.

Bakara s. 125. ayet içinde geçen "Mesabeten" kelimesininin meallerde "Sevab kazanma yeri" olarak çevrildiğini görmekteyiz. Biz bu kelimeyi "yaratılış gayelerini hatırlama yeri" olarak çevirmeyi daha uygun gördük , bu uygun görüşümüzün gerekçesi şu dur ; 

"Sevbün" kelimesi sözlükte , " Bir nesnenin önceden, üzere bulunduğu ilk durumuna ya da düşüncede amaçlanmış ve düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi" anlamına gelmektedir. (Elmüfredat)

"Beyt in mesabe kılınması" demek , insanların fıtratlarında olan Allah (c.c) yi Rab ve tek İlah olarak bilmelerinin yer yüzünde hatırlatılma mekanı olması" anlamındadır. İbrahim (a.s) örnek bir Elçi olarak , yaratılış gayesini bilen o yönde hareket eden , yaratılış gayelerinin aksine hareket eden babasına ve kavmine karşı canını ortaya koyarak vermiş olduğu mücadele bizler için kıyamete kadar çıkış noktası olması açısından önemi büyüktür. "Sevab kazanma yeri" olarak çevrilmesini , Kur'anın tevhidi mantığından uzak yapılmış mealler olduğunu hatırlatalım.

Elbeyt yani Kabe de İbrahim'in makamı olduğunun hatırlatılması sadece orada olan bir taşın hatırlatılması mı yoksa, "Makam" kelimesinin hatırlattığı anlamın ,İbrahim (a.s) üzerinden örnekliğinin hatırlatılarak bizlerinde aynı şuur içinde olması mı hatırlatılmak istenmektedir?. 

Bunu anlamak için "Makam" ve "Musalli" kelimelerinin anlam içeriğini okumak gerekmektedir. 

[005.097]  Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.

Maide s. 97. ayetinde Kabenin kıyam merkezi kılınmış olması ile , orada İbrahim (a.s) makamı olmasının ne anlama geldiği İbrahim (a.s) ın kıssası hatırlandığı takdirde anlaşılacaktır. 

İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı TEK BAŞINA karşı koyarak canı pahasına Tevhidi duruşun örnekliğini veren Elçilerden biri olması hasebiyle , kavminden kurtulduktan sonra Mekke bölgesine gelerek oğlu ile birlikte Beyt in temellerini yükseltmiştir. Hacc, onun bu duruşunun zihinlerde diri tutulmasına matuf bir ibadet olup , her Müslümanın onun bu örnekliğini anarak "HEPİMİZ İBRAHİMİZ" mesajını verdiği bir mekandır.  

Bu bağlamda Bakara s. 125. ayet içinde geçen , Salat , Tavaf , Ruku , Secde kelimelerinin anlamları gündeme gelecektir.

"Salat" kelimesi, genel anlamı ile kişinin yönelimini ifade eden bir kelime olup kişi kimi İlah olarak biliyorsa ona yaptığı tazim in adıdır. Kişinin yönelimi İlah olarak Tazim ettiği Allah (c.c) ye ise bunun adı TEVHİD  , kişinin yönelimi İlah olarak tazim ettiği başka kişi kurum v.s ler ise bunun adı ŞİRK tir. 

 "Tavaf" kelimesi, "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamında olup , buradan hareketle koruma amacıyla evinin etrafında dönüp dolaşan kimseye TAİFUN denmiştir. 

Müslümanların Kabe etrafında tavaf etmelerinin anlamı bu kelimenin anlam alanı bilindiğinde daha kolay ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar Allah (c.c) nin Beyti nin etrafında dönerek , orayı yani Allah (c.c) Dinini koruyacaklarını deklere etmektedirler. Maaleseftir ki bu dönüş sadece şekilsel ifadesinde kalarak şuru boyutu geride bırakılmış sayıların tamamlanması etrafında içi boş bir dönüş haline gelmiştir.

"Ruku" ve "Secde" kelimeleri , kişinin acziyetini ifade etmesinin bir çeşit ifadesi olup , bu acziyeti hem hayatında Allah (c.c) nin Dinini hayatında pratize ederek i hemde belirli vakitler içinde topluca eda ettikleri Salatlarında ifade ederler. 

