kavramı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kavramı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2018 Cumartesi

Helak Kavramı ve Medya Sektörünün Karun'u Aydın Doğan'ın Helakının Yeni Karun Adaylarına İbretlik mesajı

Kur'an'ın kıssa yollu anlatımlarına bakıldığında o kıssalarda öne çıkan olay, adı geçen kavmin kendilerine gelen elçiyi ret etmeleri yüzünden helak edilmiş olmasıdır. Helak kavramı gündeme geldiğinde ise, bu helak edilişin sadece o kavimler ile mi sınırlı olduğu, yoksa helakın devam eden bir süreç olup olmadığı tartışma konusudur.

Kavimlerin helak edilişinin toplumsal bir yasa olduğunu, Allah (c.c) nin tarih boyunca bu yasayı hak eden kişi ve toplumlara gerektiği zaman işlettiğini hesaba kattığımızda, helak dediğimiz olay kıyamete dek sürecek olan bir toplumsal yasadır ve bu yasa hak eden herkes için eşit şekilde işlemeye devam edecektir. Bu yasanın literatürdeki adı bilindiği üzere SÜNNETULLAH tır ve bu yasada asla değişme olmayacağını, yani kıyamete değin süreceğini Rabbimiz bizlere haber vermektedir.

Helak dediğimiz şey sadece gökten insanların başına taş düşmesi gibi olaylarla gerçekleşmez. Bu anlatım Kur'an'ın din dilinin gereği olarak kullandığı bir üsluptur. Bizim için helak olaylarının asıl bakmamız gereken yönü nasıl ve ne şekilde olduğu değil, NEDEN gerçekleştiği yönü olmalıdır. Böyle bir bakış açısı, nedenler üzerinde yoğunlaşacağı için, bir toplum ve kişilerin sahip oldukları işleyen düzenlerinin artık işlemez olması, onlar için bir nevi helak olarak görülmelidir. 

Tarihte bu değişmez yasanın uygulandığı kişilerden bir tanesi de bilindiği üzere KARUN dur. Bu kişinin öne çıkan özelliği ise akıl almaz zenginliği olup, onun bu serveti kendisini yıkımdan kurtaramamıştır. Karun'un helakına sebep olan en önemli şey ise, servetini yanlış yolda kullanmış olmasıdır. Onun kıssasının anlatıldığı Kasas s. 76-83. ayetlerde bu konu detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.

Karun kıssası bize neden anlatılmaktadır?.

Bu soruya verilecek en kısa cevap, "Onun arkasından gelecek olan ve servetini doğru yolda kullanmak yerine,  yanlış yolda kullanmak sureti ile yeni bir Karun olmak hevesi güdenlere ibret olması için anlatılmaktadır" şeklinde olacaktır. Dünyanın kuruluşundan beri sahip oldukları mal ve serveti yanlış yolsa kullanan nice Karun'lar helak olmuş, ve bu helak oluş kıyamete değin sürecektir.

Bu günlerde Türkiye gündeminde konuşulan önemli olaylardan bir tanesi Doğan Medya Gurubu adı bildiğimiz, Aydın Doğan adlı kişinin  medya sektöründe sahip olduğu bütün yayın organlarını satma kararı almasıdır. Bu sadece normal bir satış kararı değil, bir kuruluşun artık helak olduğunun göstergesidir. 

Peki bu olayın helak oluş ile ilgisi nedir?.

Aydın Doğan, Türkiye'nin medya sektörü denildiğinde akla gelen ilk ve tek isimdir. Bu isim kısaca ifade etmek gerekirse, Türkiye'nin yıllarca kaderini elinde tutmuş, siyasal iktidarın ve ekonomik hayatın belirlenmesinde önemli rol oynamış, sahip olduğu medya sektörünü silah gibi kullanarak istediğini vezir, isteğini ise rezil etmiş bir isimdir. Bu isim sahip olduğu gazete, dergi ve tv kanallarında yaptığı yayınlar ile kendisini Türkiye'nin yönlendiricisi olarak görmüş, elindeki gücü bu yönde kullanan bir nevi ÇAĞDAŞ BİR KARUN'DUR.

Şimdi bu çağdaş Karun, yeni aldığı bir kararla, yaşlandığını ileri sürerek elindeki bütün medya gücünü satacağını bildirmektedir. Onun böyle bir satış karar alması ne anlama gelmektedir?.

Dünyanın hiç bir ülkesinde böylesine güçlü bir kuruluş, ani bir kararla asla varını yoğunu satmak sureti ile kendisinin tarih sahnesinden çekmez. Bu tür kuruluşlar kendilerinin devamını sağlayacak bir veliaht mutlaka yetiştirir ve babadan oğula geçiş ile dünya sahnesindeki varlıklarını uzun yıllar sürdürmeye çalışırlar. 

Bugün dünyanın kaderi üzerinde etkili olan ve istediklerini yapabilme gücüne sahip olan kuruluşlara baktığımızda, bu kuruluşların uzun yıllar bir nesilden nesile devam ettiklerini görebiliriz. Doğan Medya adındaki kuruluşun böyle bir karar alması büyük şaşkınlığa neden olmuş, Aydın Doğan gibi bir ismin neden nesilden nesile sürebilecek bir kuruluşu satma kararı alarak Türkiye'nin kaderi ile oynama sevdasından vazgeçtiği merak konusu olmuştur. Çünkü artık belirli bir zamandan sonra bu gibi kuruluşların para kazanma sevdası ikinci plana düşerek, birinci plana kazandıkları bu paralar ile ülkeleri istedikleri gibi dizayn etmek ve o ülkelerde kalıcı olabilmek sevdaları öne çıkar.

Bu gibi kuruluşların başlarında olan kişiler, isimlerinin ilelebet yaşamasını arzu etmelerine rağmen, Aydın Doğan isminin artık bundan sonra sadece öldüğü zaman duyulacak olması, onlar için büyük bir yıkım ve helak olmaktan başka bir şey değildir.

Yıllar öncesine geri döndüğümüzde, Türkiye'de şu anda mevcut siyasi iktidarın yerinde başka bir siyasi iktidar olduğunu, bu siyasi iktidarı istediği gibi yönlendiren en önemli kuruluşların başında ise Aydın Doğan isminin geldiğini görebiliriz. Dün siyasal iktidar tarafından hor görülen ve zulme ve baskıya maruz kalan insanların ise, bugün iktidar olduğunu ve dün kendilerine zulüm ve baskı yapanlara hesap sormaya başladığını da görmekteyiz.

Yani keser dönmüş sap dönmüş bir gün gelmiş hesap dönmüş, dün iktidar olanların bugün ellerindeki güç gitmiş, bu güç ise dün zulme maruz kalanların eline iktidar gücü geçmiştir.

Bugün mevcut iktidarın yaptığı icraatlardan bir tanesi, dün kendilerini bazı sıkıntılı durumlara maruz bırakanlardan hesap sormaya başlamak olmuş, hesap sorulanlardan bir tanesi de Aydın Doğan adlı kişidir. Mevcut iktidar bu kişinin elini kolunu öyle bir bağlamıştır ki çareyi bir şekilde kaçmak yolunda bulduğu, varını yoğunu satma kararı almasından anlaşılmaktadır.

Meselemiz sadece bu kişinin varını yoğunu satarak helakının gerçekleşmiş olması değildir. Bu durumun bir diğer yönü ise bu kişinin sattığı medya gurubunu, bir başka kişinin yani bir başka Karun'un alacak olmasıdır. Yani bir Karun yerin dibine batacak ama, başka bir Karun sahnede yerini alacaktır.

Burada kısaca Türkiye'de mevcut olan gazete, dergi, tv gibi yayın organlarının genel durumuna dikkat çekmek gerekmektedir.

Türkiye'de mevcut olan gazete, dergi, tv kanalı gibi yayın organlarının sadece o işi yapan kişi ve kuruluşlara ait olmadığı, holding çatısı altında toplanan şirket kuruluşların sahip oldukları şirketler arasında basın yayın alanı da bulunduğu bilinmektedir.

Bu holdingler sahip oldukları basın yayın kuruluşları ile halkı haber ve olaylar konusunda tarafsız olarak bilgilendirmeyi değil, Algı Operasyonu olarak bildiğimiz yöntem ile insanların olaylara kendilerinin baktığı perspektiften bakmalarını sağlamak amacı güttüğü de bilinmektedir. 

Türkiye'de çıkan adı sanı duyulmamış bir kaç dergi gazete haricinde bütün yayın organları böyle bir amaç güderek insanları kendi amaçları doğrultusunda sürü haline sokmayı hedeflemektedir. 

Türkiye genelindeki gazete, dergi, tv kanallarına baktığımızda bunların 1- İktidar yanlısı, 2- İktidar karşıtı olmak üzere 2 ana guruba ayrıldığı görülmektedir. İktidar yanlısı yayın organları ne olursa bütün yapılanları doğru ve güzel göstermek sureti ile insanların mevcut iktidara olan desteğini sağlamak, iktidar karşıtı yayın organları ise ne olursa olsun bütün yapılanları yanlış ve çirkin göstermek sureti ile insanların mevcut iktidarı desteklememelerini sağlamayı amaçlamaktadırlar.

Hasılı Türkiye'de objektif ve sadece hak ve haklıdan yana olan bir yayın organı bulmak imkansızdır. Hak ve haklı olmaktan anladıkları şey, sadece borusunu öttürdükleri kişi, holding ve siyasi partinin mevcut olan görüşleridir. 

Dün Aydın Doğan adlı kişi tarafından kendi dünyevi menfaatleri doğrultusunda kullanılan basın yayın organları, bugün onları satın alan bir başka kişi tarafından kendi dünyevi menfaatleri doğrultusunda kullanılmak sureti ile Türkiye'nin kaderini elinde tutma mücadelesine devam edeceklerdir. Değişen şey sadece isimler olacak ama Karunluk aynı şekilde devam edecektir.

Ama unutulan bir şey var ki o da Allah'ın sünnetinde yani toplum ve kişilere uyguladığı toplumsal yasada asla değişiklik olmayacağıdır.

Dün Türkiye'nin siyasal, ekonomik ve iktisadi hayatına yön verecek kadar kuvvetli olan, fakat bugün artık o gücünü yitirmiş olan birisinin yerini, ondan satın aldığı basın yayın kuruluşlarını aynı amaçlar doğrultusunda kullanacak olan bir başkası alacaktır. Fakat bu kişinin akıbeti de Aydın Doğan'dan farklı olmayacak, ilerleyen zamanlarda Türkiye'nin değişecek olan siyasi şartları gereği, bu holding de gücünün elinden gitmesine Aydın Doğan gibi helak olmasına sebep olacaktır.

