ayetlerini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ayetlerini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2017 Pazar

Maide s. 20-26. Ayetlerini Medine'li Müslümanların Gözü İle Okumak

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili olarak, onların yapmaları gerektiği halde yapmadıklarını, yapmamaları gerektiği halde yaptıklarını, veya yaptıkları olumlu davranışları anlatma sebebi, Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların onlar üzerinden nasıl işleyiş gösterdiğini, önce İlk muhataplar olan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların, sonra da bizlerin bu anlatımlar üzerinden ibret alarak hayatımızı yönlendirmede bir klavuz olmasını sağlamaktır.

Bu yazımızda Maide s. 20. ve 26. ayetler arasında anlatılan bir olayı ele alarak, bu olayın Medine'li Müslümanlar gözünde nasıl okunduğunu, yani nasıl hayata geçirildiğini, sonra da bizler tarafından nasıl okunması, yani hayata geçirilmesi gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız.

Konumuz ile ilgili olan ayetlerin mealleri şu şekildedir;

[005.020] Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: «Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi.»
[005.021] Ey kavmim; Allah'ın size yazdığı mukaddes yere girin ve ardınıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.
[005.022] Onlar da: «Ey Musa! Orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de gireriz» dediler.
[005.023] Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufda bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz ancak Allah'a güvenin.
[005.024] «Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız» dediler.
[005.025] Mûsâ: «Ya Rabbî,» dedi, «ben kendi nefsimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu itaatsiz, bu yoldan çıkmış topluluk arasında Sen hükmünü ver!»
[005.026]  (Allah) Dedi: «Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde 'şaşkınca dönüp-dolaşıp duracaklar.' Sen de o fasıklar topluluğuna karşı üzülme.»

Yukarıdaki ayetlerde, İsrailoğullarının girmeleri gereken bir şehre, o şehirde zorba bir kavim olduğu gerekçesi ile girmeyerek elçilerine karşı geldiklerini, bunun neticesinde ise bölük börçük bir hale gelerek yeryüzünün çeşitli yerlerine dağıldıklarını görmekteyiz. 

Elbette bu ayetler bizlere tarihi bir vakıayı açıklamak değil, Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu yasaların nasıl işlediğini göstermeyi amaçlamakta olup, Allah ve elçilerinin emrine karşı koymak sureti ile yaşanan hayatlar sonucu işleyen yasalar, dün nasıl İsrailoğulları örneğinde işlemiş ise, ilk muhataplar olan Medine'li Müslümanların girmeleri gereken şehre, Allah ve elçisine karşı gelerek girmek istememeleri neticesinde de işleyiş gösterebilecekti.

Maide s. bilindiği üzere Medine'de nazil olan surelerdendir. Medine'deki Müslümanların ortak hedefi ise, çıkarıldıkları şehir olan Mekke'yi müşriklerin elinden tekrar geri almaktır. Medine'li Müslümanlar bu kıssayı sadece İsrailoğullarının Musa (a.s) a yaptıkları bir eziyetin tarihi bir vaka olarak anlatılması şeklinde mi anladılar, yoksa Mekke'yi nasıl geri alabileceklerine, almaya çalışmadıkları takdirde nasıl bir son ile karşı karşıya kalabileceklerine dair bir haber olarak mı anladılar? diye soracak olursak, elbette ikinci şıkkın daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

Bedir savaşı öncesi bir sahabenin söylediği rivayet edilen, Ya Resullullah biz sana İsrailoğulları'nın Musa'ya dediği gibi sen ve Rabbın ikiniz gidin savaşın demeyiz sözü, onların bu kıssayı nasıl anladıklarının güzel bir göstergesidir. 

Fitne yeryüzünden kalkıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar (Bakara s. 193- Enfal s. 39) mücadele etmekle yükümlü kılınan ilk muhataplar (bizler de elbette böyle bir bir yükümlülük altındayız), Mekke'yi yeniden atamız İbrahim (a.s) ın yaptığı gibi tevhidin merkezi haline getirmenin gereğine inanmışlardı. Allah (c.c) nin elçisine indirdiği ayetleri bu şuur içinde dinleyip ve hayata geçirme çabası içinde olan bu kimseler, Muhammed (a.s) a okunan Maide s. 20. ve 26. ayetler arasını da bu şuur ve inanç içinde dinlemekte idiler.

Maide s. 21. ayetinde Musa'nın kavmine söylediği sözleri, Mekke'yi müşriklerden geri almanın farziyeti olarak kendilerine Allah (c.c) tarafından yazılmış bir görev olduğu bilinci içinde okuyan ilk muhataplar, bütün mesailerini bu inanç üzerine bina etmişlerdi. 

Maide s. 22. ayetinde ise elçilerinin sözlerine, o şehirde zorba bir kavmin ikamet ettiği gerekçesi ile itiraz eden bir topluluğu görmekteyiz. Mekke'de de zorba bir kavim ikamet etmekte, ve bu kavmin şehirden çıkarılması yani iktidarının yok edilmesi Allah (c.c) tarafından farz kılınmış idi. Kendilerine bir çok yerde Allah'a ve resulüne itaat edin şeklinde verilen emirleri hatırlayan sahabe, İsrailoğulları tarafından Musa (a.s) a söylenen sözün bir benzerinin Muhammed (a.s) a söylememeleri gerektiğini, elçiye isyan ettikleri takdirde başlarına neler gelebileceğini, önceki elçilere isyan edenlerin başlarına gelenlerden dolayı çok iyi biliyorlardı.

Maide s. 23. ayetinde İsrailoğullarından olan iki kişinin söylediği sözler bizlere çok önemli mesajlar vermektedir. Kim olduklarının değil ne söylediklerinin dikkate alınması gereken bu iki kişinin, Onların üzerine kapıdan girin şeklinde söyledikleri söz, literal bir okuma ile anlaşılmaya çalışıldığında pek bir anlam ifade etmeyecektir.

Bakara s. 189. ayetinde de Allah (c.c) bizlere Evlere kapıdan girin buyurmaktadır. Bu emir bazı zamanlarda Arapların evlerine arkadan girdikleri, bu nedenle böyle bir şeyden nehyedildikleri şeklinde okunacak olursa, ayetin anlamı buhar olup uçacaktır. Öyleyse bu ayet bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?.

Bu ayeti, Amaca giden her yol mübahtır şeklinde bildiğimiz, Makyavelist söylemi dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz. Ayet böyle bir düşüncenin doğru olmadığını, Amaca giden her yolun mübah olmadığını, amaca giden yolda meşruiyet dairesi dışına çıkılmaması gerektiğini bizlere hatırlatmaktadır.

İsrailoğullarından olan iki kişinin söylediği Onların üzerine kapıdan girin sözü, o şehri ele geçirmek için her yolun mübah olmadığını hatırlatmaktadır. Allah (c.c) tarafından emredilen amaçlara ulaşmak için, yine onun önerdiği yolun takip edilmesi gerektiği bu noktada önem arz eden bir bilgidir. Bu bilgi elbette Medine'li Müslümanlar tarafından tarafından Mekke'ye varmak için için her yol mübahtır şeklinde değil, Mekke'ye varmak için Allah'ın önerdiği yol mübahtır şeklinde anlaşılmış, ve neticede Mekke'ye giden yol açılmış, Mekke müşrik istilasından kurtarılmıştır.

Evlere kapıdan girmek şeklindeki emir evrensellik arz etmekte olup, tüm zamanlarda biz Müslümanlar tarafından yapılan mücadeleler de dikkat edilmesi gereken temel bir nokta olarak görülmeli ve gereği yapılmalıdır. Tarihin herhangi bir zaman diliminde, İslam adına yola çıkan, fakat ilerleyen zamanlarda her yolu mübah görerek mücadeleye devam etmek isteyenlerin mücadeleleri, başka mecralara sapmaya ve akamete uğramaya mahkum olacaktır.

Hedefe ulaşmak için meşru yolu deneyerek, bu yoldan sapmayanların hedefe ulaşmaları yine Sünnetullah gereği olup, bunun kefili Allah (c.c) nin kendisidir.

Maide s. 26. ayetinde ise, elçilerine isyan eden İsrailoğullarının başlarına gelen durum haber verilmektedir. kırk yıl olarak ifade edilen kelimeyi, 39 rakamının bir sonrası olarak değil, çokluktan kinaye olarak okumak gerektiğini burada hatırlatmak isteriz.

Biz Müslümanların özellikle İsrailoğulları üzerinden verilen toplumsal yasalardaki değişmezliği çok iyi okuyup, o doğrultuda stratejiler belirlemek zorundayız. Bugün Müslümanların Dünya üzerindeki zelil durumu, bu örnekleri gereği gibi okuyamamaktan kaynaklanmaktadır. 

Allah (c.c) nin yardım yasasının belirli kullar üzerinde değil, hak eden kullar üzerinde işlediğinin en bariz örnekleri olan İsrailoğulları, kendilerinin Allah'ın sevgili kulları olduklarını iddia ettikleri halde (Maide s. 18), yaptıkları yanlışlarının cezasını çekmiş olması Kur'an içinde canlı örnekleri ile verilmesine rağmen, onlardan miras alınan sevgili kul olduğumuz inancının Allah katında herhangi bir değerinin olmadığı, şu anda Dünya genelindeki halimizden anlaşılması gerekmektedir.

Eğer zannedildiği gibi biz Müslümanlar Allah katında onun sevgili kulları isek, Dünya yüzünde bütün en leri barındıran bir topluluk olmamız gerekmekte idi. Halbuki değişmez toplumsal yasalar bizler için de geçerli olup, hak etmediğimiz sürece Allah (c.c) nin bizler için parmağını dahi kıpırdatmayacağı bilinmelidir.

Sonuç olarak; Maide s. 20. ve 26. ayetleri arası bizlere Allah (c.c) nin farz olarak kıldığı bir görevi yerine getirmediğimiz takdirde nasıl bir son ile karşı karşıya kalabileceğimizi göstermektedir. Kendilerine Allah'ın girmeyi farz kıldığı bir şehre savaşmanın ağır gelmesi nedeniyle bu emri çiğneyen İsrailoğulları, yaptıkları bu isyanın neticesinde bölük börçük olarak dağıtılmışlardır.

Belirli bir amaç etrafında toplanmış olan kimselerin birlikte hareket etmeleri, başlarındaki emir sahiplerinin emirlerine uymaları (emir sahiplerinin marufu emretmeleri şartı ile), onların başarıya ulaşmalarını kolaylaştıracak en önemli unsurdur. Musa (a.s) ın beraberinde kimseler Firavun zulmü altında böyle bir oluşumu gerçekleştirerek, Firavun zulmünden kurtulmuşlar, fakat aynı topluluk sonrasında bu birlikteliği elçilerinin emirlerine uymamak sureti ile bozarak darmadağın olmuşlardır. 

Medine'de Muhammed (a.s) ın komutası altında toplanan Müslümanlar, birlikte hareket etmenin gereğine inanmışlar, bu yolda tek vucüt olmuşlar, netice olarak ise Mekke'yi şirk'ten temizlemişlerdir. Bu ayetler elbette bizler için de mesajlar ihtiva etmekte olup, amaca giden yolda Allah (c.c) tarafından önerilen yolu takip etmek, bizleri hedefe ulaştıracaktır.

Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasalarda değişme olmayacağına göre, Musa (a.s) ile birlikte doğru hareket edenler nasıl Firavuna karşı galip geldilerse, Muhammed (a.s) ile birlikte olanlar, Mekke'li müşriklere karşı galip gelmişlerdir. 

Fakat aynı insanlar zaman içinde farklı hedeflere koştuğunda darmadağın olmaya mahkum olmaları da değişmez bir yasadır. Bizler bunun örneğini İsrailoğulları örneğinde görmüş olmamız bizleri maalesef bunlardan ders almaya yöneltmek yerine, bu tür anlatımlardaki gereksiz ayrıntılar içinde boğularak vakit geçirmekteyiz.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

3 Eylül 2015 Perşembe

Şefaat Ayetlerini Okuma Klavuzu

Kur'anın şefaat konusu ile ilgili ayetleri, anlam tahrifine uğraması ve ayetlerin rivayetlere kurban edilmesi açısından bakıldığında en başta gelen ayetlerdir. "Bir konu ancak bu kadar yanlış anlaşılabilir" dedirtecek kadar ileri gidilen ve yanlış anlaşılan bir başka ayet gurubu yoktur desek, sanırım yanlış olmayacaktır. Bu yazımızın konusu şefaat ayetlerinin nasıl bir yönteme tabi tutularak okunması gerektiği noktasında olacaktır.