Yukarda verdiğimiz ayetleri yeniden toparlayacak olursak; 

"Beyt" kelimesinin , "İnsanın geceden ve onun tehlikelerinden sığındığı yer" anlamından hareketle, küfür karanlığından sığınılacak yer olarak Allahın Evi olarak ilk olarak Mekke de yapılan evin adı Kabe dir. Oraya sığınanın küfür karanlığından emin olacağını beyan eden Rabbimiz , küfre karşı can siperane bir kıyamda bulunan İbrahim (a.s) a orayı yeniden canlandırması emretmiş , o da oğlu ile orayı yeniden ihya etmiştir. 

Belli zamanda insanları oraya Hacca çağıran İbrahim (a.s) ın bu çağrısı kıyamete kadar baki olarak kalacak ve insanlar oraya Hacc için geleceklerdir. Oradaki sembollerden ve Kıyam yeri olarak belirlenen Kabe tavaf edilerek , Allah (c.c) nin dininin etrafından ayrılmayacaklarına dair olan sözler yeniden hatırlanır, İbrahim (a.s) örnekliği burada çok önemli bir konumda olup , onun Salat örneği yani canını hiçe sayarak şirke karşı tek başına olsa dahi karşı duruşu bizlerinde bu durumda olsak bile aynı mücadele içine olacağımızın Rabbimize karşı beyan etmemiz anlamındadır.

 Bütün bunlardan sonra görülüyor ki ; İbrahim as ın makamı demek, onun Kabeyi yeniden yükseltirken üzerine bastığı iddia edilen taş demek değildir. Bu ucuzcu bir yaklaşım olup, onun Tevhidi mücadelesinin hatırlanarak aynı yolda yürünmesine matuf olarak kişiye herhangi bir şuur vermemektedir. Aksine kişiyi taş kutsayıcılığı gibi bir duruma düşürmesi açısından tehlikeli bir durum olup şuur boyutundan uzaklaştıran bir obje olarak orada boşuna yer kaplamaktadır. 

HACC İBADETİNİN TARİHİ VE TURİSTİK BİR GEZİ OLMAKTAN ÇIKARILARAK ASLİ BOYUTUNA DÖNDÜRÜLME VAKTİ GELMEDİMİ?

Sonuç olarak ;Makamı İbrahim den salat yeri edinilmesi demek oradaki taşı karşısına alarak namaz kılmak eylemi olarak değil , İbrahim (a.s) ın örnekliğinin hatırlanması demektir. Şekilcilik hastalığının geldiği noktalardan birisi olarak gördüğümüz , Kabenin duvarlarına yapışmak , Hacerül Esved adındaki taşa ve Makamı İbrahim olarak bilinen taşa olan tazim eski hastalıkların nüksetmesinin bir yansımasıdır. Hacc ibadetinde asıl olanın tek İlah olan Allah (c.c) nin dışındakileri red ederek sadece ona kul olduğumuzun gösterilmesine yarayan bir takım araçların amaç haline getirilerek içinin boşaltılması sonucunda özellikle kendisini Kur'an Müslümanı olarak tarif eden bir takım kimseler tarafından Hacc ibadetinin tümden red edilmesi gibi bir düşünce içine girilmiştir. Müslümanların yaptıkları yanlışlar öne sürülerek doğru olanın red edilmesi mantığı daha yanlış bir yaklaşım olup , esas olan şeyin bunun doğrusunun anlaşılması üzerine çalışılması olmalıdır. Hacc ibadeti içindeki yapılan ritüeller anlam itibarı ile İbrahim (a.s) ın şirke karşı açmış olduğu Tevhid bayrağının kıyamete kadar dalgalandırılmasının ifadesi olup bu görevi ifa eden Müslümanlar yapmış oldukları ritüellerin ne ifade ettiğini bildikleri takdirde , önce Kabenin bulunduğu topraklardaki müstekdir tağuti Suud rejimine bayrak açarak onların zulümlerine isyan etmeleri , sonra geldikleri ülkelerin tağuti sistemleri İbrahim (a.s) misali isyan etmeleri gerekmektedir.
 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.