Sonuç olarak: Kur'an'da geçen helak kavramını Allah (c.c) nin toplum ve kişilere uyguladığı değişmez toplumsal yasalar çerçevesinde düşündüğümüzde, bu helakın kıyamete kadar süreceği ortaya çıkmaktadır.

Kur'an'da anlatılan Karun kıssasının ana mesajı, onun sahip olduğu konumda olanların dünyanın hangi zaman dilimi ve mekanında yaşarlarsa yaşasınlar, aynı şartları yerine getirdiği zaman, helak edilmeyi hak ettiğidir.

Türkiye'de basın yayın alanında sahip olduğu güç ile çağdaş bir Karun olduğunu söyleyebileceğimiz Aydın Doğan'ın, sahip olduğu kuruluşları satmak zorunda kalması, onun bir nevi helak oluşu anlamındadır. Onun bu şekilde helak olması, aynı yolu izleyen diğer Karun'lar için bir ibret vesikasıdır.

Dün iktidara dayanarak elde ettiği gücün bugün elinden gitmiş olması, bugün iktidara dayanarak onun sahip olduğu güce özenenlere ibret olmalı, iktidar gücü ellerinden gittiği zaman Aydın Doğan'ın düştüğü duruma düşeceklerini asla hatırdan çıkarmamalıdırlar.

Mal ve servetin dünya hayatının geçici bir menfaati olduğunu, bunlara sahip olanların bu serveti doğru yolda harcamaları gerektiği, aksi yolda hareket edenlerin başına neler geleceği Karun örneğinde haber verildiği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.



15 Mayıs 2017 Pazartesi

Rab Kavramı Etrafında Kur'an'da Bir Gezinti

Yazımıza konu etmeye çalışacağımız bu kavram, tıpkı İlah kavramı gibi Kur'an'ın çatı kavramlarından bir tanesidir. Kur'an'ın diğer kavramlarının tamamının, Rab kavramı etrafında şekillendiğini ve anlamını bulduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Kur'an'ın ana mesajı, Allah (c.c) nin alemlerin Rabbi olduğunun kabul edilmesi, ve buna göre bir hayat sürülmesi gereği üzerine olup, bu kavram doğru anlaşıldığı ve hayat içinde nasıl pratiğe geçmesi gerektiği öğrenildiği zaman, büyük bir mesafe kat edilmiş olunacaktır.

Bilindiği üzere Kur'an, indiği kavmin dilini ve günlük hayat içinde kullandıkları kelimeleri dikkate alarak inmiştir. Rab kelimesini bu bağlamda anlamaya çalıştığımızda, bir Arap için Rab kelimesinin onun zihninde çağrıştırdığı anlam, Sorumlu olduğu kişilerin yeme, içme, terbiye etme gibi ihtiyaçlarını temin eden kişi demektir. Beytü-rrab yani evin reisi demek, bir ev içinde yaşayanların ihtiyaçlarını temin eden kişi anlamında, Mekke'li Araplar tarafından kullanılan ve bilinen bir kelimedir. 

Sorumlu olmanın yetki sahibi olmayı beraberinde getirdiğini düşündüğümüzde, Evin Rabbi yani reisi olan kişi aynı zamanda, ihtiyaçlarını temin ettiği kişilerin üzerinde yetki sahibi olması anlamına da gelmektedir. Mekke'li Arapların bu bilgisi üzerinden yola çıktığımızda, Kur'an'ın Rab kavramına yüklediği anlamı daha kolay anlamak mümkün olacaktır. Çünkü Kur'an Araplar tarafından kullanılan bir kelimeye ıstılahi bir anlam yüklerken, onların günlük dilde o kelimeye verdikleri anlamı dikkate almaktadır.

Araplar, Kur'an'ın pek çok ayetinde gördüğümüz üzere, Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu biliyor ve kabul ediyorlardı. Onların problemi Allah'ı Rab olarak tanıyarak onların ihtiyaçlarını karşılamasının kendisine verdiği yetki olan, insanlar üzerindeki tasarruf yetkisini ret etmeleri idi. Mekke'de inen ilk surelerde Rab kavramı daha belirgin olarak ortaya çıkmakta, Allah'ın insanlar üzerinde Rab olduğu defalarca hatırlatılmaktaydı. 

Allah(c.c) ilk muhataplar olan Mekke'lilere, Ben ki sizleri yaratan ve her türlü rızkınızı temin eden olarak Rabbiniz benim demektedir. Yaşanan Dünyayı bir ev olarak tasavvur ettiğimizde, bu ev içinde yaşayan herkesin ve her şeyin yaratıcısı ve rızık vericisi olarak Rab olarak bilinmeye ve tanınmaya layık tek varlık Allah (c.c) den başkası olmayacağı açıktır. Kendisinin ihtiyaçlarını temin eden kişiye karşı şükür vazifesini yerine getirmeyen kişiye verilen isim olan Nankör kelimesinin Arapça karşılığı olan Kafir, bu bağlamda ıstılahi bir anlama kavuşmuştur.

Kur'an öncesi Mekke'ye baktığımız zaman o şehirde, para, mal, ve oğullar yani insan gücü bakımından kuvvetli olan ve Kur'an'ın Müstağni, Mütref, Müstekbir gibi kelimelerle tanımladığı bir tabaka bulunmakta ve bu tabaka, zengin olmalarının verdiği yetki ve güce güvenerek insanlar üzerinde kendilerinin tasarruf hakları olduğunu iddia etmekteydi. 

Dünya malının geçici bir meta olduğunu, hesap gününde bunların hiç birinin fayda etmeyeceği, hatta dünyanın bütün servetine bir o kadar daha eklenerek, azaptan kurtulmak için fidye vermek isteseler dahi kabul edilmeyeceğini beyan eden ayetler, öncelikle Mekke'li mütref tabakanın bu zenginliklerinin hesap gününde fayda etmeyeceğini hatırlatmaktadır.

Abd, yine Araplar tarafından günlük dilde kullanılan, bir efendinin tasarrufu altında bulunan kişi için kullanılan bir kelime olarak, Allah'ın tasarrufu altında bulunan her şeye isim olmuştur. Abd (köle) statüsüne tabi olan bir kimse, nasıl ki efendisinin emrinden çıkması gibi bir lükse sahip değilse, Abdullah (Allah'ın kulu) statüsüne tabi olanlar da böyle bir lükse sahip olmamakta, bu duruma isyan ettikleri takdirde ne  gibi karşılık alacakları ise yine bir çok ayette haber verilmiştir.

İlk inen surelerden olan Alak suresi ayetlerinde kendisini müstağni gördüğü için bir kulu Salat'tan men eden kişiden bahsetmektedir. Bu kişi Mekke kodamanlarından bir kimse olup, Allah'ın elçisini görevinden men etmeye çalışmaktadır. Salat , bu bağlamda ıstılahi bir anlama kavuşan kelimelerden olup, Allah (c.c) nin kendisi üzerinde Rab ve İlah olduğunu kabul ederek yapılan her amelin adı haline gelmiştir.

Allah (c.c) tarih boyunca, kendisinin insanların İlahı ve Rabbi olduğunu unutarak, onun dışındakileri ilah ve rab edinenlere elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile vahyetmiş, onlara bu bilgileri yeniden hatırlatmıştır. Kitap, Nebi, Resul, Vahiy gibi kavramlar çerçevesinde gelişen bu olaylar yine Kur'an içinde yerini bulmuştur.

Peki bu elçinin görevi ne idi?.

Bu elçi Mekke'lilere sadece Allah'ın Rab ve İlah olarak tanındığı bir hayat sürmeleri gerektiğini tebliğ etmek için gönderilmişti. Allah'ın İlah olarak tanınması demek, kulluk edilmeye layık yegane varlık olması, kulluk edilmesinin sebebi ise, insanlara yaşamları içinde gerekli olan her türlü alt yapıyı sunma gücüne sahip olan tek varlık olmasıdır. Kur'an içindeki bir çok ayet, göz ile görülen kevni ayetlere dikkat çekerek, bunları yaratan bu güç karşısında secde etmekten başka çıkar yol olmadığını insanlara hatırlatmaktadır.  

Fakat Mekke'lilerin kurulu bir düzeni vardı ve bu düzenin temelleri insanlar tarafından belirlenmişti. Kendilerine gelen elçinin onlara yaptığı tekliflerin, kurulu düzenlerini alt üst edeceğini bildikleri için, gelen elçiyi var güçleri ile ret ettiler. Mekke'lilerin gelen elçiyi ret etmekte kullandıkları kozlardan birisi de, onların mal ve servet bakımından güçlü olmalarına olan güvenleri idi. 

Kur'an bu bağlamda gelen elçiyi ret edenlerin başlarına neler gelebileceğini yine bir çok ayetinde bildirmiştir. Ölüm sonrası diriliş, Kur'an'ın en büyük haberlerinden birisi olarak Mekke'nin inkarcılarına da hatırlatılmış, fakat bu haber onlar tarafından ret edilmiştir. Kendilerinden önce yaşamış kavimlerin kıssaları bu bağlamda onlar ve bizler için önemli hatırlatmalar içermektedir.

Geçmiş kavimlerin sahip oldukları gücün Mekke'lilerden daha fazla olmasına rağmen onların helak edildiklerine dair haberler yine Kur'an içinde yer almaktadır. Musa (a.s) ve Firavun arasında geçen mücadele, Kur'an içinde önemli bir hacme sahiptir. Firavun kendisinin Mısır mülkünün sahibi, o mülk içinde yaşayan insanların ilahı ve rabbi olduğunu iddia eden bir kimse olarak, Kur'an'da yerini bulmuş ve sonu helak ile biten hayat sürerek, tüm zamanlarda gelecek olan ve kendilerini müstağni (yeterli) görenlere ibret olmuştur. 

Firavun'un bu sonunu sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşanmış bir olay olarak değil, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların bir sonucu olduğunu düşünerek, bu kıssayı okuduğumuzda, tüm zamanlara dair mesajlar olarak karşımıza çıkacaktır.

Mekke'de inen surelerin içeriğinde bulunan ayetlerde servet ile övünen ve bu servetin kendisini Allah'a karşı güçlü kıldığına inanan müşriklerin, bu servetlerini nasıl kullandıkları da anlatılmaktadır. Yetimin hakkını yiyen, fakiri hor gören, verdiğini gösteriş olsun diye veren zengin tipi, sadece Mekke'ye has bir durum değil, tüm zamanlara hastır. 