Diğer ihtilaflı konular gibi , şefaat ayetleri ile ilgili olarak yapılan en önemli hata, belirleyici olarak seçilen kitab noktasındadır. Kur'an saf dışı edilerek , "Hadis" adı altında gelen bilgilerin ışığında okunan ayetler tamamen ters anlaşılmış, bunun neticesinde Kur'anın müşrik inancı olduğu gerekçesi ile red ettiği bir inanç , akidemizi oluşturan bir inanç haline getirilmiştir. 

Şefaat ayetlerinin doğru biçimde anlaşılması için , bu ayetleri okuyan kişinin ön kabullerden arınmış bir zihne sahip olması gerekmektedir. "Şefaat vardır veya yoktur" şeklinde bir ön kabul yerine , her konuda olduğu gibi "Bu ayetlerin mesajı nedir?" sorusunun cevabının aranması gerekmektedir. 

Klasik din algısının empoze ettiği şefaat inancına sahip birisinin bu konudaki algılarının yıkılması gerçekten zordur. Bu tür bir algıya sahip olan insana önce doğru bir tebliğ uslubu ile, bu konuda yapılan yanlışın Kur'anın belirleyici kılınmaması olduğu , doğru bir anlayışa sahip olmak için, Kur'anın bu konudaki beyanlarının esas alınması gerektiği , Kur'ana aykırı olan diğer kişilerin sözleri ki bu sözler Muhammed (a.s) adına söylenmiş olsa dahi onun bunları asla söylemeyeceği anlatılmalıdır. Bunlar kabul edilmeden bu konudaki anlatılanlar karşımızdaki kişi tarafından asla kabul görmeyecektir.

Şefaat konusu ile ilgili belirleyici bilgi kaynağı, sadece Kur'an olmalıdır. Kur'an ile birlikte edinilen harici bilgi kaynaklarındaki rivayetler ,Kur'an ile taban tabana zıt bir durum arz ettiği için okuyan kişinin seçim yapma zorunluluğu vardır. Ya kaynak kitap olarak Kur'anı kabul edecek diğerlerini red edecek , ya da Kur'an dışındakileri kaynak edinecek Kur'anı red edecek , bu iki alternatiften ilkini kabul etmek en doğru ve en makul seçim olacaktır.  

Ön kabullerden arınmış bir zihne sahip olduktan ve sadece Kur'anı belirleyici kitap olarak gördükten sonra, ilgili ayetler okunmaya başlanabilir. Şefaat ile ilgili ayetlerin belirli bir sıra takip edilerek okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu konu ile ilgili ayetleri belirli bir sıralamaya tabi tutarak okumaya çalıştığımız "Şefaat ayetlerini bir de bu sıra ile okuyalım" başlıklı yazımız da ilgili ayetleri nasıl bir sıralama dahilinde okunması gerektiğini ele almıştık.

Yunus s. 18. ayetinde müşriklerin Allah (c.c) nin dışındakilerine kulluk etme sebeblerinin , "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözleri ve Zümer s. 43. ve 44. ayetlerinde , müşriklerin Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmeleri red edilerek , şefaatın sadece ve sadece Allah'a ait olduğu beyan eden ayetler , şefaat ayetlerini okumanın anahtarlarıdır. Şefaat konulu bütün ayetler, bu ayetler ile çelişki teşkil etmeyecek şekilde okunmak ve anlamlandırılmak zorundadır. 

Eğer bu anahtar ayetleri merkeze almadan bir anlamlandırma yapacak olursak, ayetler arası insicam kaybolacak, bir yerde ak diyen ayet diğer yerde kara diyen duruma düşecektir. Şefaati izne bağlayan veya şefaate istisna getiren ayetleri şayet Allah (c.c) nin bazılarına şefaat izni verecekmiş anlamında okuduğumuzda, ortaya çelişkili bir durum çıkar ki bu durum Kur'anın çelişkisiz bir kitap olduğunu beyan eden ayetlere (4.82- 18.1) aykırı düşer. 

Şefaat ayetleri ile ilgili olarak kafamızda net olarak ALLAH (c.c) DIŞINDA BAŞKA BİR ŞEFAATÇİ OLMADIĞI fikri yer ettiğinde diğer ayetlerin anlamı çorap söküğü misali bizlere artık açılacaktır.

Bakara s. 48-123 ve 254. ayetlerinde, hesap gününde şefaatçi yetkisine sahip kimsenin olmadığı hatırlatılarak , ona göre bir hayat sürülmesi hatırlatılmaktadır. Allah (c.c), hem bu ayetlerde "Şefaatçi yok" diyecek , hem de başka ayetlerde birilerine izin verdiğini söyleyecek bu bir çelişkidir ve Allah (c.c) bir yerde başka bir yerde başka söz asla demez , ortada çelişki gibi görünen bir durum varsa bu çelişki Kur'andan değil bizim yanlış okuma yöntemimizden kaynaklanmaktadır.

Yunus s. 3 ve Bakara s. 255 gibi ayetlerde şefaatin izne bağlanmış olması , birilerine izin verileceği şeklinde değil, Şefaatin sadece Allah'a ait olduğunu beyan eden Zümer 44. ayeti baz alınarak okunması gerekmektedir. Bu ayet baz alınarak okunduğunda şefaatin izne tabi olduğunu beyan eden ayetler , birilerine izin verileceği şeklinde değil , müşriklerin Allah (c.c) den izinsiz olarak kendi hevalarına göre ihdas ettikleri şefaatçilere böyle bir iznin VERİLMEDİĞİ şeklinde okunacak, ilgili ayetler arasındaki çelişkili gibi görünen durum ortadan kalkacaktır.

Taha s. 109 ve Sebe s. 23. ayetlerinde şefaate istisna getiren ayetler, rivayet kültürünün etkisi altında kalınarak çevrilmiş ve sanki Allah (c.c) nin dilediği birisine böyle bir izin vereceği zannı oluşturulmuştur. Ayetlerde "BaşkasıNIN" şeklinde çevrilerek birilerinin şefaatçi olacağı gibi bir durum oluşmasına sebeb olan kelimenin çevirisi , "BaşkasıNA" çevrildiğinde anlam doğru olarak oturacak ve Allah (c.c) nin dışında rivayet kültürü baz alınarak yapılan çevirilerin yanlışlığı ortaya çıkacaktır.

Ayrıca olayı sadece şefaat ayetleri çerçevesinden değil biraz daha genişlecek olursak , hesap gününde Muhammed (a.s) ın kimseyi ateşten kurtaramayacağı , kişinin hesap gününde alacağı karşılığın Dünya hayatında yaptığı ameller karşılığı olduğu , adalet terazisinin noksansız bir şekilde işleyeceği , gibi ayetleride bu konuya eklediğimizde şefaat konusunda Allah (c.c) den başkasının sözü geçmeyeceği anlaşılır.


Hesap gününde Muhammed (a.s) ın ümmetinin tamamı af edilmeden cennete gitmeyeceği gibi rivayetler, haşa Allah (c.c) den daha merhametli bir kul portresi ortaya çıkarması açısından sakıncalı , ve daha ötesi kişiyi şirk'e götüren düşüncelerdir. Bir çok konuda olduğu gibi aşırı peygamber algısı şefaat konusu ile yakın bir alakaya sahip olup yarı ilah bir peygamber anlayışı çerçevesindeki düşüncele,r bu konu ile ilgili rivayetlerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. 

Her konuda olduğu gibi "Mahalle baskısı" diyebileceğimiz bir biçimde inanç dünyamızda kemikleşmiş bir yer tutan şefaat konusu, bazılarımızda öyle bir biçimde yer etmiştir ki "Sünnet" olarak bilinen bir ameli yapma sebebi hesap gününde Muhammed (a.s) ın şefaatine nail olmak için yapılmaktadır. Bu amelleri yapmayan birine karşı getirilen itiraz , Muhammed (a.s) ın şefaatine nail olamayacakları şeklindedir. 

Kur'ana baktığımızda elçilerin dahi hesaba çekileceklerine dair olan ayetler bizlere elçilerin bir beşer olduğunu vurgulamakta ve hesap gününde konuşmaya yetkili olan tek kişi sadece Allah (c.c) olup onun sözünün üstüne söz söyleme yetkisine sahip olan bir başka ilah asla yoktur.


Sonuç olarak ; Kur'anın saf dışı edilerek rivayetlerin öne çıkarılması neticesinde Kur'anın "Müşrik inancı" olarak görerek red ettiği şefaat konusu uydurma rivayetler ile İslam inancı haline gelmiş ve akide konusunda baş yerini almıştır. Bu konunun doğru bir biçimde anlaşılması , bu konudaki rivayetlerin belirleyici olmaktan çıkarılması ile olması gerçekleşecektir , aksi takdirde Kur'anın ak dediğine , rivayetin kara dediği bir durum ortaya çıkar ki bu sözleri söylediği iddia edilen elçi Kur'ana aykırı olarak bir söz asla söylemez. Bu ve diğer konudaki rivayetlerin Kur'anla çelişenlerinin adı "UYDURMA ve İFTİRA" rivayetler kategorinde yer alarak çöpe atılmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

Kur'an ayetlerinin bu konudaki beyanını dinledikten sonra hala , "Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" diyenler , her konuda olduğu gibi Kur'anın belirleyici olması gerektiğine inanmadıktan sonra Allah (c.c) nin dışında uydurulan bir sürü sahte şefaatçilerden medet umarak yaşamaya devam edecektir. Rabbimiz bizleri kendisinden başka şefaatçi tanımayan kullarından kılsın. 


                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Allahın Dilemesi Dilediğini Saptırması ve Hidayete Erdirmesi Ayetlerini Okuma Klavuzu

Kader konulu tartışmalar, Müslümanlar arasında en fazla görüş ayrılıklarına sebeb olması açısından gündemdeki yerine her zaman korumaktadır. Bu tartışmaların ne zaman başladığının tesbitinin yapılması, konuyu anlamakta önemli rol oynayacaktır. Temelinde yatan düşünceyi bilmeden kader konusunda doğru bir anlayış ortaya koymak mümkün değildir. 

Bu tartışmaların temelinde , öncesi çok eskiye dayanan "Ümeyye oğulları" ve "Haşim oğulları" kavgası yatmaktadır. Osman ve Ali (r.a) ların hilafetleri döneminde bu iki aile arasında iyice su yüzüne çıkan iktidar kavgası, Muaviye nin mensup olduğu "Ümeyye oğulları"nın iktidar olması ile farklı bir boyut kazanmıştır.

Muaviye nin iktidara meşru yollardan gelmemiş olması , onun  meşru olmayan iktidarını, meşrulaştırma gibi bir çabanın içine girmesini mecbur bırakmıştır. "Kader" kavramı arkasına sığınılarak , Muaviye iktidarını Allah (c.c) nin ezelde yazdığı bir yazgı olduğu ve bu yazgıya karşı çıkmanın Allaha karşı çıkmak olduğu etrafında düşünceler geliştirilmiştir. Geliştirilen bu düşüncenin temel düşüncesi , kul olarak bizlerin ezelde yazılmış bir senaryo gereği başımıza gelenlere sabretmek ve kabullenmek yatmaktadır. 

Bu düşüncenin hadis yolu ile destek sağlanma çabası içine girilmiş olması , henüz hadis tedvin çalışmalarının başlamamış olmasının verdiği avantaj Emevilerin ekmeğine yağ sürmüştür. Hadis tenkidi metodunun "Sened tenkidi" metodu ile yapılmasının en büyük sebebi, bu tür hadislerin metin yönünden tenkide tabi tutulmaması yönünde olan düşünceden kaynaklanmaktadır. Şayet hadisler "Metin tenkidi" metodu ile sağlamaya tabi tutulsaydı iktidara karşı çıkılmaması yönündeki hadislerin tümünün uydurma olduğu meydana çıkardı. 

Hadisin kendisi ile değil de, nakleden ile uğraşarak hadislerin sahihlenmesi yoluna gidilmesi ve nakledenlerin "Cerh ve Tadil" metodu ile sağlamlıklarının araştırılması, kişisel düşüncelerin ön planda olmasını gerektirdiği için hadis tedvincilerinin bir hadisin sahih olması için kendi düşüncelerine uygun ravi olması şartı aramaları onları düşüncelerine uygun sened zincirleri bile uydurmaktan geri bırakmamıştır. Hadisin Kur'an karşısında belirleyici bir role büründürülmesi, Emevilerin iktidarının Hadisler yolu ile Muhammed (a.s) tarafından meşru!!! hale getirilmesini sağlamıştır. 

Bu arka plan dahilinde, Hadislerin Kur'an ile olan uyuşmazlığının giderilmesi için, Kur'an Ayetleri nin rivayetlere uygun hale getirilmesi süreci başlamıştır. Bu sürecin başarılması için , Hadisin belirleyiciliğinin alt yapısının, Kur'an Ayetlerine onaylatma ameliyesi gerekmektey di ve gerekli Ayetler bulunarak!! Hadislerin vahiy olduğu teorik ismi ile "Gayri Metluv Vahiy" düşüncesi İmanın şartı ! gibi İslam düşüncesinin baş köşesine oturtulmuştur. 

Emevi saltanatını destekleyen kader konusu etrafındaki hadisler, artık karizmatik bir yapıya büründürülmüş ve dokunulmazlık gibi bir zırha büründürülmüş olan hadis külliyatı içinde yerini bulmuş , bırakın eleştirmeyi kimsenin gıkını bile çıkarmasına müsade edilmemiştir. Bu süreç yüzyıllardır bu şekilde sürmekte ve hala "Buhari veya Müslim Hadisi" denildiğinde akan sular durmakta ve Kur'anın bu Hadisler karşısında sesinin çıkmasına müsade edilmektedir. 

Bu süreç içinde, kader konulu Ayetlerin Hadisler ile uyum sağlama çalışmalarına girilerek "Dilemek" kelimesi etrafında oluşturulan düşünceler de kulun sanki bir kukla olduğu düşüncesi zannı oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu güne kadar gelen zaman içinde Kur'an Ayetleri içinde geçen "Allahın dilemesi" veya "Allahın dilediğini hidayete erdirmesi ve saptırması" ile ilgili Ayetler bu konuda kulun herhangi bir dahli olmadığı düşüncesi çerçevesinde anlaşılarak bazı kimselerin kafalarında maalesef yanlış bilgilerin oluşması sağlanmıştır. Bu uzun girişten sonra ilgili Ayetlerin, nasıl okumaya bir tabi tutularak doğru anlaşılabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya geçebiliriz. 

Kur'an da bir çok Ayet içinde, "Allah dilediğini rahmetine sokar" , "Allah dilediğini bağışlar ,dilediğine azap eder" , "Allah dilediğini saptırır dilediğini hidayete erdidir" " Allah dilerse hepinizi tek ümmet yapardı" gibi ifadeleri okumaktayız.

Öncelikle bu Ayetlerin anlamlarının "Dilediğine" şeklinde olmayıp " Dileyene" şeklinde olması yönünde görüş beyan edenlerin "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" deyimine uygun bir düşünce içinde olduklarını belirtmek isteriz. Kelimelerin anlamları cümle içinde anlamını bulup , sadece bir kelime üzerinde anlam vermeye kalktığımızda belki bir Ayete oturan kelimenin diğer Ayette oturmadığı görülecektir . 

"Allah dileYEni saptırır veya dileYEni hidayete erdidir" düşüncesi yanlış bir düşünce değildir. Yanlış olan taraf, Ayet meallerinin bu yönde çevrilmesidir. Çünkü Ayetler bu şekil bir çeviriye müsaade etmemektedir. Kur'an bütünlüğü içersinde bu Ayetlerin anlaşılması gerekli olup metin üzerinde yapılan anlam oynatmaları daha farklı sonuçlar doğuracaktır. 

Bilinmesi gereken önemli bir nokta şu dur ; Hiç bir kimsenin doğuştan Cennet veya Cehennem ehli olacağı belirlenmemiştir. Şayet böyle bir belirleme yapılmış olsa idi Cehennem ehlinin , "Ey Rabbim beni neden Cennet ehli yazmadın?" diyerek, yapılan haşa bu adaletsizliği sorgulama hakkı doğardı. Allah (c.c) pek çok Ayetinde kullarına zulmedici olmadığını beyan etmiş olması bizim düşüncemizde bir yanlış olduğunu göstermektedir.

Allah (c.c) pek çok Ayetinde , kullarına iki yol gösterdiğini (91.8/76.3/87.3) haber vererek , hangi yolu seçmeleri konusunda onları serbest bırakmıştır. Şayet serbest bırakmayıp onların iradelerine ipotek koymak sureti ile onları yönlendirmiş olsaydı , Cennet veya Cehennemin yaratılmasının gereği olmaz, ve buraya konulanlar haksız yere konulmuş olurdu. Kur'anın bir çok Ayetin de ,  Cennet ve Cehennemi hak etme yolunun "Kendi elleri ile işledikleri" ile olduğu ve bir çok Ayette "Hiç bir şekilde haksızlık yapılmayacağı" beyan edilerek yanlış anlamalara fırsat verilmemiştir. 

Bu konu çerçevesinde, Allah (c.c) nin kullarının ne yapacaklarını önceden bilip bilmediği tartışmaları gündeme gelmiş ve bir kısım insanlar yanlış kader inancının önüne geçmek için "Allah kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" şeklinde bir düşünce etrafında toplanmışlardır. Bu düşüncenin "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" deyimine uygun bir düşünce olduğunu baştan söyleyerek gerekçemizi belirtelim. 

Bu düşünce, Allah (c.c) ye eksiklik izafe etmek yanlışını beraberinde getirmekte ve Allah (c.c) nin bilmesi ile yazması birbirine karıştırılarak yanlış kader inancının önüne geçilmek istenmekte fakat bu söylem başka bir yanlışı beraberinde getirmektedir. Allah (c.c) bilgisinin sınırı olmaması bizim kul olarak, onun bizim her şeyimiz hakkında bilgi sahibi olmasını sorgulamak hakkını vermez. Biz kul olarak sadece bize verilen bilgiler dahilinde bu konular hakkında fikir yürütme hakkına sahip olabiliriz. Kur'an bu konuda bizlere gerekli bilgiyi vermekte ve Allah (c.c) nin bilMEmek gibi bir eksikliğe sahip olmadığını  beyan etmektedir.

"Allahın dilemesi" demek haşa onun keyfi bir davranış sergileyebileciği gibi bir düşünceye sahip olunmasını asla gerektirmez. Kullarına emrettiği "Adalet" ilkesini önce kendisi üzerine zorunlu kılan Rabbimiz bu konuda en ufak bir adaletsizlik yapmayacağını bildirmektedir. Onun dilemesi , öncelikle kulun serbest iradesi ile yaptıklarının karşılığını vermek demek olup , kul eğer sapmak şeklinde bir irade beyanında bulunur ise  ona sapma yolunu , kul eğer doğru yolda gitmek şeklinde bir irade beyanında bulunur ise ona da doğru yolu kolaylaştırır. Yani Allahın dilemesi , kulun gösterdiği irade doğrultusunda onun yolunu açmak şeklinde kendisini gösterir. 

Allah (c.c) bu konuda kendisi için bir yasa tayin etmiş olup bu yasa Rad s. 11. Ayetinde şöyle beyan edilmektedir. Değişim isteğinin kulları tarafından gelmedikçe kendisinin böyle bir değiştirme yapmayacağı bu Ayet içinde beyan edilmektedir. 

 [013.011] Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. ALLAH BİR KAVME VERDİĞİNİ O KAVİM KENDİSİNİ BOZUP DEĞİŞTİRMEDİKÇE DEĞİŞTİRMEZ. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah'dan başka bir veli de bulunmaz.

"Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı" gibi Ayetler de kullarına verilen irade hürriyeti açık bir şekilde görülmekte , ve bu tür Ayetlerde Allah (c.c) nin hiç bir kulunun iradesine ipotek koyarak doğru yola getirmek bir zorlama içinde olmayacağı haberi verilmektedir.Bu tür Ayetlerin , hiç bir şekilde keyfi hareket etmek gibi bir anlam taşımadığını ifade etmek isteriz. Bu Ayetlerden anlaşılması gereken şeyin Allah (c.c) nin böyle bir işleme gücü yettiği halde yapmayacağının bu tür beyan edilmesidir.

"Kader" kavramı Kur'anın hiç bir yerinde Emevilerin gayreti ile oluşturulan anlamda kullanılmamıştır. Bu kavram Kur'an da "Allah (c.c) nin yaratmış olduklarının üzerine koymuş olduğu ölçü" anlamında olup , dilimizde kullandığımız "Kadar" kelimesi ölçü ve miktar anlamı taşıması açısından bu kavramı anlatmaktadır. 

Yaratılan hiç bir şeyin başı boş bırakılmadığını , bir yasa ya bağlı olduğunu ifade eden bu kavramı İnsan açısından değerlendirdiğimizde , hayat içinde yaptığı her şeyin belli bir sonucu ve yasası olduğunu, yaptığı fiilerin sonucunun bir yasa gereği bir sonucu olduğunu bu kavram ile anlamaktayız. 

"Ketebe" fiili ile ifade bu yasaların yazılmış olması , Emevilerin elinde "Alın yazısı" na dönüşmüş ve kelime yerinden oynatılarak İsrailoğulların Kitaba uyguladıkları muameleye eşdeğer bir işleme tabi tutulmuştur. Allah (c.c) nın yazması demek , alın yazısı şeklinde bir yazma demek olmayıp , her şeyin bir kural dahilinde meydana geldiğinin bilgisi olarak bilinmesi Kur'an mantığına daha uygundur.  

Sonuç olarak; Ümeyye ve Haşim oğulları sülalesinin yüz yıllardır devam eden kavgaları , Muhammed (a.s) sonrası iktidar kavgası olarak devam etmiş , Ümeyye oğullarından olan Muaviye nin, iktidarı Ali (r.a) dan gaspederek meşru olmayan bir yol ile başa geçmesi sürecinde bu meşruiyeti dini bir temele oturtma çalışmaları başlamıştır. Kader kavramı bu meşruiyet arama çabaları dahilinde ters çevrilmiş bir kavram olarak karşımızda durmaktadır. Allahın dilemesi ile ilgili Ayetler bu yanlış inanç neticesinde yanlış anlaşılmış , haşa Allah (c.c) nin keyfi bir uygulama yaptığı düşüncesi bazı kimseler tarafından düşünülmeye başlanmıştır. Bu yanlış düşünceler bir kısım insanı tamamen isyan sürüklemiş ve Allah hakkında yanlış zanlar oluşmasına sebeb olmuştur. "Kader" kavramı her şeyin bir yasaya tabi olarak meydana geldiğini ifade eden bir kavram olarak Kur'an da yerini almışken Allah (c.c) nin kullarının fiilleri ile vereceği karşılığın keyfilik arz edeceği nasıl düşünülebilir?. Kur'an okurken "Allahın dilemesi" ile hangi Ayet gelirse geldin haşa keyfilik arz etmesi açısından değil , kulların serbest iradeleri ile yaptıklarının adil bir bir biçimde verileceğinin bilgisi olarak okunmalıdır.

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Eylül 2014 Salı

Kasas s. 4.ve 5. Ayetlerini Türkiye Örneği Üzerinden Okumak

Musa(as) kıssası; Kur'an'da en fazla yer tutması itibarı ile mesaj taşıyan kıssaların başında gelmektedir. Musa(as)'nın kavmi olan İsrailoğulları prototip bir kavim olarak Kur'an'da yerini bulmuş, müstaz'af ve müstekbirlerin, arz üzerine konulmuş olan yasalar gereği nasıl başarıya ulaştıkları veya nasıl fesadlarına son verildiği, bu kavim üzerinden yaşanmış canlı örnekleri ile anlatılmıştır.

İsrailoğulları kavmini;

1- Müstaz'af oldukları zamanlar (Firavun zulmü altında inledikleri zamandan, denizin karşı kıyısına kadar geçen zamana kadar),
2- Müstekbir oldukları zamanlar (denizin karşı kıyısından, tâ ki Müslümanlar ile karşılaştıkları Medine'ye kadar)

şeklinde iki ayrı bölüm başlığı içinde inceleyerek, Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasaların işleyişlerinin canlı örneklerini bu kavim üzerinden okuyabiliriz.

Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasaların işleyişinin bu kavim üzerinden anlatılması demenin, bu yasaların sadece bu kavme özgü bir işleyişi olduğu zannedilmemelidir. İsrailoğulları'na uygulanan zulmü veya İsrailoğulları'nın yaptığı fesadı yapan bütün uluslar ve iktidarlar yasa gereği yıkılmaya mahkumdur.