Şirk kavramı, yine bu bağlamda, Allah'ı rab ve ilah olarak değil, onun dışındakileri rab ve ilah olarak tanımanın adı olarak ıstılahi bir anlama kavuşmuştur. Üzerinde yaşadığımız dünyanın ve onun dışındaki her şeyin sahibi olduğunu bildiren Allah (c.c), kendisi tarafından yaratılmış olanların kendisine ortak tutulmasını asla kabul etmeyeceğini bildirmiş, bu suç ile gelen herkesi ebedi cehennem ile cezalandıracağını vaat etmiştir. 

Suyun haddini aşarak insanlara zarar veren hale dönüşmesi anlamına gelen Tuğyan, yine ıstılahi bir anlama kavuşarak, Allah'a karşı haddi aşmak anlamına gelmiştir. Allah'a karşı haddi aşarak Tağutlaşanların sonları ise, Kur'an kıssaları içinde canlı örnekler olarak önemli bir hacme sahiptir.

Şirk kavramının insan ve toplum hayatında nasıl açığa çıktığı, bu suçun toplumları nasıl bir sona sürüklediği bir çok elçi kıssasında karşımıza çıkmaktadır. Şirk kavramı ne yazık ki biz Müslümanlar tarafından gündemden çıkarılmış, Mekke'nin fethi ile Kabe içindeki putların kırılması, artık bu kavramın Müslümanlar açısından tarihe karıştığı zannı hakim olmuştur.

Mekke'lileri Müşrik olarak adlandırılmasına sebep olan inançları, onların Allah'a inanmamaları değildi. Bir çok ayet Mekke'lilerin Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiklerini ve inandıklarını bildirmektedir. Mekke'lileri müşrik yapan inançları, Allah'ın onlar üzerindeki tasarruf yetkisini kabul etmemeleri idi. Bazı hayvanlar üzerinden belirledikleri haram helal tayini, onların bu konuda kendilerini yetkili görerek şirk içine düştüklerini göstermektedir.

Sünnetullah, Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak tanınmaması sonucunda toplumların başına gelen değişmez yasa olarak, geçmiş kavimler üzerinde işleyiş göstermiş, Allah'ın sünnetinde değişme olmayacağını dikkate aldığımızda, bu süreç kıyamete değin sürecektir. Bizler Kur'an kıssalarını bu yasaların nasıl ve hangi şartlarda işleyiş gösterdiğini anlamak açısından okuduğumuzda, Kur'an kıssaları masal olmaktan çıkarak bizlere dair ibretler sunan mesajlar haline gelecektir.

Salih (a.s) kıssasında deve'nin kesilmek sureti ile toplumun helak edilmesini, insan dışındaki canlı hayatın hor görülerek hoyratça harcanılması sonucu ortaya çıkan bir son olduğunu, bugün
Çevre Felaketleri olarak karşımıza çıkan her  sorunun, bu kıssanın güncel bir karşılığı olduğunu düşündüğümüzde, helak olaylarının devam eden bir süreç olduğu anlaşılacaktır.

Şuayb (a.s) kıssasında karşımıza çıkan ölçü ve tartıda adalatsiz davranılması sonucu meydana gelen helak olayını, yaşamın tamamında ölçülü davranmak gerektiği konusunda bir öğüt olarak okuyarak, ölçüsüz davranışlar sergileyen toplumların kaçınılmaz sonlarının yıkım olacağını bu kıssadan öğrenebiliriz.

Lut (a.s) kıssasında karşımıza çıkan ahlaki yozlaşmanın o toplumu nasıl bir sona sürüklediğini, bu sonun ahlaki yozlaşma içine giren her toplumun sonu olacağını düşündüğümüzde, bu kıssaların hepsinin bizlere birer ibret mesajı olduğu anlaşılacaktır.

Helak edilen toplumların ortak suçları olan Şirk, sadece taştan tahtadan putlara tapmak ile ortaya çıkmamakta, Allah'ın insanlar üzerinde her türlü tasarruf hakkını ret ederek, tasarruf hakkını onun yarattıklarına vermek ile ortaya çıkmaktadır. Yaşamları üzerinde tasarruf hakkını Allah'a vermeyerek, onun yarattığına veren her toplum, er veya geç helak olmaya mahkumdur.

Şeytan, insanların Allah (c.c) dışındakilere kul olmalarına sebep olan bir kavram olarak yine önemli bir hacme sahip biçimde Kur'an içinde yerini bulmuş, bu kavram İblis adında bir kimse üzerinden müşahhaslaştırılmak sureti ile kıssa biçiminde bizlere sunulmuştur. Adem ve İblis kıssası olarak 7 ayrı yerde karşımıza çıkan bu kıssa, insanın ayağının nasıl cennetten kayabileceğini anlatması açısından önemli bir yere sahiptir.

Sonuç olarak; Rab, Kur'an'ın çatı kavramlarından bir tanesi olup, diğer Kur'an kavramları bu çatı ile yakından alakalıdır. Yazımızda, Rab kavramının etrafında şekillenen diğer kavramları kısa da olsa ele almaya çalıştık. Görülüyor ki eğer insanlar sadece Rab kavramının anlam alanını öğrenseler, ve bu kavramı gereği gibi hayatlarına yansıtsalar, insanlar şirk batağından kurtularak, gerçek bir rabbin kulu olmaya çalışacak, böylelikle dünya ve ahiret kurtuluşu sağlanacaktır. 

Bunun sağlanması ise Kur'an'ın insanlara doğru yolu gösteren bir kitap olduğu, hayatın tam içine dokunduğu gerçeğinin yeniden kavranması ile olacaktır. Bu kitabın okunması demenin, yaşam içinde bizlere tabi olacağımız kuralların öğrenilmesi demek olduğu kavranılmadığı sürece, Kur'an adı var kendi yok bir kitap olarak hayatımızın bir kenarından belirli zamanlarda ve ölülere okunan bir kitap olmaktan çıkamayacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


1 Kasım 2016 Salı

Haram Kavramı ve Din'de Haram Belirlemenin İlahlık İle Alakası

"Haram" ve "İlah" kavramları, Kur'an'ın odak kavramlarından olup , birbiri ile iç içelik arz etmektedir. İnsanların ahiret hayatındaki durumlarını etkileyen konularda yasaklar ve kurallar koymak , ilah olmanın gereği olup , bu yetki sadece Allah c.c den başkasına ait değildir. İslam düşüncesinde aşırı peygamber algısının getirdiği en yanlış sonuçlarından birisi , Muhammed a.s aynı Allah c.c gibi din'de helal haram koyma yetkisinin olduğu inancıdır. 

Muhammed a.s ın din'de helal haram koyma yetkisine sahip olduğu inancı, öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki , bu inanca itiraz edenler "Kafir-Müşrik - Peygamber düşmanı-Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar ile suçlanarak din'den aforoz edilmektedir. Halbuki bu inanç, ilahlık yetkisini Allah c.c dışında birisine vermek anlamına gelmekte olup , bu inanca sahip olanları, yukarıda sıralanan yaftaların tümüne layık bir hale getirmektedir. 

Yazımızda , haram koymanın şartlarını ve koyulan haramların insan hayatındaki yerini ve Muhammed a.s a böyle bir bir yetki verilmesinin itikadi boyutunu ele almaya çalışacağız.

Haram kelimesi ; "Men edilmiş , yasaklanmış" anlamındadır. Bu yasaklanma ya ilahi , ya da beşeri kaynaklı olabilir. Istılahi anlamda haram , "Allah c.c tarafından Kur'an'da yapılmamasını emrettiği söz ve fiiller" olarak tanımlanmaktadır. 

Yasaklamanın yani haramlığın ilahi veya beşeri kaynaklı olması önemli, ve birbirinden ayrılması gerekli olan bir noktadır. Bu ayrım yapılmadığından dolayıdır ki , Allah c.c nin ilah olarak koyduğu yasaklar ile , Muhammed as ın beşer olarak koyduğu yasaklar birbirine karıştırılarak İslam düşüncesinde şirk'e düşmenin kapılarından birisi bu yanlışlık sayesinde açılmıştır.

Haramlığın ilahi kaynaklı yani Allah c.c tarafından, kitabında belirtilmiş olması , belirtilen yasakların çiğnendiği zaman, "Günah" denilen fiilin işlenmiş olması ve bu günahın tevbe edilmediği takdirde , ahiret hayatında cezalandırılması söz konusudur. 

Haramlığın beşeri kaynaklı olması , yasaklanan fiilin dünyevi bir zarara istinaden konulmuş olması ile ilgilidir, örneğin ; Kırmızı ışıkta geçmek trafik kurallarına göre yasak yani haramdır. Bu kural çiğnendiği takdirde , çiğneyen kişiye uhrevi bir ceza tahakkuk etmez. Tahakkuk eden ceza dünyevidir, yani kırmızı ışıkta geçen kişi dünyevi cezayı gerektiren bir hata yapmıştır. Şeker hastası olan bir kişinin şekerli gıdalar yemesi yasak, yani haramdır. Bu kişi şekerli gıdaları yediği takdirde , yaptığı bu hata onun sağlını bozacak , fakat uhrevi anlamda ona herhangi bir ceza getirmeyecektir.

İnsan, fıtri olarak birlikte yaşama ihtiyacı duyan bir varlıktır. Birlikte yaşamaya duyulan bu ihtiyaç , bir takım kuralların belirlenmesi , ve herkesin bu kurallara uymasını da beraberinde getirmiştir. İnsanlar tarafından ihdas edilmiş olan yaşam kurallarına uymamanın karşılığı ise , bu kurallara uymayanlara gerekli olan cezanın verilmesi ile sonuçlanmaktadır.  

Muhammed a.s ın yaşamış olduğu hayatın Medine şehri içinde  geçen bölümü , onun Nebi Resul olmasına ek olarak, o şehirde yaşayan Müslümanların başı olması nedeniyle, günümüzdeki karşılığı  "Devlet Başkanı"  ve "Ordu Komutanı" olan ünvanlara da sahip olmasını beraberinde getirmiştir.

Onun bu ünvanlara sahip olarak vermiş olduğu bazı emirler , kendisine vahyedilen emirler değil , o zaman ve mekanın şartlarının getirdiği askeri , ekonomik ve sosyal gerekler neticesinde vermiş olduğu yöresel ve tarihsel olarak ifade edebileceğimiz emirlerdir. Devlet başkanı veya ordu komutanı olarak vermiş olduğu bazı emirlerin evrensellik taşıyan ,yani aynı emirlerin bizim için geçerli olması, ve bizi de bağlayıcı bir mahiyeti bulunmamaktadır.