KASAS 4 ve 5 ayetleri; müstekbirlerin Firavun'un şahsında nasıl yıkıldığı, müstaz'afların İsrailoğulları şahsında nasıl bir yasa ile feraha çıktıklarının anlatıldığı ayetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an kıssaları sadece yaşanmış bitmiş hikayeler olarak okunduğunda, Kur'an'ın bu tür mesajlarını maalesef anlama imkanı yoktur.

İsrailoğulları'nın Firavun zulmü altında inlediği zamanı hatırlayacak olursak; Kur'an ayetlerinden anlaşılacağı üzere, onlara büyük bir soykırım uygulanmakta idi. Musa(as) ve kardeşi Harun(as); kavimlerini Firavun zulmunden kurtarmak için Allah(cc) tarafından gönderildiler. Firavun bu elçilerin itaat isteklerini red ederek sihirbazları ile Musa(as)'yı düelloya davet etti ve sonuç olarak sihirbazlar "Musa(as) ve Harun(as)'un rabbine iman ettik" diyerek secdeye kapandılar. Bunu takip eden olaylarda İsrailoğulları'na yeniden bir soykırım başlamış ve yıllarca süren büyük bir sıkıntı ile karşı karşıya gelmişlerdir.

Yıllar süren bu dönem içinde nasıl bir strateji takip ederek çalışmaları gerektiği YUNUS 87 ayetinde şöyle beyan edilmiştir;

[010.087] Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun! Bir de mü'minleri müjdele!

Allah(cc)'ın İsrailoğulları'na vahyetmiş olduğu bu çalışma şekli, zulüm altında olan insanların zalimlerin eline geçmemek için yürütmesi gereken bir çeşit yeraltı faaliyeti olup; İsrailoğulları denizin karşı kıyısına kadar geçen yıllar içinde uğradıkları zulmü bertaraf etmek için bu tür bir çalışma içinde olmuşlardır.

Bizler Musa(as) kıssasını güncel mesajları olan bir kıssa olarak okumadığımız için, yaşanmış olayların bizler için nasıl bir mesaj taşıdığını pek düşünmemekteyiz. Şayet bu anlatımların mesaj içerikli olduğunu anlar ve öyle bir metod ile okursak, kıssalar bizlerin hayatı içinde birer işaret taşı olacaktır. İsrailoğulları'nın denizin karşı kıyısına geçmelerine kadar geçen zaman içinde mücadele içinde bir hayat geçirdikleri bu ayetten anlaşılmaktadır.

Allah(cc), koyduğu yasa gereği kullarına yardım etme kuralını; o kulun çalışma ve gayret etme şartına bağlamış olup, kulları arasında "mü'min" veya "kafir" şeklinde bir ayrım yapmaz ve herkese çalıştığının karşılığını dünya hayatında verir. İsrailoğulları Firavun zulmünden kurtulmak için asla yıllarca yan gelip yatmamışlardır, aksine Allah(cc)'ın onlara YUNUS 87 ayeti içinde emredilen çalışma metodunu uygulamışlardır. İşte bu çalışma karşılığında Allah(cc)'ın çalışan kuluna yardım etme kuralının kendileri lehine işlemesine nail olmuşlardır. 


Allah(cc)'ın koyduğu yasa gereği; Firavun örneği müstekbirler yıkılmaya mahkumdur ancak onların yıkılma kuralı mazlumların ayağa kalkarak zalimlere karşı başkaldırması şeklinde olacaktır. Hiçbir zalim mazlumların sadece duası ile asla yıkılmaz. Zalim yöneticilerin insanlar üzerine uyguladığı baskı örneği Firavun'un İsrailoğulları'na uyguladığı baskı örneğinin bir benzeri olduğu takdirde; bu şekil baskı yönetimleri yıkılmaya mahkumdur. Dünya tarihinde bu tür ayaklanmalar sonucu yıkılan birçok iktidar örneği bilinmektedir. Bu örneği; uzağa gitmeye gerek yok, ülkemiz üzerinden görmeye çalışalım. KASAS 4 ayeti; Firavun zulmünün nasıl tezahür ettiğini bizlere şu şekilde anlatmaktadır.

[028.004] Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı, halkını çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi.

Şimdi bu ayetteki "Firavun" kelimesi yerine "T.C" kelimelerini, zayıf bırakılan halkın yerine "Kürtleri" koyalım ve ayeti okuyalım. Bilindiği üzere T.C sınırları içinde kendilerine "KÜRT" adı verilen bir kavim yaşamaktadır. Bu kavim, cumhuriyetin ilanından beri süregelen bir asimilasyona tâbi tutularak, özellikle dilleri konusunda büyük sıkıntılara sokulmuşlardır. T.C'nin kuruluşunun ilk yıllarında isyan ettikleri gerekçesi ile soykırımvâri bir işleme tabi tutuldukları da bilinen bir durumdur. Bu halkın üzerinde yaşadıkları topraklar "ŞARK" (doğu) olarak adlandırılarak Firavunvâri bir işlem olan ayrıma tabi tutulmuşlardır.

Yıllarca devlet memurlarını "ŞARK GÖREVİ" adı altında (şu an biraz farklı olarak yine devam etmektedir; batıdaki illerin bazı ilçeleri bu isim altında devlet memurlarına yeri olarak tahsis edilmiştir) bu topraklarda görev yapmaya mecbur etme sebebi; o bölge insanının geri bırakılarak tahsiline devam etme olanağı sunulmamış olması ve dolayısı ile o bölge insanının bu görevleri ifâ edebilecek tahsili yapamamış olmasındandır. O bölge insanına eşit bir imkan tanınarak tahsil imkanı sunulmuş olsaydı; o bölge insanı da diğer bölge insanları gibi görev alacak ve o bölgede olan memur açığı diğer bölgelerde yaşayan insanların buraya tayin edilerek onlara "şark görevi" adı altında mecburi hizmet zorlaması yapılmasına gerek kalmayacaktı 

"ŞARK" adı altında toprakları ayrılarak ötekileştirilen ve asimilasyona tâbi tutulan Kürtler, T.C'nin ırkçı faşist politikalarından nasibini alarak her köy, kasaba ve illerin meydanlarına "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE" yazan afişlerle ve okullarda her gün bunlar söyletilerek şuur altlarında Kürt olduklarını unutmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Bu satırları yazan kişi bir Kürt değildir. Eğer T.C, Kürtler'in çoğunluk olduğu bir yer olmuş olsa ve yaşadığımız batı illerinden birisine gelip de "NE MUTLU KÜRDÜM DİYENE" şeklinde bir afiş asılsa ve okul çocuklarına her gün bunları tekrarlamaları mecbur tutulsa; tepkimiz acaba ne olurdu? Batı illerinde yaşayan bütün Türk ırkına mensup olanlar "biz Kürt değiliz ki, neden böyle söyleyelim?" diyerek ayağa kalkacaklardı. Şimdi sorarız; siz Türk olmayan bir kavme her gün "Türküm" diye zorlama yaparsanız, karşısındaki bir gün gelir buna isyan etmez mi?

Nitekim öyle de oldu; yıllarca baskı ve ötekileştirilmeye tâbi tutulan Kürtler, zaman içinde kendi kimliklerinin farkına vararak bu zulmü yapanlara karşı ayağa kalktı. Ayağa kalkan Kürtlerin isteklerini dile getiriş şekilleri bu yazının konusu değildir. Bu yazının konusu; zulme uğrayanların bir gün bir şekilde ayağa kalkacakları, eğer ayağa kalkışları kendilerini başarıya ulaşmalarını sağlayacak şekilde kararlı ise mutlaka başarıya ulaşacaklarıdır.

Kürt kavmine mensup insanların istekleri ne olursa olsun bu istekleri doğrultusunda Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasalara uygun hareket ettikleri müddetçe, eninde sonunda başarıya ulaşacaklardır. Eğer kürtler T.C'den ayrılarak özerk bir devlet kurmak arzu ederlerse ve bu istekleri konusunda son derece kararlı olarak gayret ettikleri takdirde; yasalar gereği amaçlarına ulaşacaklardır. Bu satırların yazılma amacının bölücülük gayesi olmadığı, sadece zalimlik yapanların, zulme uğrayan mazlumlara tarafından bir gün yıkılmasının "Sünnetullah" olduğunun hatırlatılmasıdır.

Eğer T.C ötekileştirmeden vazgeçip, "ŞARK-GARP" şeklinde bir ayrım yapmayı terkederek ülkede yaşayan bütün insanlara eşit muamele yaptığı takdirde; iktidarların yıkılma sünnetinin kendisi üzerinde tezahür etmesinden kurtulacaktır. Bu günlerde konuşulmakta olan "açılım süreci" adı verilen durum tehlikenin farkına varılıp kürtlerin artık gözlerini açtığının T.C tarafından farkedildiğini göstermektedir. 


Kürt örneği sadece hepimizin şahit olduğu bir örnek olduğu için verilmiştir. Dünya tarihine şöyle bir göz attığımızda, mazlumların her ne adına olsun ayağa kalkmaları sonucunda, dünyanın bir çok kösesinde iktidarlar devrilmiş ve yerine yeni iktidarlar tesis edilmiştir. Bu tesis edilen iktidarlar aynı şekilde zulme başladıkları zaman başkaları tarafından yerle bir edilmiştir, bu dünya üzerinde konulmuş bir yasadır.

Dünya üzerinde kurulan herhangi bir iktidar hiç bir surette yönetmiş olduğu halk üzerinde ayrım, baskı, zulüm yapma hakkına sahip olamaz. İktidar sahiplerinin farklı din ve inanca veya ırka sahip olmaları, kendilerinin inançlarını taşımadığı veya kendi ırklarına mensup olmayan halka zulmetme hakkını vermez.

Firavun'un İsrailoğulları üzerinde kendisini böyle bir hak sahibi zannetmiş olması; onun yıkımını beraberinde getirmiştir. Firavun, halkı üzerinde ilahlık ve rablık iddiasında bulunarak büyüklenmiş ve bu büyüklenmesi onun hakim olduğunu iddia ettiği denizde boğulmasını önleyememiştir. İlahlık ve rablık iddia etmek sadece Firavun'a has bir durum değildir. Eğer yönetim kademesinde olan kişi veya kurumlar Allah(cc)'ın uhdesinde bulunan konularda onu bırakıp kendi yanlarından çıkardıklarını ortaya koyuyorlarsa, onların ilahlık ve rablık iddiasında bulunmaları anlamına gelmektedir. Her ne kadar Allah(cc)'ı rab ve ilah olarak tanımak iddiasında olsalar bile, O'nu yönetim kademesinde kabul etmedikleri takdirde, yine başkalarını ilah ve rab olarak tanımışlar anlamına gelmektedir.

[028.005] Biz de o yerde zayıf düşürülmeleri istenilen kimselere lütfetmek ve onları ileri gelenler kılmak ve onları (o yere) varisler kılmak irade ettik.

KASAS 5 ayeti; Firavunvâri yönetimler altında ezilenlerin, şayet bu yönetimlere baş kaldırdıkları takdirde koyulan yasalara uygun davrandıkları müddetçe başarıya ulaşacaklarını beyan etmektedir. "Koyulan yasalar ne demektir?" sorusuna şöyle bir cevap verebiliriz; 

Allah(cc); "Er-rahman" ismi mucibince yaratmış olduğu kulları arasında "mü'min" veya "kafir" ayrımı yapmadan çalışanlara hakkını verecektir. Eğer zalim bir iktidara başkaldıranlar Allah(cc) düşmanı olsalar bile, gerekli galibiyet için gerekli kurallara uydukları takdirde onları galip getirecektir. Dünya üzerindeki halk hareketlerine baktığımız zaman; bir çoğunun İslâmî bir kaygı taşımadığı görülmektedir. Müstaz'afların kimliği ne olursa gereğini yerine getirdikleri zaman, Allah(cc) onları zalimler üzerine galip getirecektir. Bugün Müslümanlar maalesef bu gereği yerine getirmeden, sadece dua ile bu işin olacağını zannederek zalimlere beddua seansları ile onların yıkılmalarını beklemelerinin boşuna olduğunu öğrendikleri gün; dünyadaki zalimlerin tahtları sarsılmaya başlayacaktır.

Şayet müstaz'aflar zalim yönetimlerden kurtulmak yönünde bir irade beyanında bulunmadıkları takdirde, Allah(cc)'ın onları bu zulümden kurtarma iradesi tecelli etmeyecektir. Allah(cc)'ın iradesi müstaz'afların bu yönetimlerden kurtulmak yönünde bir irade beyan etmeleri ve bu istekleri doğrultusunda çalışmaları şartı ile kurtulabilecekleri sünnetini koymuş olup, bu sünnetine aykırı olarak yattığı yerden istekte bulunanlara yardım etmez.

Sonuç olarak; İsrailoğulları örneği üzerinden Allah(cc)'ın zalim yönetimlerin yıkılma sünnetinin, arz üzerine koymuş olduğu yasalar ile işleyişi, onlara zulmeden Firavun örneğinde bizlere gösterilmiştir. Bu gösterilme sadece İsrailoğulları ve Firavun örneği ile sınırlı olmayıp, "evrensel yasalar" dediğimiz kıyamete kadar geçerli olacak kuralların Musa(as) zamanında işlemesidir. Bu yasanın işleyişi, eğer T.C eli altındaki Kürt kavmine, kuruluşundan beri uyguladığı asimilasyonu uygulamaya devam ettiği takdirde; ezilen kavmin haklarını aramak için ayağa kalkması ile sonuçlanacak ve bu ayağa kalkışları yine arz üzerine konulmuş olan galip gelme yasalarına uygun bir şekilde gerçekleştiği takdirde onların galibiyeti T.C'nin yenilgisi olarak sonuçlanacaktır. Böyle bir sonucu istemeyenler yıllardır Kürt kavmi üzerinde uyguladığı ayrımcılığı kaldırarak ülke insanını "Türk-Kürt", ülke toprağını "şark-garb" ayrımı yapmadan aynı görmek zorundadırlar. Bu yıkım sadece T.C için değil, dünya üzerinde geçmiş bir çok Firavunvâri yönetimin başına gelmiş olup, bundan sonra da bu tür iktidar kayıpları bütün zalimlerin başlarına gelecektir. 

Kur'an kıssaları sadece hikaye olarak değil geçmişlerin başından geçenlerin, gelecektekiler için bir ibret olduğu bilinci ile okunduğu takdirde; zalim yöneticilerin hiç bir zaman bâki olmayacakları bilinir. Zalimler bu bilinç içinde olduğu zaman; halklarına karşı daha yumuşak, mazlumlar bu bilinç içinde oldukları zaman zalim yöneticilere karşı daha dik bir duruş sergileyerek, onların diken üstünde oturmalarını sebeb olacaklardır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.

20 Temmuz 2014 Pazar

Hadid s. 22-23. Ayetlerini Uhud Harbi Örneğinde Anlamak

Kader konulu tartışmalar ümmetin yüzyıllardır üzerinde tartıştığı , fakat fikirbirliğine varamamış  olması nedeniyle gündemden düşmeyen konulardandır. İlk kur'an nesli bizlerin tartıştığı türden kader konulu bir tartışmaya girmemiş olup , bu tartışmaların başlangıcı Muhammed as ın vefatı sonrası meydana gelen olaylar sonrası diyebiliriz. Tarihimizde meydana gelen fitne olaylarının başını çekenler işlemiş oldukları cinayetleri örtbas etmek için bu cinayetlere kılıf uydurarak masum göstermek amacıyla "saray alimi" denilen kişileri kullanarak sultanlara uygun fetva vermelerini sağlamışlar, kendilerini temize çıkarmak amacıyla "kadere iman" başlığı altında imanın şartlarına yeni bir kategori ekleterek bu yanlış düşünceleri bu güne kadar taşımışlardır. 

Maksadımız kader konusunu irdelemekten ziyade bu konuya delil getirilen ayetlerden olan hadid s. 22-23. ayetlerini, yaşanmış bir olay olan uhud harbi ile bağını kurarak kur'an tarafından bakarak nasıl okunabileceğini görmektir. Kur'an klasik anlamda kader konusuna getirilen tarifi asla kabul etmemekle birlikte , ayetlerde geçen "yazmak" kelimesinin istismar edilmesi nedeniyle çok farklı bir boyuta çekildiği görülmektedir. 

 Mâ esâbe min musîbetin fîl ardı ve lâ fî enfusikum illâ fî kitâbin min kabli en nebreehâ, inne zâlike alâllâhi yesîr(yesîrun).
 [057.022] [E0] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır.

Li keylâ te’sev alâ mâ fâtekum ve lâ tefrehû bi mâ âtâkum, vallâhu lâ yuhıbbu kulle muhtâlin fehûr(fehûrin).
[057.023] [E0] Şunun içinki gaybettiğinize gam yemeyesiniz ve size verdiğine de güvenmiyesiniz, Allah çok öğünen kurulanın topunu sevmez.



 Bu ve benzeri ayetler insanların haşa sanki Allah cc nin elinde bir kukla gibi onun istediği gibi , onların herhangi bir dahli olmadığı bir inanca yönlendirmiş ve büyük bir atalete düşürmüştür. 

Kur'an yaşanan hayat içinde 23 sene içinde peyderpey inen bir kitap olması onun dinamik bir hayat içinden örnekleri olduğunu göstermesinin yanında , bizlerin bu örnekleri okuyarak hem itikadımızı hemde yol haritamızı çizmemizi sağlar. Uhud harbi yaşanmış bir örnek olup , bu harbin öncesi ve sonrası ile ilgili ayetler bizler için önemli mesajlar taşımaktadır.

Hadid s.22-23. ayetleri , Allah cc nin arz üzerinde koyduğu bir takım kurallar olduğunu , meydana gelen bütün olayların sebeb sonuç ilişkisi dahilinde cereyan ettiğini beyan etmesi bakımından okunduğu zaman, meydana gelen bazı olayların çalışma gayret etme gibi bir sebebe bağlanarak , başarı gibi bir sonuca nasıl gittiğini göstermesi açısından uhud harbi ile birlikte okunarak daha doğru anlaşılabilir. Uhud harbini en doğru olarak yine kur'andan al-i imran suresinde okuyabiliriz.

[003.121]  Hani sen sabah erkenden müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir.
[003.122]  O zaman içinizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı idi. İnananlar, yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.
[003.123] Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah size Bedir'de yardım etmişti. Allah'tan sakının ki, O'na şükretmiş olasınız.
[003.124] O zaman sen müminlere: «Rabbinizin size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?» diyordun.
[003.125]  Evet. Sabreder, sakınırsanız ve onlar da üzerinize gelirlerse; Rabbınız, size nişanlı beşbin melekle yardım edecektir.
[003.126]  Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.
 [003.127]  Küfredenlerden bir kolu kessin veya perişan etsin de hayal kırıklığına uğramış olarak dönüp gitsinler diye.
 [003.128] Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok. Allah ya onların tevbelerini kabul eder ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır.
 [003.129]  Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

Uhud harbi öncesi diyebilecğimiz ayetler bu şekilde olup , harbin sonrasını anlatan ayetler şunlardır. 

  [003.140] Eğer siz (Uhud'da) bir yara almışsanız, (size düşman olan) o topluluk da (Bedir'de) benzeri bir yara almıştı. Böylece biz, Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması ve içinizden şahitler edinmesi için, bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz. Allah, zulmedenleri sevmez.
 [003.141]  Bu; Allah'ın iman edenleri seçmesi, kafirleri mahvetmesi içindir.
 [003.142] Yoksa içinizden Allah cihad edenleri ve sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?
 [003.143]  Andolsun ki, siz ölümü onunla karşılaşmadan evvel temenni ediyordunuz. İşte siz bekleyip durduğunuz halde onu görüverdiniz.
 [003.144]  Muhammed; sadece bir elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o, ölür veya öldürülürse; geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse; Allah'a hiç bir zarar vermez. Allah, şükredenlerin mükafatını verecektir.
[003.145]  Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kim ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz.
 [003.146]  Nice peygamberlerin yanında Rabbe kul olmuş pek çok kimse savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi. Allah, sabredenleri sever.
 [003.147]  Dedikleri ancak şu idi: «Rabbimiz! Günahlarımızı, işimizdeki aşırılıklarımızı bize bağışla, sebatımızı arttır, inkarcı topluluğa karşı bize yardım et».
[003.148]  Bu yüzden Allah onlara dünya nimetini de ahiret nimetini de fazlasiyle verdi. Allah işlerini iyi yapanları sever.
 [003.152]  And olsun ki, Allah, size verdiği sözde durdu. Onun izniyle kafirleri kırıp biçiyordunuz, ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz; sizden kimi dünyayı, kimi ahireti istiyordu; derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. And olsun ki O, sizi bağışladı. Allah'ın inananlara nimeti boldur.
[003.153]  Peygamber arkanızdan sizi çağırırken, kimseye bakmadan kaçıyordunuz; kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye, Allah sizi kederden kedere uğrattı. Allah, işlediklerinizden haberdardır.
[003.154]  Kederden sonra, bir takımınızı kendinden geçirecek şekilde size huzur ve emniyet indirdi; oysa bir takımınız da kendi derdlerine düşmüşlerdi. Haksız yere Allah hakkında, cahiliye devrinde olduğu gibi inanıyorlar. «Bu işte bizim bir fikrimiz var mı?» diyorlardı; De ki: «Buyruğun hepsi Allah'ındır». Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlar. «Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı, burada öldürülmezdik» diyorlar. De ki: Evlerinizde olsaydınız, haklarında ölüm yazılı olan kimseler, yine de devrilecekleri yere varırlardı. Bu, Allah'ın içinizde olanı denemesi, kalblerinizde olanı arıtması içindir. Allah gönüllerde olanı bilir.
 [003.155]  İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirenlerin, yaptıklarının bir kısmından ötürü şeytan ayaklarını kaydırıp yoldan çıkarmak istemişti. Allah, and olsun ki, onları affetti. Allah bağışlayandır. Halim'dir.
[003.156]  Ey İnananlar! Yolculuğa çıkan veya savaşa giden kardeşleri hakkında: «Onlar yanımızda olsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi» diyen inkarcılar gibi olmayın ki, Allah bunu onların kalblerinde bir hasret olarak bıraksın. Dirilten de öldüren de Allah'tır. Allah işlediklerinizi görür.
[003.157]  Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, size Allah'tan onların topladıklarından hayırlı bir mağfiret ve rahmet vardır.
[003.158]  And olsun ki, ölseniz de, öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.
[003.159]  Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.
[003.160]  Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.
[003.165]  (Bedir'de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musibet, (Uhud'da) kendi başınıza geldiği için mi «Bu nasıl oluyor!» dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah'ın her şeye gücü yeter.
 [003.166]  İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah'ın emriyleydi. Bu; mü'minleri belirtmek içindi.
 [003.167] hem de münafıkları belli edeceği için ki, bunlara «Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunma yapın!» denilmişti. Onlar: «Savaşmayı bilsek arkanızdan gelirdik» dediler. Onlar, o gün imandan çok küfre yakındılar, ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı, Allah onların kalplerinde ne sakladıklarını en iyi bilendir.
 [003.168]  Onlar oturup, kardeşleri için: «Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi» dediler. De ki: «Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden savın».
 [003.169]  Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.
 [003.170] Allah'ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinerek arkalarından henüz kendilerine katılmayanlara; kendilerine korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini, müjdelemek isterler.
[003.171]  Onlar Allah'tan olan bir nimeti, bolluğu ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelemek isterler.
 [003.172]  Kendileri savaşta yara aldıktan sonra Allah ve Peygamberin çağrısına koşanlara, hele onlardan iyilik edip sakınanlara büyük ecir vardır.
 [003.173] İnsanlar onlara: «Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun» dediler. Bu, onların imanını artırdı da: «Allah bize yeter. O ne güzel Vekil'dir» dediler.
 [003.174]  Sonra da kendilerine hiçbir keder dokunmaksızın Allah'tan bir nimet ve lütuf ile geri döndüler ve Allah'ın hoşnutluğunun ardınca gittiler. Allah, daha da çok bir lütuf sahibidir.