Örneğin ; Hayber fethi sırasında, merkeplerin taşıma işinde kullanılması nedeniyle , sahabe tarafından kesilerek yenilen bu merkeplerin yenilmesini yasaklamış olduğuna, ehli eşeklerin yenilmesini haram kıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. Aynı şekilde altın ve ipeğin erkekler tarafından kullanılmasına yasak getiren,yani haramlılık getiren rivayetler de bulunmaktadır. Muhammed a.s ın yaptığı rivayet edilen bu gibi uygulamaların , kıyamete kadar geçerli olan uygulamalar olarak görülmesi , İslam düşüncesi içinde çok büyük bir soruna yol açmıştır. 

Muhammed a.s ın vefatından sonra ortaya çıkan farklı düşünceler , onun konumunun olduğundan farklı ve yanlış bir zemine kaydırılmasını beraberinde getirmiştir. Yegane ilah olan Allah c.c nin elçisi olması bir tarafa bırakılarak , onun din'de ortağı olan bir peygamber portresi oluşturulmuş , Allah c.c ile aynı konumda olduğuna inanılan bir peygamber ortaya çıkarılmıştır. Helal haram kılma yetkisinde Allah c.c ile aynı yetkiye sahip olduğu düşüncesinin temelinde, aşırı yüceltmeci peygamber algısı olup , bu algı onu Hristiyanlar tarafından İsa a.s için uygun görülen konumun benzeri duruma getirilmesini sağlamıştır.

Muhammed a.s ın devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatı ile yaptığı bu yasaklamalar yani haram kılmalar , bu kelimenin beşeri anlamdaki karşılığı ile anlaşılması gerekmesine rağmen , ehli eşek eti , altın , ipek , yırtıcı kuşların etlerinin yenilmesi v.s gibi zaman ve zemin şartlarının gerektirdiği yöre ve zamansal şartlar gereği yapılan yasaklamaların, evrensel anlamda yasaklamalar olduğu düşüncesi ortaya atılarak , devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatı ile yaptığı bazı tasarrufların beşeri anlamda değil , ilahi anlamda bir yasaklama olduğu düşüncesi oturtulmuştur. 

İşte burada büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır. Şirk'i ortadan kaldırarak, tevhit akidesini tebliğ etmek için gönderilmiş bir elçinin kendisi , vefatından sonra şirk'e alet edilerek ,onu sevmek adına ortaya atılan düşünce , aşırı yüceltmeci peygamber anlayışına dönüşerek onun öldürülmesine sebep olmuştur. 

Allah c.c , insanların ilahı ve rabbi olması nedeniyle onlar üzerinde tasarruf etme hakkına sahip olan yegane varlıktır. Bu hakkı kendisinden başka kimseye vermemiş , vermenin ise "Şirk" olduğunu beyan etmiştir. 

Şirk ve Müşrik kavramlarının anlamını Kur'an çerçevesinde okuduğumuzda şirk kavramına , Allah c.c dışında helal haram koymanın girdiğini , müşrik kavramına ise onu dışında konulan helal ve haramlara uymanın girdiğini görebiliriz. Hükmüne kimseyi ortak etmeyen Allah c.c , bu duruma bir istisna getirerek "Muhammed kulum hariç o ortak olabilir" dememiştir.

Din'de bir şeyin "Haram" olarak bilinmesinin vaz edicisi sadece Allah c.c olup , onun elçisi Muhammed a.s ın görevi ise sadece, Allah c.c nin bize olan emirleri tebliğ etmek , ve kendisi de beşer bir elçi olarak o emirler ile yükümlü olmasından dolayı, o emirleri kendi hayatında yaşamaktır. Allah c.c nin din konusunda eksik bırakıp ta o eksiğin kulu ve elçisi olan Muhammed a.s tarafından giderileceği gibi herhangi bir emir de bulunmamaktadır.

Muhammed a.s a Allah c.c tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" olma görevinin içinde onun helal haram tayin etme yetkisi de olduğuna dair ortaya atılan iddia , oluşturulmuş olan ön yargı ile bazı ayetlerin yorumlanması ile varılan sonuçlardır. Onun helal haram kılma yetkisi olduğuna dair delil olarak sunulan ayetleri, daha önceki yazılarımızda ele aldığımız için burada bu ayetleri ele almak yerine , yapılan yanlışın kişinin itikadında açtığı derin yaraya dikkat çekmek istiyoruz.

Muhammed a.s ın din'de aynı Allah c.c gibi helal haram belirme yetkisi olduğunu iddia etmek demek , Muhammed a.s ın aynı Allah c.c gibi olduğunu iddia etmek anlamına gelmektedir. Din adına tek yetki sahibi olan Allah c.c nin yanına Muhammed a.s ı oturtarak onu da din'de Allah c.c ile ortak duruma getirmek , şirk'in ta kendisidir. 

Amacımız kimseyi müşrik olarak suçlamaya yönelik değil , yapılan hatanın boyutunu ortaya koymaktır. Bu hatayı yapanların önemli bir kesimi, tevhit akidesine sıkı sıkıya bağlı olduklarını iddia eden , özellikle tasavvuf merkezli din algısı içindeki şirk düşüncesine şiddetli bir biçimde savaş açarak, bu düşüncedeki insanları kafir ve müşrik olarak niteleyen kişiler olup , kendileri maalesef içine düşmüş oldukları şirk düşüncesinden habersiz olarak , Muhammed a.s ın haram helal koyma yetkisi olmadığını iddia edenleri dahi "kafir" ve "müşrik" olarak itham edebilmektedirler.

Bu konuda takip edilmesi gerekli olan düşünce yöntemi öncelikle "İlah" kavramının ifade ettiği anlamın ne olduğu , Allah c.c nin ilah olarak görev ve yetkilerini "Kul" statüsüne sahip olan birisi ile paylaşıp paylaşmayacağının iyice öğrenilmesi olmalıdır. Bundan sonraki aşamada , elçi olarak seçmiş olduğu kimseler ile yetki paylaşımı yapıp yapmadığını öğrenmek olmalıdır. 

Özellikle İsa a.s ile ilgili ayetlerin nirengi noktası , onu ilah olarak görenlerin yaptıkları yanlışların itikadi anlamdaki yanlışlıklarıdır. İsa a.s a vermediği ilahlığı , Muhammed a.s a vermiş olabileceğini düşünerek onun din'de helal haram tayin etmesine izin verdiğini iddia etmek , Kur'an'dan onay alan bir düşünce değildir. 

Bu konuda yapılan yanlış , Muhammed a.s ı Kur'an'dan değil , onun dışındaki kitap ve kişilerin verdiği bilgilerden tanımaya çalışmaktır. Kur'an'ın tanıttığı peygamber gaybı bilmeyen , beşer , melek olmayan bizlerden farkı sadece onun seçilmiş birisi olarak vahyedilmiş olmasıdır. Kur'an dışı kaynakların tanıttığı peygamber ise , İsa a.s ile yarıştırılan , Allah c.c ile aynı hak ve yetkilere sahip bir kimsedir.

Biz Müslümanların dünyada işlenen her türlü zulüm ve haksızlığa karşı çıkabilmesi için , öncelikle düşünsel anlamda taşların yerine oturması gerekmektedir. Din konusunda doğru ve sahih bilgi sahibi olmayanların , başkalarına örnek olması beklenemez. 

İnsanlığın düştüğü bunalımdan kurtuluşu sadece Allah c.c nin ilah olarak bilindiği ve o doğrultuda bir yaşamın sürülmesi ile gerçekleşecek olmasına rağmen , bu kurtuluşa önderlik yapması gereken bizlerin elçi olarak gönderilmiş olan bir kimseyi ilah olarak tanımaya yönelik düşünceleri içinde olmamız , ve böyle bir düşüncenin şirk olduğunu dahi bilmiyor olmamız , öncelikle kendi içimizde düşünce anlamında yeniden yapılanmanın gereğini göstermektedir.

 Müslümanlar olarak hala bu gibi itikadi konuları aşamamış olarak Muhammed a.s ın konumunu tartışıyor olmak , utanç verici bir durumdur. Halbuki bu gibi konuların Kur'an'ın beyanı çerçevesinde oluşturulmuş inanç çerçevesinde öğrenilmesi ve bilinmesi ve ihtilaf olmaktan çıkmış olması gerekmektedir. 

Yazımızın sınırının , Muhammed a.s a haram helal yetkisi vermenin yanlışlığı etrafında olduğunu hatırlatmak isteriz. İslam düşüncesinde bir kul için açılan din'de haram helal belirleme düşüncesinin başka insanlara da verilmiş olduğu bilinmektedir. Din alimi sıfatına sahip olan bazı kimseler , din konusunda insanlar üzerinde haram helal sınırı belirleyerek , ilahlığa soyunmuş olması asla kabul edilemez. 

Sonuç olarak : İlah olmanın gereği insanlar üzerinde tasarruf etmek hakkına sahip olmak anlamına gelmektedir. Allah c.c bu hakka sahip olan yegane varlık olması nedeniyle , bu hakkın başkalarına devredilmesini "Şirk" olarak nitelendirmektedir.
Bütün elçilerin gönderiliş amacı , bu yetkinin başkalarına verilmesinin yanlış ve ebedi cehennem ile cezalandırılacağını haber vermek olup , son elçi olan Muhammed a.s da bu haber ile gönderilmiştir. Ancak sonradan ortaya atılan yanlış bilgiler, Muhammed a.s ın din'de insanlar üzerinde tasarruf etme yetkisine sahip olan bir kimse algısının oluşmasına sebep olmuştur. 

Şirk ile savaşmak için gönderilen bir elçinin , din'de haram helal belirleme yetkisi olduğu inancı ortaya atılarak şirk unsuru haline getirilmiş olması ona karşı yapılmış en büyük zulümdür. Dahası , onun dinde haram helal koyma yetkisi olduğunu düşünmenin kişiyi şirk'in içine sokması söz konusu iken , bu düşünceyi ret edenlerin kafir , müşrik gibi yaftalarla anılması daha büyük zulümdür. 