 Yukardaki ayet meallerine sadece uhud harbinin gidişatını öğrenmek açısından bakmayıp , Allah cc nin harb ile ilgili olarak koymuş olduğu evrensel kuralın nasıl işlediği açısından baktığımız zaman önemli mesajların olduğu görülecektir. Bedir de galip gelen müslüman ordusunun , uhud yenilgisini hazırlayan olaylar ilgili ayetlerde anlatılarak galibiyet için gerekli olan şartların yerine getirilmeyerek gevşemek ve isyan etmek sureti ile mağlubiyetin geldiği anlatılmaktadır. Gevşeyen ve isyan eden müslüman ordusunun bu zaafından faydalanan müşrik ordusu müslümanlara galebe çalarak onları yenilgiye uğratmış olmalarını hadid s. 22-23. ayetlerine bağlayarak bu iki ayeti anlamak kolaylaşacaktır.

Hadid s. 22. ayeti arz üzerinde veya bizim üzerimizde meydana bir olayın belirli bir kural dahilinde sebeb sonuç ilişkisi kuralı dahilinde meydana geldiğini beyan ederek uhud harbi ayetleri örneğinde bunları göstermekte , 23. ayet ise kaybedilene üzülüp birbirini suçlamak yerine mağlubiyeti getiren sebebleri anlayıp böyle bir hatanın tekrar edilmemesi gerektiğini anlatmaktadır. 

Hadid s. 22. ayetinde başımıza gelen olayın "bir kitapta olması" demek, bu olayın böyle olacağının önceden ezeli olarak yazılmış olduğu şeklinde anlaşılmasını gerektirmez. Burada Allah cc nin başımıza gelen olayları önceden bilmiş olması tartışmaları gündeme gelecek olup onun başımıza gelecek olanları önceden bilmesi ile olaylara müdahil olmaması birlikte düşünülmelidir, aksi takdirde madem böyle bir olayın başımıza geleceği önceden yazılmış bizim bu olayda herhangi bir suçumuz neden olsun deyip başımıza gelen olaylardaki suçu direk Allah cc ye yüklerizki bu çok yanlış bir durumdur. 

Hadid s. 23. de "Şunun içinki gaybettiğinize gam yemeyesiniz ve size verdiğine de güvenmiyesiniz, Allah çok öğünen kurulanın topunu sevmez" şeklinde buyurulması ile al-i imran 153-154. ayetleri ile bağlamak mümkündür. Bedir harbinde galip gelen ordunun bu savaştaki galibiyetinin onları kuru bir güvene sevketmemesi gerektiği sebeblere riayet etmemenin sonucunda böyle bir durum başlarına geldiği , ancak uhud yenilgisininde bitiş olarak görülmemesini hatırlatır. Al-i imran s. 140 da "günlerin insanlar arasında tedavül edilmesi" demek seçilmiş bir insan gurubu olmadığı müslüman ve kafir ayrımı olmadan oyunu kuralına göre oynayanın başarılı olacağı haberi verilmektedir. Rum s. ilk ayetleri bunun yaşanmış bir örneğini vererek iki kafir ordudan birinin Allah cc nin yardımı ile galip gelmiş olmasını ancak böyle izah edebiliriz.

Allah cc nin başımıza gelen olayları önceden bilmesi onun kendi sahasına giren bir durum olup , bizlerin bunu tartışmaktan ziyade kainat yasalarını okuyarak sebeb sonuç ilişkisi dahilinde olayların geliştiğini unutmadan sebeblere yapışmak olmalıdır. Allah cc ye "bilmezlik" gibi sıfat yakıştırmak kabul edilir bir şey olmamakla birlikte , kur'an ayetlerinde "kitab"(yazma) kelimesi ile ifade edilen ayetleri ezelden başımıza gelecek olan şeyin yazılması olarak değil kuralların konulmuş olması olarak anladığımızda bu tür tartışmalara gerek bile olmadığı görülecektir. 

Hadid s. 22-23. ayetini, klasik anlamda başımıza gelenlerin ezelde yazıldığı şeklinde anlayarak uhud harbi ile ilişklendirecek olursak uhud harbi sonrası başımıza gelenlerde bizlerin bir suçu olmadığı nasılsa böyle bir mağlubiyetin önceden yazılmış olduğu siz ne yaparsanız yapın bu mağlubiyetin kaçınılmaz olduğunun bildirilmesi gerekirdi , ama ayetlerde böyle bir anlatım asla görülmemekte , gelen yenilginin müslüman ordusunun zaafı neticesinde yani ordunun içindeki askerlerin gevşemesi neticesinde geldiği beyan edilmektedir. 

Başımıza gelen herhangi iyi bir şeyi kendimizden , kötü bir şeyi kendi dışımızdaki birine yüklemek şeklinde işin içinden sıyırılarak mesuliyetten kaçmak insanın genel karaktedir. Kur'an geneline baktığımızda başımıza gelen herhangi bir olayın mesuliyetinden sıyrılmak için suçu başkasına atmayı müşriklerin bu şirklerini Allah cc ye yüklemelerinden anlamaktayız.

 [006.148] Müşrikler, «Allah dileseydi babalarımız ve biz şirk koşmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık» diyecekler; onlardan öncekiler de, Bizim şiddetli azabımızı tadana kadar böyle demişlerdi. Onlara «Bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde bulunuyorsunuz» de.

Allah cc sanki onlara müşrik olun şeklinde bir zorlamaya tabi tutmuş, onlarında bu zorlama neticesinde müşrik olduklarını beyan etmeleri , yaptıkları zulmü kendilerinin değil Allah cc nin ezelde yazdığı için işlediklerini söyleyen zalim emevi sultanlarının fikir babalarının kim oldukları enam s. 148 ve benzeri ayetlerde ortaya çıkmaktadır.

Allah cc insanları yaptıkları karşısında ahirette cennet veya cehennem ile karşılıklandırması , o insanların hak etmeleri sayesinde olduğu bir çok ayette beyan edilmektedir. Allah cc insanların cennete ve cehenneme gideceğini ezelde yazmış demek kişinin iradesini ortadan kaldırıcı bir düşünce olup haşa Allah cc nin adaleti ile bağdaşır bir durum değildir. Kullarının yaptıkları karşılığında nereye gideceğini önceden bilip bilmediği konusu bizlerin alanına giren bir konu olmayıp tartışmanın herhangi bir getirisi yoktur. Bu durum onun kendi alanına has bir durum olup oturup bunları konuşmak gereksiz fikir ayrılıklarını beraberinde getirecektir.

Kader konusunda yapmış olduğumuz hatalardan biriside kelimenin anlamının, "her şeyin üzerine konulmuş olan  kurallar bütünü" olduğunu unutarak , Allah cc nin bilgisinin sınırları üzerinde mütalaalar yapmaktır. Bizler önce kul olarak sınırlarımızı tesbit etmek sonra bu sınırlara riayet etmek durumundayız. Allah cc nin yapacaklarımız önceden bilip bilmemesi tartışmalarını bu sınırları zorlamak olarak düşündüğümüzü , bu konu ile ilgili bilgilerin yine kur'anda mevcut olduğunu , yunan felsefesinden etkilenerek ortaya atılan düşüncelerin kur'ana onaylatılması olarak gördüğümüz zorlama düşünceler ile vakit kaybedilmemesi gerektiğini düşünmekteyiz.

Hadid s. 22-23 ve benzeri ayetleri doğru anlamaya en büyük engel kur'ana rağmen ortaya atılmış kader inancını kur'ana onaylatma çabası çerçevesinde bir okumaya tabi tutup , bu düşüncelere payanda yapılmaya çalışılmasıdır. Herhangi bir dış fikir baz alınmadan sadece kur'an genelinde ayetleri tefekkür etmeye çalıştığımızda kaçamak düşünceleri onaylayan bir noter kitabı değil , yaşanan hayatı okumaya yarayan bir klavuz ortaya çıkacaktır. 

Uhud harbi tarih içinde kalmış yaşanmış bitmiş hadise değil , o hadise içindeki olayların her zaman başımıza gelmesi muhtemel olaylar olup geçmişten ders çıkarmak şeklinde bir mesajı olduğu unutulmamalıdır. Müslümanlar olarak kendimizi seçilmiş has kullar olarak görmeyi bırakıp dünyadaki bütün insanlar için geçerli olan kuralların bizler içinde geçerli olduğunu unutmadan dün uhud harbini ve elimizdeki mushafta yazılı olan hadid s. 22. 23 ayetlerini bugünde birlikte okumamız gerekmektedir. 

 Yaşadığımız bu günler içinde özellikle israil tarafından filistinli müslümanlara uygulanan zulüm bizlerin uhud ve benzeri yenilgilerden ders çıkarmadığımızı göstermektedir. Bedir harbinde kurallara riayet ederek galip gelen ordunun , uhud harbinde kurallara riayet etmediği için yenilmesi kurallar dahilinde hareket eden kim olursa müslüman veya kafir farketmeden galip gelen tarafın o taraf olacağı hatırdan çıkarılmış, bugün israil ve  benzeri müstekbirlerin nasıl alt edileceği ,kur'andan alınan örneklerle değil sadece sözlü dualar ile yapılabileceği şeklinde bir düşünce hasıl olmuş, fakat bu tür tek taraflı bir eylem oyunun kuralına uygun olmadığı için lafla peynir gemisi yürütülmeye çalışılır olmuştur.

Sonuç olarak ; hadid s. 22-23. ayetleri insanı başına gelenlerden Allah cc nin sorumlu olduğu inancına götüren ayetler değil , aksine başına gelenlerden insanın sorumlu olduğu ve arz üzerinde geçerli olan yasalar çerçevesinde cereyan eden olaylar olduğunu anlatmaktadır. Allah cc nin herşey üzerine bir kader koymuş olması demek geçerli olan yasalar anlamına gelmekte olup , bu yasalar onun "Errahman" ismi mucibince müslüman ve kafir ayrmı yapmadan bütün insanlar üzerinde geçerlidir. Geçmişimizdeki kara sayfaları yazanlar  Allah cc nin ayetleri üzerinde oynamalar yaparak kendi karalıklarını örtmek için kullanmış olmaları kendi karalarını örtmemiş , ama bu güne bizlere öyle bir itikad düşüncesi aşılamışki silmek mümkün olmamaktadır. Allah cc kainata koymuş yasalarda en ufak bir boşluk olmadığı yaş kuru ne varsa bir kurala bağlı olduğunu hatırlatması bizlerin o kurallar çerçevesi içinde hareket etmemizi gerektirmektedir. Kur'anın canlı hayat içinden verilen örneklerle dolu mesajlar içermesi dikkate alınarak okunması sonucunda uhud harbi yaşanmış bitmiş bir harb değil sebeb sonuç ilişkisi içinde meydana gelmiş canlı örnek olarak evrensel mesajları olan bir olay , hadid s. 22-23. ayetlerinin bu ve benzeri olayların belirli yasalar içinde cereyan ettiğini anlatan ayetler olarak okumak kitabımızı ölü bir metin olarak değil canlı bir hayat klavuzu olarak okumamızı sağlayacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

29 Nisan 2014 Salı

Şefaat Ayetlerini Bir de Bu Sıra İle Okuyalım

Şefaat konusu ile ilgili ayetler kur'anın en fazla istismara uğrayan ve en fazla yanlış anlaşılan ayetleridir. Kur'anın şefaat ile ilgili ayetlerinin anlaşılma kolaylığı  sağlaması açısından belli bir sıraya koyarak okumak bu konu ile ilgili ayetlerin doğru anlaşılmasında faydalı olacağını umduğumuz için böyle bir çalışma yaptık .  

Şefaat ile ilgili ayetleri okumaya başlamadan önce kafamızdaki ön kabullleri atarak yani geleneksel anlayışa hakim olan , "Allah cc dışında şefaatçiler var" şeklinde düşünceyi bir tarafa bırakıp, "kur'an şefaat konusu ile ilgili olarak nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabını aramak için ayetlere yaklaşmamız gerekmektedir, aksi takdirde bu ayetlere rağmen bu konuyu yanlış anlamaktan kurtulamayız. 

[10.18]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»

[39.43-44] Yoksa Allah'tan başka şefaat ediciler mi edindiler? De ki: «Ya onlar, hiç bir şeye malik değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?»De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Yunus s. 18 , zümer s. 43-44. ayetlerine baktığımızda müşriklerin kulluk ettikleri putlarına yüklemiş oldukları vazifelerden birisinin de , Allah cc ye yaklaşmak için onları vesile edinmeleri olduğu görülmektedir.

[043.086] O'nun dışındakilere tapmakta olanlar şefaatte  malik değildirler; ancak kendileri bilerek hakka şahidlik edenler başka.

Zuhruf s. 86. ayetinde , Allah cc nin dışındakilere kulluk etmekte olup ta onlarda şefaat bekleyenlerin böyle bir asla erişemeyecekleri beyan edilmesine rağmen bu ayet şefaat konulu ayetler içinde yanlış şekilde meallendirilen ayetlerden birisidir şöyleki ; yanlış olduğunu iddia ettiğimiz meal "O'nun dışında taptıkları şefaatte bulunmaya malik değildirler; ancak kendileri bilerek hakka şahidlik edenler başka." şeklindedir , bu meali yapanlar acaba Allah cc nin dışında kulluk edilipte şefaat istisnası getirilen bir put olabilirmi diye hiç düşünmedilermi?. Ayeti dikkatle okuyan bir kişi , kur'anın bir çok ayetinde müşriklerin Allah cc dışında kulluk etmiş olduklarının kıyamet gününde onlardan kaçacağı ve onların ibadetlerini red eedeceği ayetleri görünce ilk olarak diyeceği şey kur'anda çelişki olduğu şeklinde bir düşüncedir. Okuyucu bir ayette putlar onlardan kaybolacak ayetini okuyacak , diğer ayette putlar şefaat edebilecek ayetini okuyacak bu nasıl iştir diye haliyle soracaktır. Ancak çelişkinin kur'anda değilde şefaat ayetlerini geleneksel ön kabule uygun olarak çevrilmesinde olduğunu anlayıp doğru bir mealden bu okuyunca bazı meal  yapıcılarının nasıl bir cehalet içinde kur'an meali yaptıklarına şahit olacaktır.

[10.3]  Rabbınız o Allahdır ki Gökleri ve Yeri altı günde olarak yarattı sonra Arş üzerine istivâ buyurdu emri tedbir ediyor hiç şefaatçi yok ancak onun izninden sonra, işte bu evsafın sâhibi Allahdır rabbınız, o halde ona ibadet ediniz, artık düşünmez misiniz!

[2.255]  Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.

Yunus s. 3 , bakara s. 255. ayetlere baktığımızda " onun izni olmadan" şeklinde bir istisna ibaresi görmekteyiz. Şefaat konusuna Allah cc nin dışında herhangi bir kimsenin yetkili olabileceği düşüncesinde olanlar , izin verilmesi şeklinde bir istisnayı şefaat konusunda Allah cc nin birilerine müsade ederek başka birine böyle bir yetki verebileceği zannına kapılmışlardır. Yunus s. 18 ve zümer s.43.44 ayetlerini bu izin konusu ile ilişiklendirerek okursak , müşriklerin Allah cc nin dışında kulluk ettikleri putlara yükledikleri şefaatçi olmalarının Allah cc tarafından verilen bir bilgi dahilinde olmadığı ve  onun böyle bir şeye izin vermediği anlaşılmaktadır.

[6.70] Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.

[32.4]  Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah'tır. O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Düşünmüyor musunuz?

[36.23]  «Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar.»

Araf s. 70 , secde s. 4 ve yasin s. 23. ayete baktığımızda Allah cc den  başka bir şefaatçi olmadığı ve onun dışında kulluk edilen bir şeyin insanlara ne fayda ne zarar vermeye güçleri olmadıkları hatırlatılmaktadır.

 [2.48] Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.

[2.123] Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

[2.254]  Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

[30.12-13] Kıyamet koptuğu gün suçlular umutsuz kalıverirler.Ortak koştuklarından kendilerine şefaat edenler de bulunmaz. Ortaklarını da inkar etmişlerdir.

[006.051] Hem bununla şunları inzar eyle ki rablarının huzuruna haşrolunacaklarından korkarlar, öyle ki kendileri için onun huzurunda ne bir dost ne bir şefâatci yok, gerektir ki onlar korunurlar.

[040.018]  Onları, yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan kıyamet günü ile uyar. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur.

Yukarıdaki ayetlere dikkat edecek olursak , kıyamet günü insanların dünyada iken medet ummuğu her ne ise onların o gün herhangi bir faydaları olmayacağı hatırlatılmaktadır.

 [19.77-87]  Ayetlerimizi inkar eden ve «bana elbette mal ve çocuk verilecektir» diyeni gördün mu?. Gaybe muttali' mi olmuş? Yoksa rahmanın huzurunda bir ahid mi almış?Hayır, söylediğini yazacağız ve onun azabını uzattıkça uzatacağız.Bahsettikleri şeyler Bize kalacaktır, kendisi Bize tek olarak gelecektir.Tuttular Allahtan başka ma'budlar edindiler ki kendilerine ızzet ve kuvvet olsunlar diye.Hayır, onlar kendilerinin ibadetlerini inkar edecekler ve aleyhlerine döneceklerdir.Şeytanları, kâfirlerin üzerine kışkırtıcı olarak saldığımızı görmedin mi? Onlara karşı acele davranma; biz onlar için ancak saydıkça saymaktayız.O gün, takva sahiplerini, heyet olarak Rahmân'ın huzuruna toplayacağız.Mücrimleri de susuz olarak Cehenneme sevkedeceğiz.Şefaate mâlik olamayacaklardır, ancak Rahmân'ın nezdinde bir ahd alan müstesna.

Meryem s. 77- 87. ayetleri arasına baktığımızda konu bütünlüğünün gözetilerek okunması gerektiği ortaya çıkmaktadır. 77. ayette hayatını küfr içinde geçiren bir kişinin bu küfrünün karşılığını göreceğini unutarak yine mallar ve çocuklar ile ahirettede zenginliğinin süreceği düşüncesini red etmekte olduğu görülmektedir. Burada müşriklerin ahiret inançlarının olmadığı gibi bilgileri hatırlayacak olursak o kafirin mallar ve çocuklarla destekleneceğini neden umduğu sorusu hatıra gelecektir. Bu sorunun cevabını kehf s. de bahçe sahipleri kıssasında ayetler ile birlikte okursak herhalde sorunun cevabı verilmiş olacaktır.
[018.036]  kıyametin kopacağını da zannetmem. Bununla beraber şayet Rabbime döndürülürsem, mutlaka bundan daha hayırlı bir sonuç bulurum.»
Kehf s. 36. ayetinde müşrik olan bahçe sahibinin kıyamet ve sonrasını inkar ettiği görülmektedir, aynı müşrik kıyamet ve ahiret olsa bile kendisinin oradada güzel bir akıbetle karşılacağını beklemektedir.Meryem s. 77. ayetindede aynı beklentiyi görmekteyiz ve bu iddiaların Allah cc tarafından red edilişini ilerleyen ayetlerden okumaktayız. Fussilet s. 49-50 . ayetlerine baktığımız zaman kıyameti inkar eden bir kafirin kıyamet saati başına gelese bile oradada iyi şeyler bulabileceğini uman bir kişi anlatılmaktadır, "İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur.Şayet kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona tarafımızdan bir rahmet tattırırsak mutlaka der ki: «Bu benim hakkımdır. Kıyametin başıma dikileceğini (kopacağını) de sanmıyorum. Faraza Rabbime döndürülecek olursam mutlaka benim için O'nun yanında daha güzeli vardır.» Fakat o zaman Biz o inkar edenlere ne yaptıklarım haber vereceğiz ve onlara mutlaka yoğun bir azap tattıracağız."

Meryem s. 87. ayeti üzerinden şefaat konusuna geleneksel olarak yaklaşanların iki açıdan hataya düştüklerini görmekteyiz. 1. hata ayetleri bağlamından kopararak okumak çünkü 87. ayeti doğru anlamak için 77. ayetten itibaren okumak gerekmektedir. 2. hata meallendirmede yapılan hatadır, ayeti gelenğin ön kabulune uygun olarak Allah cc dışında şefaatçiler olduğu var sayılarak bir çok mealde "Rahman'ın katında bir söz almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır." şeklinde görmekteyiz halbuki "şefaat etme hakkı" diye bir terim Allah cc nin dışındakiler için hiç bir ayette geçmemekte olup tamamen ön kabullere uygun olarak meallendirilmişlerdir.

[6.93-94]  Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyedilmemişken «Bana vahyolundu, Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim» diyenden daha zalim kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, «Canlarınızı verin, bugün Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, O'nun ayetlerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı azabla cezalandırılacaksınız» derken bir görsen! Andolsun ki Bize, ilk defa yarattığımız gibi, işte teker teker geldiniz. Ve size verip hayaline daldırdığımız servetleri arkalarınızın gerisine bıraktınız. Hani o sizin var oluşunuzda Allah'ın ortakları olduğunu yanlış yere sandığınız şefaatçıları yanınızda görmüyoruz? Gördünüz ya aranızdaki bağlar büsbütün koptu ve güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir


[7.53]  Onlar onun akibetinden başkasını beklerler mi? onun akibeti geldiği gün ise onu evvelce unutmuş olanlar diyecektir ki: «Muhakkak Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdir. İmdi bizim için şefa-atçilerden kimse var mıdır ki, bize şefaat ediversinler ve- yahut geri döndürülür müyüz ki, yapar olduğumuz şeylerin başkasını yapıverelim.» Şüphe yok ki, onlar nefislerini ziyana uğratmışlardır. Ve o iftira eder oldukları şey de onlardan çıkıp gitmiştir.

[26.96-102] Orada  çekişirken şöyle derler «, tallahi biz besbelli bir sapıklık içinde imişiz!» «Çünkü biz sizi Rabbülâlemin ile bir tutuyorduk. Ama bizi saptıranlar da, o mücrimler oldu. «Şimdi artık ne şefaatçimiz var bizim, ne candan bir dostumuz!» «Ah! Ne olurdu, imkân olsa da dünyaya bir dönsek ve müminlerden olsaydık!»

[074.042-48]  Nedir, diye: sizi sekare sokan?Derler: biz musallin'den değildik.Yoksulu doyurmuyorduk, «Batıla dalanlarla biz de dalardık.»«Ceza gününü yalanlardık.» «Ölüm bize o haldeyken geldi.»Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez.

Bu ayetlerde ise kıyamet gününde ,dünya hayatında iken Allah cc nin dışında şefaatçiler edinenlerin durumu gözler önüne serilmekte olup pişmanlıkları bizlere bildirilerek şu anda dünya hayatını yaşamakta olan bizlere böyle bir inanca sahip isek yol yakın iken terketmemizi aksi takdirde başımıza gelecekler anlatılmaktadır. Müddessir s. 48. ayetindeki "şefaatçilerin şefaatinin fayda etmemesi" sanki şefaatçilerde varsa onlara fayda etmezmiş gibi anlaşılabilir , ancak konuyu kur'an bütünlüğünde okuyacak olursak müşriklerin şefaatçi olacağı zannı ile inandıklarının onlara şefaatçi olamayacakları anlatılmaktadır.

[020.109]  O gün, Rahman (olan Allah) 'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat bir yarar sağlamaz.

[034.023]  O'nun huzurunda , izin verdiği kimselerden başkasına şefaat fayda  vermez. Nihayet kalplerinden dehşet giderildiğinde: «Rabbiniz ne buyurdu diye sorarlar,  «Hakkı.» derler. O, öyle yüksek, öyle büyüktür.
Bu ayetlerdede kıyamet günün şefaatin nasıl gerçekleşeceği anlatılmaktadır. Yunus s. 3 ve bakara s. 255. ayetlerde gördüğümüz izin konusunu yeniden hatırlayacak olursak o ayetlerde izin konusu müşriklerin Allah cc nin dışında ihdas etmiş oldukları şefaatçilerin, Allah cc tarafından onlara böyle bir izin yani bilgi verilmemesini anlatmaktadır. Taha s. 109 ve sebe s. 23. ayetlerinde de meallendirme hatasını görmekteyiz. Klasik şefaat inancına uygun olarak Allah cc den başka şefaatçiler olduğu ön kabulune uygun olarak bu ayetlerdeki "başkasına" şeklinde olması gereken kelime "başkasının" şeklinde çevrilerek Allah cc dışında bir şefaatçi olduğu düşüncesi ayete onaylattırılmak istenilmiştir. Ayetler Allah cc nin kendi dışında birisine izin vererek o kişinin isteği üzerine  kişiyi cehennemden kurtarmak gibi olayın olabileceği şeklinde değil aksine dünya hayatında iman edip salih ameller işlemiş olan mü'minlerin cennete girme iznini yani bilgisinin Allah cc tarafından o kullara verilmesidir.