Dikkat çekmek istediğimiz nokta ,şirk kavramının dahil olduğu anlamdan Muhammed a.s istisna tutularak , Allah c.c ile yetki paylaşarak din'de ortaklığı olması asla mümkün değildir. Böyle bir düşünce içinde olmanın da şirk bataklığına düşmek olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Muhammed a.s ın din'de helal haram koyma yetkisi olduğunu düşünerek , kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edenlerin , eğer illaki birileri tekfir edilmesi gerekirse bu tekfiri hak edenlerin kendileri olduğunu bilmelidirler.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR. 

22 Nisan 2016 Cuma

İHATA Kavramı Üzerinden Musa ve İlim Verilen Kul Kıssasını Okuma Çalışması

"Musa ve ilim verilen kul kıssası" olarak bildiğimiz, Kehf suresi 60 ve 82. ayetleri arasında anlatılan kıssanın , Kur'anın en fazla spekülasyona uğrayan kıssası olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu kıssa okunurken yapılan yanlışları sıralayacak olursak , diğer kıssaların başına gelen bir durum olan , rivayetleri onaylatmak amaçlı okumak, önyargıları kabul ettirmeye yönelik okumak , Kur'an bütünlüğüne dikkat etmemek gibi unsurları sıralayabiliriz. 

Öncelikle şunu söylemek isteriz ki ; Bu kıssa ile ilgili olarak yapılan, kıssanın yaşanmışlığı dikkate alınarak yapılan okumalar , bizleri içinden çıkılmaz sorulara yöneltmekte , bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise, kıssayı tamamen içinden çıkılmaz bir duruma düşürmektedir. 

Biz bu kıssayı okurken bu kıssanın birebir yaşanmış bir kıssa olmadığını , bu kıssanın Adem kıssası gibi temsili bir kıssa olduğunu düşündüğümüzü baştan söylemek istiyoruz. Özellikle çocuğun öldürülmesi ile ilgili olarak yapılan bütün yorumlar, yaşanmışlık çerçevesinde yapıldığında , spekülatif yorumlara açık bir duruma gelerek , bazı kimselerin ellerinde başkalarına karşı kullanacağı bir silah haline gelmektedir. 

Kıssanın yaşanmış bir kıssa değil temsili bir kıssa olduğunu iddia etmiş olmamız , bütün kıssaların temsili olduğunu iddia ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Kur'an kıssaları ile ilgili yazılarımızı takip edenler , kıssaların bize dair mesaj içeren yönlerini okumaya dönük bir yöntem izlediğimizi yakından bilmektedirler. Bu kıssanın yaşanmadığını iddia etmemiz , yaşandığı iddia edildiğinde çocuğun öldürülmesini izah etmenin mümkün olmadığı içindir. 

Kur'anın anlatım üslubu içinde bu tür anlatımlar mevcut olup , bu anlatımlar üzerinden verilmek istenen mesajın okunmaya çalışılması , ilgili anlatımlar üzerinde oluşan bir takım müşkilatın çözülmesini sağlayacaktır.

Bu yazımızda, kıssayı anlamanın anahtar kavramının "İhata" kelimesi olduğunu , bu kavramın diğer ayetlerde geçişi üzerinden kıssa ile bağını kurarak verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız.

"İhata"; "Bir mekanın etrafını çeviren duvar" anlamına gelen El haitu kelimesinden türemiştir. İhata kelimesi , cisimlerle ilgili olarak bir yerin etrafını çevirmek , kuşatmak anlamındadır. 

"El ihatatu bi şey'in ilmen" ; Bir şeyi ilmen kuşatmak , onun varlığını , cinsini , miktarını , keyfiyetini , niteliğini bilmek demektir.

Bu anlamı dikkate aldığımızda kelime, iki şeyi birbirinden ayırmak anlamına da gelmektedir şöyle ki ; Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalmış insanın görüş alanı ve bilgi sınırı , duvarın dışındakileri görmesine engeldir. Bu da demektir ki , insanın görüş ve bilgisi etrafına örülmüş duvar ile sınırlı olup , duvarın dışında kalan bazı şeyleri algılayabilme imkanından mahrumdur.

Bildikleri ve gördükleri, etrafına çekilmiş bir duvar ile sınırlandırılmış olan insanın , duvarın dışında olanları görmesi anlaması ve bilmesi mümkün değildir. Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalan insan , ya duvarın dışındaki bilgilerin ardına düşmeyecek , veya duvarın dışında kalanlar konusunda bilgi sahibi olabilmek için, kendisine verilen kadar yetinecektir. Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalmak zorunda bırakılan insan , zaten duvarın ardında kalanlardan sorumlu olmayacak , dolayısı ile böyle bir bilgi ve arayış içine girmesine gerek kalmayacaktır. 

Musa ve salih kul kıssasını bu bakış açısı ile okuduğumuzda , kıssada anlaşılmakta zorlanan bazı taraflar kendiliğinden aydınlanacak ve bu kıssa üzerinden kendilerine pay çıkarmak isteyen bazı uyanık din baronlarının ekmekleri ellerinden alınmış olacaktır.

Kıssaya geçmeden önce ihata kelimesinin Kur'anda geçtiği bir kaç meal örneği okuyalım ; 

[017.060] Sana: «Rabbin şüphesiz insanları ihata etmiştir» demiştik; sana gösterdiğimiz rüya ile ve Kuran'da lanetlenmiş ağaçla, sadece insanları denedik. Biz onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka birşeye yaramıyor.
[018.029]  De ki: «İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.» Şu da bir gerçektir ki Biz o zalimlere, duvarları kendilerini çepeçevre ihata etmiş olan müthiş bir ateş hazırladık. Eğer susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. O ne fena bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır!
[065.012] Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır, Allah'ın herşeye Kadir olduğunu ve Allah'ın ilminin herşeyi ihata ettiğini bilmeniz için Allah'ın buyruğu bunlar arasında iner durur.
[072.028]  Ta ki Rabblarının risaletlerini, gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin. Onların yaptıklarını ihata etmiş ve her şeyi bir sayı ile saymıştır.
[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin ihata edemediğin şeyi ben ihata ettim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[010.039] Onlar, ihata edemedikleri ve henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak.
[020.110]  O onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir, onlar ise onu ılmen ihata edemezler.
[041.054]  Dikkat edin; onlar Rablerine kavuşmaktan şüphededirler; dikkat edin; Allah şüphesiz her şeyi bilgisiyle kuşatandır (MUHİTUN).
[004.126]  Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatır (MUHİTAN).

Musa ve ilim verilen kul kıssası iki bölümden oluşmaktadır , ilk bölümü Musa nın yardımcısı ile olan yolculuğu , ikinci bölümü ise ilim verilen kul ile olan yolculuğudur. Biz yazıyı uzatmamak için sadece ikinci bölüm üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

[018.065]  Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
[018.066] Musa ona dedi ki: «Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?»
[018.067]  Doğrusu, dedi: sen benimle sabredemezsin

Musa karşılaştığı kişiye, ona öğretilen bilgiden kendisinin de öğrenmek istediğini söyleyince , o kişi Musa ya onunla birlikte olmaya sabredemeyeceğini söylemektedir . Onunla beraber sabredememesine sunduğu gerekçe 68. ayette şöyle ifade edilmektedir.

Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ(hubren).  
[018.068]  «Haber bakımından ihata edemediğin şeye nasıl sabredeceksin?»

Bu ayet , kıssayı anlamanın anahtar ayetidir diyebiliriz. O kişinin ihata ettiği bilgi sınırı ile , Musa nın ihata ettiği bilgi sınırı farklı olup , Musa, o kişinin sahip olduğu bilgi sınırlarına girmek istemektedir. Dolayısı ile o kişi Musa ya buna sabredemeyeceğini söylemektedir.

Bu ayetin bir benzeri, aynı surenin Zülkarneyn kıssasının anlatıldığı 91. ayetinde de çıkmaktadır.

Kezâlik(kezâlike), ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ(hubren). 
[018.091] İşte böylece onun yanında olan haber bakımından ihata etmiştik.

Bu iki ayete dikkat ettiğimizde ortak yönleri "İhata" ve "Haber" kelimelerinin kullanılmış olmasıdır. Bu iki ayette geçen kelimelerin birbiri ile alakasını kurabildiğimiz zaman , kıssanın anlaşılmasında önemli bir müşkilat ortadan kalkacaktır. 

Surenin 68. ayetinde, Musa nın bir haberi ihata edememesi , 91. ayette ise Zülkarneyn'in haberlerinin Allah (c.c) tarafından ihata edilmesini , kul ile Allah (c.c) arasındaki haber alma ve bilgi sahibi olma seviyesinin farklı olduğu açısından okuduğumuz zaman , kıssanın anlaşılmasında önemli bir adım atılmış olacaktır. 

Yazının başında söylemiş olduğumuz , kıssanın birebir yaşanmış bir kıssa değil temsili bir kıssa olduğunu tekrar hatırlatarak , "Musa" adı ile temsil edilen şahsiyet üzerinden, kendisine sınırlı bilgi verilerek , bazı haberleri ihata etme kavrayabilme bilgisinden yoksun, yani herhangi bir konu hakkında kendisine verilmiş olan bilgi sınırlı olan İNSAN , "İlim verilen kul" adı ile temsil edilen şahsiyet üzerinden ise , bilgisinin sınırı olmayan , bir bilginin insan gibi sadece bir yüzüne değil , bütün yüzlerine vakıf olan ALLAH (c.c) nin ilminin ve bilgisinin SINIRSIZLIĞI anlatılmaktadır. 

70. ayette "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" ifadesini Kur'anın diğer ayetleri ile bağını kurarak , ilim verilen kul temsili üzerinden kimin anlaşılabileceğini görebiliriz.

[021.023]  O, yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler.

Enbiya s. 23. ayetinde kendisini La yus'el olarak bildiren rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, Kehf s. 70. ayetinde kendisine soru sorulmaması gereken kişi, Allah (c.c) yi temsil etmektedir.

Kıssada anlatılan geminin delinmesi , çocuğun öldürülmesi , duvarın düzeltilmesi olaylarının ortak yönü Musa tarafından itiraz edilerek soru sorulması, fakat sorduğu soruya "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" karşılığını almış olmasını , insan olarak bazı konularda sahip olduğumuz bilginin sınırlı olduğu , ve bu sınırın dışına taşarak Allah (c.c) nin sınırlarını ihlal etmeye kalkmamak gerektiği olarak anlayabiliriz.