[21.26-28]  «Rahman (olan Allah) çocuk edindi» dediler. O, (bu yakıştırmadan) yücedir. Hayır, onlar (melekler) ikrama layık görülmüş kullardır.Onlar Allah'dan önce söz söylemezler ve ne yaparlarsa sırf O'nun emri ile yaparlar. Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Allah'ın razı olacağı kimselerden başkasına şefaat etmezler. Hepsi O'nun korkusundan titrerler. 

[53.26] Göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri hiç bir şeyle yarar sağlamaz; ancak Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin verdikten sonra başka

Enbiya ve necm surelerinde anlatılmakta olan şefaat konusunda, melekler'in şefaatinin nasıl olduğu anlatılmaktadır.Müşrik inancındaki melek algısı red edilerek onların Allah cc indindeki durumları anlatılmakta olup Allah cc nin izinsiz ona rağmen herhangi bir iş yapmalarının mümkün olmadığı haber verilmektedir.  

Meleklerin şefaati nasıl olacak dersek onların şefaatide yine kur'anda bildirilmiş olup dünyada iken salih ameller işleyip cenneti haketmiş olan mü'minlere cennete girerken onları karşılamaları şeklindedir.  

[013.023-4] O güzel âkıbet Adn cennetleri olup, onlar babalarından, eşlerinden ve nesillerinden iyi olanlarla birlikte o cennetlere girerler. Öyle ki melekler de her kapıdan yanlarına varıp: «Sabretmenize karşılık size selamlar, selametler! Dünya diyarının ne güzel âkıbetidir bu!» diyecekler.

[039.073] Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler.

Sonuç olarak; şefaat konusundaki ayetleri sıralamaya çalışarak daha doğru anlaşılmasını kolaylaştırmak amacı ile böyle bir çalışma yapmaya gayret ettik.Ayetleri baştan söylediğimiz gibi mesajının ne olduğunu anlamak gayesi ile okuduğumuz zaman geleneksel şefaat inancına uygun düşebilecek en ufak bir delilin olmadığı görülecektir. Müşrik inancına ait olan ve Allah cc nin dışında edinmiş oldukları sahte ilahların kendilerine Allah indinde şefaatçi olduklarına inananların bu inançları red edilmekte olup doğru olan şefaatin sadece Allah cc ye ait olduğu onun dışında hiç kimseye böyle bir yetki ve izin kimseye vermediğini bildiren rabbimizin bu bilgilerine rağmen, özellikle Muhammed as kıyamet günü hakkında cehennem kararı verilmiş olan mü'minlerin (mü'minlerin geçici olarak cehenneme gidceği düşüncesi ayrı bir garabet)  cehennemden kurtulması için başını secdeden kaldırmayarak ümmeti af edilene kadar ısrarcı olacağı bilgileri dini kaynak olarak bilinen kitaplarda "  Hakkında azab hükmü kesinleşmiş, ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?"( 39.19) veya "Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim." (50.29) gibi ayetler hiçe sayılarak haşa Allah cc den daha merhametli bir peygamber portresi çizilmeye çalışılmıştır. Ayetleri bütünlük içinde okuduğumuz zaman kıyamet günü cehennemi haketmiş olan müslümanların oradan kurutlmalarını sağlamak amacı ile peygamber , din büyükleri vs gibi şahısların böyle bir yetki ile donatılacağına dair en ufak dahi bir bilgi olmamasına rağmen müşriklerin red edilen inançları müslümanlar için bir akidevi konu haline getirilmiştir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

10 Ekim 2012 Çarşamba

"Allah'a ve Resulune İtaat Edin" Ayetlerini Nasıl Anlamalıyız?

Allah azze ve celle kulu ve elçisi muhammed sav e indirdiği alemler için rahmet ve hidayet olan kitabı, kur'anı kerim deki birçok ayette bizlere "Allah'a ve resulune itaat edin" şeklinde emirler vermektedir (3.132/4.59/5.92/8.46/24.56/47.33/58.13/64.12) . Bu  ayetler üzerinde düşünce üreten insanların bir kısmı bu ayetleri , " Allah'a itaat kitabına itaat, elçisine itaat hadislere itaattır" şeklinde anlayarak müslümanlar arasında telafisi güç fikir ayrılıkları meydana getirmiştir.

Müslümanların tamamı , "Allaha itaat kitabına itaattır" sözü üzerinde herhangi bir ihtilaf içinde olmamışlar , olmalarıda mümkün değildir. Ancak, "resulune itaat hadislere itaattır" düşüncesi üzerinde haklı olarak ihtilaf içindedirler. Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın tahrif ve değişime uğramadan elimizde olduğu muhakkaktır. Onun elçisi muhammed sav in bizlere "hadis" adı altında ulaşan sözlerinin sahih olup olmadığı üzerinde müslümanların tamamının aynı düşüncede olmaması hasebiyle kendilerine gelen bir hadisi bir kısım müslümanlar "sahih" olduğu  gerekçesiyle kabul ederken bir kısım müslümanlar aynı hadisi "sahih olmadığı" gerekçesi ile red etmişlerdir. İslam dünyasının hadisler üzerindeki geçerli olan durumunun özeti kısaca bu haldedir.

Durum böyle iken önlerine gelen herhangi bir  hadisi kendi oluşturdukları yöntemler ile  red edenlerin , "elçiye itaat hadislere itaattır" söylemine göre durumları nedir? sorusu akla gelmektedir. Allah cc bizlere "elçiye itaat edin" emrinden kastının "onun söylemiş olduğu sözlere itaat edin" şeklinde anlayanlara göre bazı hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile kabul etmeyenlerin durumu "elçiye itaat etmemesidir". Elçiye itaat edilmemesinin sonucu kur'ana göre küfür sayıldığı için bir kısım hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile red edenler ile aynı hadisi sahih olduğu gerekçesi ile kabul edenlere göre, o hadisi kabul etmeyenin kafir olduğuna hükmetmeleridir. İşte durum islam dünyasında telafisi güç olan bir yara açmış olup hala kapatılmamakta direnilmektedir.

Kur'anın bir çok ayetinde Allah cc bizlere birlik ve beraberliğin önemini ve gerekliliğini vurgulamasına rağmen, "elçiye itaat hadislere itaattır" iddiasının bir sonucu olarak birine göre sahih olan bir hadisi kabul etmeyen bir kişinin durumu onun kafir olmasını gerektirir . Bu iddianın savunucuları bile bugün "hadis"adı altında elimizde olan sözlerin tamamını sahih olarak görmemekte olup kendi söylemleri ile kendilerini kafir ilan etmektedirler. Bu yaman bir çelişki olup aşılması gereken bir durumdur. Bugün herhangi bir dayanağı olmadan oluşturulmuş olan "ehli sünnet" inancı adı altında yine hiçbir dayanak olmadan üretilmiş olan "4 hak mezhep!!" savunucularının dayandıkları farklı mezhebi görüşlerinin temelleri kendilerine gelen hadisleri kabul veya red ederek oluşturdukları düşüncelerdir. Misal vermek gerekirse şafii mezhebinde namazın ruünlerinden biri olan "ref'ul yedeyn" (ruku' a giderken ve kalkarken elleri kaldrımak) hanefi mezhebinde uygulanmamaktadır. Bu gibi misallere çoğaltmak mümkündür, o zaman şunu sormak gerekmektedir şafiinin mezhebinde resul sav in yaptığı bir sünnet ebu hanifenin mezhebinde uygulanmaması ebu hanifenin bu konuda elçiye itaat etmemesi demektir öyleyse ebu hanifenin durumu nedir? sorusunun cevabı nasıl verilecektir.

Ebu hanifenin hadisler konusundaki düşünceleri bilindiği gibi"hadis ehli" fırkası tarafından şiddetli bir biçimde tenkid edilmiş olup onların sahih olarak kabul ettikleri bazı hadisleri kabul etmemiş olması dolayısı ile kafir olduğu ve tevbeye davet edildiği bir gerçektir. Ebu hanifenin hadis anayışı hakkında kendisinden naklediliği söylenen şu sözler bizler içinde geçerli olmasının gerektiğini düşünmekteyiz.

"“Ebu Hanife: “Eğer bir kimse, ‘Peygamber (a.s.)in her söylediğine inanıyorum, ancak Nebi haksız (cevren) konuşmaz ve Kur’an’a muhalefet etmez’ derse, bu, onun, Peygamber’i tasdik ettiğini ve Peygamberi Kur’an’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber Kur’an’a muhalefet etse ve Allah’a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, Allah Teala, “Eğer Muhammed, bize karşı ona (Kur’an’a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık, hiç biriniz de onu koruyamazdınız” (Hakka 44-47), sözüne uygun olarak, onu kuvvetle yakalar ve şahdamarını koparırdı. Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Allah’ın Resûlü olamaz… Nebi’den Kur’an’a aykırı olarak hadis rivayet eden kimseyi red, Peygamber’i red ve onu yalanlama değildir. Bu, ancak, Peygamber’den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet bu kimseyedir, Peygamber’e değil. Onun için Peygamber’in söylediği her şey, işitelim, işitmeyelim, başımız gözümüz üstünedir. Buna iman eder, ve Allah’ın Resûlünün söylediğine, olduğu gibi şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki O, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmez. Allah’ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah’ın nitelediği bir şeyi ona aykırı bir şekilde nitelemez. Şehadet ederiz ki O bütün işlerde Allah’la muvafıktır. Bidat olabilecek hiç bir şey yapmamış, Allah’ın söylediği söze hiç bir şey katmamış ve zorlayıcılardan olmamıştır. Onun için Allah Teala; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 80), buyurmuştur. ( el-Alim 26-27) s.84-85

Resule itaat meselesi müslümanlar arasında telafisi güç ayrılıklar meydana getirmiş olmasına rağmen bu ayrılıkların en aza indirilmesi imkansız değildir. Bu ayrılıkları en aza indirmek için bütün müslümanların üzerinde ihtilaf etmedikleri tek kaynağın yani kur'anın hakemliğine başvurulması gerekmektedir.

Öncelikle kur'anın, muhammed sav e nasıl bir konum verdiği üzerinde fikir birliği sağlanması gerekmektedir.Bir çok kendisine vahyedilen uyması ve kendisininde ben bana vahyedilene uyarım şeklindeki ayetlerden bizler için ölçü olması gerekli olan kıstasın ne olduğu ortaya çıkmaktadır (6.50/7.203/10.15/33.2/38.70/46.9/53.4) kendisine iletilen vahyin doğrultusunda konuşan bir elçinin vefatından yıllar sonra derlenen sözlerinin sahih olup olmadığı yolundaki ortaya konması gereken kıstas yine kur'andan başka bir şey olamaz.

Kur'anın hiçbir ayeti Allah ile elçisini ayırarak "Allah ayrı ,elçisi ayrı hüküm verebilir" dememiştir. Kur'an ayetlerinde "elçiye itaat edin" emri o elçiyi gönderen rabbe yani onun mesajına itaat edin şeklinde anlaşılmak durumundadır. Elçi olmak demek birisinin mesajını birisine ulaştırmak demek olduğuna göre muhammed sav elçi olarak Allah cc den aldığı mesajı kullarına iletmek o mesajları yaşamak zorundadır.   İsa as ın , al-i imran s. 50 . ayetindeki şu sözleri  elçinin görevini açıklaması bakımından önemlidir . "Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim.. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.» İsa as için geçerli olan bu durum muhammed sav içinde geçerlidir , bir resul Allah cc nin kulları için neyi helal ve haram kıldığını ancak getirdiği ayetle onun kullarına tebliğ eder.

------[004.100]  Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a ve resulune hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet eder.
------[048.010]  Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.

Nisa s. 100. ayetinde  Allah'a ve resulune hicret etmenin nasıl olacağı sorusuna Allah ve resulunun arasını ayırarak cevap verecek olursak Allah'a hicret etmenin nasıl olacağı cevabını ne şekilde verebiliriz? . Fetih s. 10. ayetinde resule biat edenlerin Allah'a biat etmiş olacağı,resul ile ahid yapanların Allah ile ahid yapmış sayıldığını görmekteyiz. yine nisa s. nin 80. ayeti Alah ve resule itaat ayetlerinin ne şekilde anlaşılması gerektiğini bizlere öğreten bir ayettir.
-----[004.080]  Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Bu ayet bizlere, Allah cc nin kendisine itaat edilmesi amacı ile elçi göndermiş olduğunu ona itaatın resule itaat edilmesi yani ona gönderdiği mesaja itaat edilmesinden geçtiğini bildirmektedir.

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.