Kıssanın ana mesajının , Allah (c.c) nin sahip olduğu bilgi ile , biz kulların sahip olduğu bilginin eşit olmadığı , bizim ihata edebileceğimiz bilgi ile , Allah (c.c) ihata ettiği bilginin aynı olmadığı , bizim baktığımız yerden olayın bir kısmı görünürken Allah (c.c) nin baktığı yerden olayın tamamının göründüğü , eğer bize böyle bir görüş gücü verilse bunu kaldıramayacağımız şeklinde olduğunu söyleyebiliriz . 

Kıssada anlatılan olaylar, insanın gaybe ait konularda sahip olduğu bilgi ile , Allah (c.c) nin bilgisinin farklı olduğunu da bizlere göstermektedir.

Kıssada anlatılan her üç olay , bizim bir haberin bütün yönlerini ihata edebilme yani kavrayabilme sınırımız ile ,Allah (c.c) nin haberi ihata etme sınırının farklı olduğunun bizler tarafından daha kolay anlaşılmasına yönelik verilen misallerdir. 

[018.079] «Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.»
[018.080-81] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.» Rabblarının o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli birini vermesini istedik.
[018.082] «Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur.»

80 ve 81. ayetler de anlatılan çocuğu öldürme gerekçesi , bu kıssa içinde en fazla istismara uğratılan bir konudur. Bu kıssa üzerinden geçmişte "Hariciler" olarak adlandırılan fırka , bazı çocukları kendilerine büyüdüklerinde zarar verecekleri gerekçesi ile öldürme cevazını , Osmanlı sultanları ise , bebek şehzadelerin büyüdüklerinde taht kavgasına sebep olabilecekleri için onları boğdurma cevazını çıkarmışlardır. 

Çocuğun öldürülmesi konusunda bir insanın göstermesi gerçekçi tutum, Musa nın gösterdiği tepkidir. Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana kıyılması bir insan için olacak bir şey değildir. Böyle bir olayın gerçek hayatta asla yeri olamaz. Hiç bir insan gelecekte birilerine zarar verecek diye diğer bir insanın canına kıyamaz , bunun adı olsa olsa cinayet olur. 

Ancak başımıza gelen ve bizim tarafımızdan bakıldığında, bizim için isyana düşmemize sebep olabilecek bazı olayların, yarın bizim için hayır olduğu görülebilir. Çünkü bizler başımıza gelen bir olayın belirli bir tarafını görebiliriz .Yani etrafımıza örülmüş olan gayb duvarının arka tarafını görmek imkanından mahrumuz. 

İşte çocuğun öldürülmesi olayı bizlere,  duvarın arkasında sizin bilmediğiniz , bugün sizin için şer olarak gördüğünüz bir olayın , yarınlarda sizin için hayırlar doğurabileceğini düşünerek , olaylara tepki verin mesajını vermektedir.

Kıssa okumasında bize düşen taraf , "ilim verilen kul" olarak bahsedilen kişinin kim olduğu üzerinde spekülasyonlar yaparak Hızır masalları uydurmak değil , bu hadise üzerinden bize nasıl bir mesaj çıkabilir yönünde bir okuma yapmak olmalıdır. Kur'an kıssalarında şahısların kimliği üzerinde takılı kalmak , o şahıslar üzerinden verilmek istenen mesajın anlaşılmasında engel teşkil etmektedir. İlim verilen kul kıssasında ki şahsiyetin kimliği üzerinden yapılan spekülasyonlar , kıssayı mitolojik bir masal , uçtu kaçtı hikayelerini kendilerine din edinmiş tarikat ehlinin elinde bir silah haline getirmiştir. 

"Bu kıssa üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor olabilir?" sorusuna ,  bizim vereceğimiz cevaplar şunlar olabilir ; 

Geminin delinmesi üzerinden bizlere , karşımıza çıkabilecek olan büyük bir tehlikeden korunmak için , daha küçük zararları göze alabilmeliyiz mesajı çıkabilir. Çünkü bazı şeyleri elde tutabilmenin yolu , o şeylerin bir kısmından feragat etmeyi gerektirebilir.  

Geminin delinmesi olayını , günümüzde genelde ekonomi terminolojisinde kullanılan "Risk Yönetimi" deyimi üzerinden okumakta mümkündür. Risk yönetimi demek kısaca , "Hedefe giden yolda karşılaşma ihtimali olan sorunlara önceden önlem alarak , o sorunları en az zararla atlatmak için yapılan  planlama" demektir. 

Tabi ki böyle bir planlama yapmak ileriyi görebilmek, ve muhtemel tehlikeleri önceden kestirebilmek ile mümkündür. Böyle bir risk yönetimi ancak, ileri görüşlü ve feraset sahibi yöneticilerin iş başında olması ile gerçekleşebilir. 

İlim verilen kul temsilinde böyle bir yönetici portresi çizilmekte Musa kimliğinde ise  , gelebilecek riski kestiremeyen bir kimsenin verebileceği tepki anlatılmaktadır. Geminin delinmesi olayını, yönetici pozisyonunda olan kimsenin ileriyi göremeyenler tarafından gelebilecek olan, bu türden tepkileri dikkate almayarak, doğru bildiği yolda gitmesi gerektiğini öğütleyen bir anlatım olarak anlayabiliriz.

Çocuğun öldürülmesi olayını ise , bugün başımıza gelen ve bizi son derece sarsan ve üzen bir olayın daha ileri zamanlarda bizi , " İyi ki böyle olmuş"  diyebileceğimiz bir duruma getirebileceği mesajının verilmesi olarak okuyabiliriz.

[002.216] Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Ayetin bağlamı her ne kadar savaş ile alakalı olsa da , ayet içindeki " Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür" cümlesini , kıssa içindeki çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesaj ile ilişki kurarak okumak mümkündür.

Başımıza gelen ve bizim hoşlanmadığımız bir olay , o gün için bizlerin hoşuna gitmeyecek bir durumda olabilir ve bizi sabırsızlık ve isyana sevk edebilir. Ancak başımıza gelen bu olay , daha sonraki zaman içinde bizim lehimize bir durum oluşmasına sebep olabilir. Bu sebepten ötürü, başımıza gelen olayları "İmtihan" olgusu içinde değerlendirip , bu imtihana gereği gibi sabrederek , sabrımızın karşılığını dünya ve ahirette almak, bir Müslüman için yapılması gereken bir amel olmalıdır.

Gelelim duvarın düzeltilme olayına ; Dikkat edilirse düzelttikleri duvar , yemek istedikleri halde kendilerine yemek vermeyen bir belde içinde bulunmaktadır. Kendilerine yemek vermemiş olmalarına aldırmayarak o duvarı düzelten kul , bu yaptığı işten ücret bile talep etmemiştir. 

Bu bizim için ne anlama gelebilir ?.

"İyiliğe karşı iyilik her kişinin harcı , kötülüğe karşı iyilik ise  kişinin harcıdır"
                                                                                                                         
Hayatımızın bir anında yardıma ihtiyaç duyup ta , yardım etmeleri gerektiğini düşündüğümüz bazı kimselerin kapılarını çaldığımızda, o kapılar yüzümüze kapanabilir. Bize yapılan bu tür muameleye karşı , bize o kapıları kapatanlara değil kin duymak , onların yardıma ihtiyaçları olduğunda bize kapanan kapıları hatırlayarak , bizimde onlara kapı kapatmak değil , elimizden gelen yardımı onlara göstermek , onların bize yaptığını unutarak yardıma  koşmanın, erdem sahibi bir insanın yapması gereken şey olduğu mesajı okunabilir.


Sonuç olarak ; Üzerinde en fazla spekülasyon yapılan kıssalardan birisi olan "Musa ve ilim verilen kul" kıssası okumaya çalıştığımız yazımızda şu sonuçlara varmaya çalıştık;

Kıssa öncelikle yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olup , "Musa" adı ile temsil edilen şahsiyetin , bildiğimiz Musa (a.s) olduğunu düşündüğümüzü söylemek istiyoruz. Onun şahsında temsil edilen kişinin, bilgi sınırları etrafı duvarla sınırlandırılmış gaybe dair bilgileri kısıtlı olan biz insanları temsil ettiği , "İlim verilen kul" adı altında temsil edilen şahsiyetin ise "El Muhit" ismine sahip olan Allah (c.c) nin sınırsız bilgisini temsil ettiğini söyleyebiliriz. 

Kıssa içinde geçen olayları , uçtu kaçtı hikayelerini din edinmiş , kerametleri müritlerinden menkul din baronlarının ellerinde koz olarak olarak kullandıkları silah olmaktan çıkararak , bize dönük mesajlar olarak okumak mümkün olup , bilgimiz dahilinde bunu gerçekleştirmeye çalıştık. 

"Kıssa illaki böyle anlaşılmalıdır" şeklinde bir iddia sahibi olmamakla birlikte , istismara açık bir duruma düşürülerek , sadece şahısların kimliği üzerinden bir sonuca varılarak , o kimliği bazı şahıslara vermeye çalışmak şeklinde yapılan okumalar , Kur'ana karşı yapılmış büyük bir zulüm olacaktır. 

"İlim verilen kul" adındaki temsili şahsiyet , Allah (c.c) nin sınırsız bilgisini temsil  ettiği için , bu kimliği ve bu kimlik üzerinden yapılan bazı tasarrufların kullar tarafından da yapılabileceğini düşünmek,  kişileri şirk tehlikesine götürecektir. İslam düşüncesinde mitoloji haline gelmiş olan Hızır masalları , işte bu kulun kimliği üzerinden yapılmış olan istismar ve spekülasyonların bir sonucudur.

Hızırı her şeye yetişen ölümsüz bir şahsiyet olarak Allah (c.c) ye ortak koşan zihniyet sahipleri , bununla yetinmeyerek, kendi tarikat büyüklerini de bu alana sokarak büyük bir sektör oluşturmuş, bu yolla insanları kendilerine kul olmaya zorlamaktadırlar. Bizler kıssaları bazılarının bazılarını kul edinmesine vesile haline getirilen anlatımlar olarak değil , gerçek hayatta yeri olan bize dönük mesajlar olarak okumak zorundayız.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Ocak 2016 Cuma

RECM: Deformasyona Uğratılmış Bir Kur'an Kavramı

Bir düşünce veya fikrin saptırılma yollarından birisi , o düşüncenin temelini oluşturan kavramların farklı anlamlara dönüştürülmesi sureti ile gerçekleşir. İslam düşüncesi içinde bir çok kavram , Kur'an merkezli okunmak yerine, rivayet merkezli veya ön yargılı okunarak, rivayetleri veya ön yargıları tasdik eder bir hale sokulmuş ve saptırılma bu yolla gerçekleştirilerek,  bu gün bir çok konuda yapılan tartışmaların kapısı, neredeyse bir daha kapanmamak üzere bu sayede açılmıştır.

"RECM" kavramı , bu tür ameliyeye kurban gitmiş bir kavram olarak karşımızda durmaktadır, bu kelime duyulduğunda ilk olarak , evli kadın veya erkeğin zina ettikleri zaman , İslam hukukunun onlara verdiği ceza akla gelmektedir. Yazımızın konusu , bu cezanın meşruiyetini tartışmak değil , bu cezanın dayandığı kavramın Kur'an içinde nasıl geçtiği, ve bu kelimeyi kullanan birisinin bu kelime ile neyi ifade etmek istediği hakkında olacaktır. 

Bu cezanın meşruiyeti konusunda bilgi sahibi olmak isteyenler , bu konuda önce yazmaya çalıştığımız , http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2015/02/recm-cezasn-red-etmek-degil-kabul-etmek.html  başlıklı yazımıza müracaat edebilirler. 

"Recm" , sözlükte "Taşlamak" anlamına gelen bir kelimedir , biz önce bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyarak , bu ayetlerin taşlayarak öldürmeyi ifade edip etmediği üzerinde durmaya çalışacağız.

[011.091]  Dediler ki: Ey Şuayb; söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve seni aramızda cidden zayıf görüyoruz. Taraftarların olmasaydı, seni taşlardık (LERECEMNAKE) . Esasen sen, bizim yanımızda şerefli kimse de değilsin.
[019.046]  Babası: «Sen benim ilahlarımdan geçmek mi istiyorsun ey İbrahim? Yemin ederim ki, eğer vazgeçmezsen, seni muhakkak taşlarım;(LEERCÜMENNEKE)  beni sen uzun bir süre bırak git!» dedi.
[044.020] (Musa) Ben, beni taşlamanızdan, (TERCUMUNİ) benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a sığındım.
[036.018]  «Doğrusu sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız (LENERCÜMENNEKÜM)ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır» dediler.
[018.020]  «Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar (YERCUMUKÜM) veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.»
[018.022]  (Sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: «Üç'tüler, onların dördüncüsü de köpekleridir.» Ve: «Beştiler, onların altıncısı köpekleridir» diyecekler. (Bu,) gayba taş atmaktır (RECMEN). «Yedidirler, onların sekizincisi de köpekleridir» diyecekler. De ki: «Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında da kimse bilemez.» Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma.
[067.005] And olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onları şeytanlar için taşlamalar (RUCUMEN) yaptık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.
[003.036]  Fakat onu doğurunca Allah ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde şöyle dedi: 'Rabbim, doğurduğum kız çocuğudur, oysa erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını taktım. O'nu ve soyunu taşlanmış (RACİMİ) şeytandan senin himayene havale ederim.

[015.017]  Onları, taşlanmış (RACİMİN) her şeytandan koruduk.
[015.034]  Buyurdu ki: Öyleyse çık oradan. Sen, artık kovulmuş (RACİMÜN) birisin.
[016.098]  Kuran okuyacağın zaman, kovulmuş (ERRACİMİ) şeytandan Allah'a sığın.
[038.077]  Buyurdu ki: Çık oradan. Şüphesiz sen, artık kovulmuş (RACİMÜN)birisin.
[081.025]  Bu, kovulmuş şeytanın (RACİMİN)sözü değildir.

[026.116]  «Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan (ELMERCUMİNE) olacaksın» dediler.

Ayetler ile ilgili değerlendirmeye geçmeden önce , bu ayetlerin bazı meallerinin, rivayet kültürünün etkisi altında kalınarak "Taşlayarak öldürme" şeklinde çevrildiğini görmekteyiz. Bu konu hakkında herhangi ön bilgisi olmayan bir okuyucu , bu cezanın kur'anın beyanı olduğuna inanarak , "Siz Kur'anda yazanı inkar mı ediyorsunuz ?" şeklinde bir itirazına sebep olabilir. 

Öncelikle ayetlerde ortaya çıkan ortak nokta, "Recmetmek" fiilinin kadim bir insanlık adeti olduğudur. Bir toplumdaki hakim olan anlayışa karşı çıkmanın cezalarından birisi , o toplumdan kovulmak olup, bu kovma fiili "Taşlamak" şeklinde gerçekleştiği için böyle bir tehdit ile kişiler bastırılmaya çalışılmaktadır. 

Şurası bir gerçektir ki , hangi toplum olursa olsun , kendi değer yargılarının karşısına çıkarak onlara rest çeken kişileri, o toplum içinde barındırmak istemez kovar. Allah (c.c) nin Ademe secde emrine karşı çıkan Şeytanın yanlış yaptığını anlatma şekli , insanlığın ortak hafızası olan "Recmetmek" şeklinde ifade edilmiştir.

Muhammed (a.s) ın Taif şehrine tebliğ için gittiği zaman , o şehirde ona yapılan muamele, bu kavramın anlaşılmasında bize yardımcı olacaktır. Siyer kaynaklarından öğrenildiğine göre Taifliler, onun kendilerini vahye teslim olmaya çağırmasını ret ederek , onu aşağılayarak kovmaya kalkmışlar ve onların bu girişimleri onu taşlamakla, yani "Recmetmek" şeklinde gerçekleştirilmiştir. 

Taiflilerin yapmış olduğu bu taşlama işi , bir örneğini Kur'anda gördüğümüz Elçilere karşı yapılan onları  kovma işinin Muhammed (a.s) için tekrarlanan bir örneğidir. Buradan "Recmetmek" ile ilgili olarak şunu çıkarmak mümkündür. 

Bir toplum içinde kabul görülen değerlere karşı çıkarak veya fiiller işleyerek o toplumun genel geçer kurallarına aykırı davranışlar sergilemek , o toplum içinden taşlanarak kovulmayı gerektiren bir suçtur. Taşlayarak bu işlemin gerçekleşmesi , o kişiye toplum tarafından sert bir bir şekilde karşı çıkıldığının ifadesi olarak görülmektedir. 

Taşlamak fiilinin Muhammed (a.s) öncesi elçilerin kavimlerinde de genel geçer bir uygulama olmuş olması , bu fiilin "Taşlayarak öldürmek" şeklinde gerçekleşen bir eylem olmadığını göstermektedir.

Taşlamak şeklinde yapılan kovma eyleminin, zina fiili ile ilişkisini kuracak olursak ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır; 

Kur'an zina fiilinin cezasını bilindiği üzere 100 celde olarak belirlemiştir. Cezanın uygulama yöntemine bakıldığında, cezanın uygulanmasının topluluk önünde gerçekleşmesi gerektiği beyan edilmektedir (24. 2). Bu yöntem bizlere şunları düşündürmektedir ; Zina fiili bir toplum için en büyük ahlaki zaaf olarak, geçmişten günümüze kadar gelen bir hastalıktır. Hiç bir toplum bu tür ahlaksızlıklara müsaade etmez ve bunu önlemek için bir takım tedbirler alır. 

Allah (c.c) nin bu suçun cezasının insanların göreceği bir ortamda verilmesini istemiş olmasının amacı , bu cezanın kişilerin canının acıtılmasından çok , bu suçu işleyenlerin toplum içinde deşifre edilmesine yöneliktir. Ahlaklı ve erdemli bir hayat yaşamayı kendilerine düstur edinmiş topluluklar , ahlaka aykırı yapılan fiillerin bir şekilde önünü almayı hedefler. Bu yönde alınan önlemlerden bir tanesi , bu tür fiilleri yapanları toplum dışına iterek, toplumun ifsad olmasını önlemeye yönelik yaptırımlardır. 

"Recmetmek" şeklinde ortaya çıkan kadim uygulama, zina fiilini işleyenler için , bulundukları toplum içinden kovulmaları şeklinde uygulanmış olabilir , ancak bu uygulamanın Allah (c.c) nin emri gereğince öldürmek şeklinde uygulanmış olması mümkün değildir. Fakat bu uygulama zaman içinde farklı bir yöne kayarak, öldürme fiiline dönüşmüş olması muhtemeldir. 

Şurası net ve kesin bir gerçektir ki , Allah (c.c) Kur'anda zina fiili işleyen evli erkek ve kadına recmedilmek sureti ile öldürülmeleri gerektiği şeklinde bir ceza emretmemiştir. Böyle bir cezanın Kur'anda olmadığını kabul eden bir kısım Müslüman , bu cezanın Tevrat ta olduğundan hareketle Muhammed (a.s) ın bunu uygulamış olabileceğini düşünmektedir. Bu düşünceye de şöyle bir itirazımız vardır ; 

Nisa s. 26. ayetinde, ondan önceki ayetlerde geçen hükümler için, "Bu hükümlerin daha öncekiler içinde geçerli olduğu" bildirilmektedir. Bu hükümler içinde , zina eden evli bir cariyenin cezasının , hür kadının yarısı kadar olduğu da vardır. Bu demek oluyor ki , Eğer zina eden evli kadına, geçmişte ölüm cezası verilmiş olsaydı bu cezanın yarısı nasıl uygulanabilir di ?. Bu da gösteriyor ki Allah (c.c) Yahudiler için de böyle bir ceza uygulaması emretmemiştir. 

Öyle ise Muhammed (a.s) ın  recm cezası uyguladığına dair olan rivayetleri nereye koyacağız ?.

Bu konuda önümüzde iki seçeneğimiz var ; 

1- Kur'an zina fiilinin cezası konusunda evli-bekar ayrımı yapmadan ,100 celde cezasını evli -bekar herkes için emrettiğine , Muhammed (a.s) kendisine inen vahye aykırı bir hareket etmeyeceğine , onun vahyin emrine aykırı bir uygulama yapmasının mümkün olmadığına göre , ona atfedilen recm rivayetlerinin tamamını ona atılmış bir iftira olarak ret edeceğiz veya bu rivayetleri kabul ederek ayeti ret etmiş durumuna düşeceğiz. 

2- Konumuz olan ayetleri dikkate alarak "Recmetmek" fiilini okumaya çalıştığımız zaman , bu fiilin öldürmek şeklinde bir yönü olmadığı görülmektedir. Bu fiil , zina yapan birisini toplum içinden kovmak şeklinde uygulanmış olması muhtemeldir. Muhammed (a.s) eğer böyle bir taşlamayı emretmiş ise bu taşlama öldürmek şeklinde değil , o kişilerin bulundukları beldeden kovulmaları şeklinde gerçekleşmiş olması daha makul görünmektedir. Bu fiilin zaman içinde deformasyona uğrayarak , toplumdan kovma uygulaması yerine , taşlayarak öldürme uygulamasına dönüşmüş olması , taşlayarak öldürmenin meşru olduğuna dair bir delil teşkil etmez.

Eğer recmetmek fiili öldürmeyi esas alan bir uygulama alanına sahip olsaydı, Allah (c.c) şeytan için "ŞEYTANİRRACİM" ifadesini asla kullanmazdı , şayet bu fiil şeytanın taşlanarak öldürülmesini  ifade etseydi, bu deyimin onun için kullanılması yanlış olurdu. "İblis" için "Racim" ifadesi kullanılarak ona kıyamete kadar süre verilmiş olması ,bu fiilin öldürmek anlamında olmadığını göstermektedir.

Recmedilerek öldürülmüş olan şeytana kıyamete kadar süre verilerek, onun için "Racim" ifadesi kullanılmış olması çelişki arz edecektir. Bu düşünceyi serdederken , İblis adı verilen kişinin ontolojik bir mahiyeti olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz. Allah (c.c) muhatapların bilgisi dahilinde bulunan , isyan eden birisinin huzurdan kovulmasını tasvir eden bir anlatım dahilinde bu ifadeyi kullanmıştır.

Sonuç olarak ; Deformasyona uğratılmış olan bir kavram olarak önümüzde duran "Recm" kavramının , "Taşlayarak öldürme" uygulamasına sonradan dönüşmüş bir uygulama olduğunu düşünüyoruz. Bu kavramın kadim uygulama şekli , bir toplumun değer yargılarına uygun olmayan düşünce  sahiplerinin o toplumdan çıkartılması şeklinde uygulama alanına sahip olduğu , bir çok Kur'an ayeti ile öğrenilmektedir. 

Bizler Kur'an kavramlarını , bütünlük içinde ve ön yargısız bir okumaya tabi tuttuğumuz zaman , geleneksel düşüncede içi boşaltılan veya farklı anlamlar verilen kavramları  kolayca anlayabiliriz. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Ocak 2016 Salı

ŞİRK : Müslümanların Gündeminde Olmayan Bir Kur'an Kavramı

"Şirk" , insan hayatında sadece Allah (c.c) ye ait olması gereken  tasarruf yetkisinin, Allah (c.c) nin dışındakilere verilmesi şeklinde gerçekleşen , Kur'anın bel kemiğini oluşturan evrensel bir kavram olmasına rağmen , Kur'anın hayatın her anına el attığını unutan bir kısım Müslüman tarafından , Mekke nin fethini müteakip , Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet putun kırılması ile son bulduğu ve bir daha Müslümanlar için artık böyle bir tehlikenin, kıyamete kadar son bulduğu zannedilerek tarihselliğe gömülmüş bir kavramdır. 

Şirk, kadim bir insanlık sorunu olarak dün nasıl bir tehlike ise , aynı tehlike kıyamete değin sürecektir. Asıl mesele, Kur'andaki şirk olgusunu Yahudi , Hıristiyan , Müşrikler ile sınırlamak, veya bir kısım tekfirci gurupların elinde oyuncak haline gelmiş bir kavram olarak herkese yapıştırmaktır.

"Şirk" kelimesini kısaca , "İki mülkün birbirine katılıp karıştırılması" olarak ifade edebiliriz.

[017.111]  Ve şöyle de: «Hamd o Allah'a ki, hiçbir çocuk edinmedi; O'na mülkte bir ortak da olmadı; O'na aczi yüzünden bir yardımcı da olmadı.» O'nu tekbir ile büyükle de büyükle!
[025.002]  O ki; göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Çocuk edinmemiştir, mülkte ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş ve bir ölçüyle takdir etmiştir.

Biz insanlar , onun mülküne dahil olan yarattıkları olarak , bizimle ilgili meselelerde hüküm beyan etmeye tek yetkili olan sadece O dur. Dünya tarihini kısaca özetleyecek olursak ; İnsan üzerinde hakimiyet kurarak , bu hakimiyeti Allah (c.c) den gasp etmek isteyenlerin çıkarmış oldukları kargaşa , isyan ve savaşlar , olduğunu söyleyebiliriz. Tarih boyunca gelen elçiler , hakimiyet savaşının , Allah (c.c) ye ait olmasını savunanların önderliğini yaparak bu konuda örneklik oluşturmuş şahıslardır. 

"Şirk" konusunda yanlış bildiğimiz ve bizi yanıltan noktalardan birisi , şirk düşüncesinin Allah'ı temelden ret ettiği şeklindedir. Bu düşünce , Allah'ı varlık olarak ret etmemekle birlikte , onun insan hayatını ilgilendiren konularda belirleyici olduğunu ret etmeye dayanmaktadır.

[029.061] And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz «Allah'tır» derler.Öyleyse niçin döndürülüyorlar?
[031.025]  Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038]  And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»

Kendisine "Rab" , bizlere "Abd" diyerek, onunla bizim aramızdaki ilişkinin sınırlarını belirleyen Allah (c.c) , bu sınırı ihlal edenlere karşılık olarak ebedi cehennem cezasını layık görmüştür.

Son elçi ile inen son kitap olan Kur'an , insan hayatında bu olgunun nasıl gerçekleştiğini örnekleri ile haber vererek bundan sakınmamızı emretmesine rağmen , özellikle biz Müslümanların bir çoğu, bu kavramın ifade ettiği anlamın, kendi hayatımız içinde nasıl açığa çıktığının bilincinden uzak bir hayat sürmekteyiz. 

[039.003]  Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım veliler edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.
[010.018]  Onlar, Allah’tan başka kendilerine zarar veya fayda veremeyen birtakım nesnelere ibadet ediyor ve «Onlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir»

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde ortaya çıkan şirk durumu güncelliğini koruyarak bir kısım Müslümanın hayatında devam etmektedir. Bu tür ayetleri sadece indiği zaman ve mekanda yaşayanlar ile sınırlı tutarak okuduğumuz için , bu durumun bizim üzerimizde meydana gelmesinin imkansız olduğunu düşünmekteyiz. 

Ancak Kur'anın "Evliya" olarak ifade ettiği kelime içine giren , dünkü taştan tahtadan putların yerini , bugün kabirlerde yatan ve kendilerine bir takım üstün güçler atfedilen ölüler, veya Allah (c.c) ve elçisi ile her an iletişim halinde bulunulduğuna inanılan , kerameti müritlerinden menkul, "Şeyh" , "Gavs" v.s  lakaplı insanlar almıştır. Bu guruplara bağlı bir hayat sürerek , bu insanlar olmadan Allah (c.c) nin kendilerine icabet etmeyeceğini düşünen insanlara en doğru cevabı yine Kur'an vermektedir. 

[002.186]  Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

Üzüntümüz , bu tür sahtekarlara inanarak 4-4 lük bir hayat yaşadıklarını ve bu hayat sonunda Cennetin en güzel yerlerinde rezervasyonlarının hazır olduğunu düşünenlerin , hesap günü bu beklentilerinin boşa çıkarak , başka yerde rezervasyon yaptırmış olduklarını gördüklerinde , geri dönerek bu hatalarını telafi etme imkanından mahrum kalacak olmalarıdır.

[041.026]  İnkar edenler: «Bu Kuran'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız» dediler.

Bu sahtekarların oyunlarını açığa çıkarak yegane kitap olan Kur'anın , saf müritlerin eline geçerek uyanmamaları için elden gelen çaba gösterilerek , Mekkeli atalarının taktiğinin bir benzeri uygulanmakta , bu kitap yerine başka kitaplar öne çıkarılarak karizmatik bir yapıya bürünmüş bir halde onlara sunularak , bu kitaplardaki muhteviyat dinin esası olarak insanlar kandırılmaya devam edilmektedir. 

Tasavvuf kaynaklı dinin en büyük silahı , Muhammed (a.s) ın beşer olduğu gerçeğini örtecek derecede ileri giden bir peygamber anlayışıdır. "Şeyh" , "Gavs" v.s lakaplı kimselere yüklenen ortaklık anlayışı önce Muhammed (a.s) a yüklenmesi gerekir ki , bu ortaklığı ondan sonra devam ettirecek olan bu sahtekarlara gerekli zemin hazırlansın. Muhammed (a.s) ın şahsi yönü öne çıkarılarak , bu öne çıkarmanın da kaynağı yalan ve hurafelere dayandırılarak, uçan kaçan bir elçi ortaya çıkarılmış , böylece uçan kaçan şeyhlere meşruiyet zemini hazırlanmıştır.

Müslüman hayatında şirk olgusunun daha farklı bir boyutu , tasavvuf kaynaklı din anlayışına şiddetle karşı çıkarak bu din anlayışına sahip olanları "Müşrik" olarak nitelendiren bir kısım Müslümanda da görülmektedir. Bu Müslümanlar genellikle "Ehli Hadis" düşüncesi etrafında buluşan ve hadisleri dinin kaynağı konusunda Kur'an ile eşdeğer görmektedir.

Bu düşünce "Kur'an=Hadis" söylemi etrafında bir din anlayışı geliştirmekle , tasavvuf kesiminin geliştirdiği "Muhammed = Allah" söylemi ile aynı safta yer aldıklarını maalesef göz ardı etmektedirler. 

İnsanların ahirette sorumlu tutulacağı konularda haram - helal tayin etme yetkisinin , mülkün yegane sahibi olarak , sadece kendisinde olduğunu beyan etmesine rağmen bu yetkiyi onunla birlikte Muhammed (a.s) da tahsis etmek şeklinde ortaya çıkan düşünce, "Ehli Hadis" fırkasının ana fikrini oluşturmaktadır. Bu fırka mensupları "Şirk" konusunda kendilerini "Sütten çıkmış ak kaşık" misali görmelerine rağmen , maalesef tasavvuf ehlinden aşağı kalmayan bir tutum sergilemektedirler.

"Şirk" olgusunun farklı bir boyutu , Tasavvuf ve hadis kaynaklı din anlayışını ret ederek Kur'an kaynaklı bir anlayışını kabul ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman üzerinde de kendisini göstermektedir. Bu Müslümanların bir kısmı , Kur'anın yaşanılan hayatın toplum olarak nasıl bir sisteme dayanması gerektiğinde pek duyarlı davranmayarak , yaşadığımız sistemden herhangi bir rahatsızlık duymamakta , dahası bu sistemden memnun olarak hayatını sürdürmektedir. 

Okudukları Kur'anın sadece hadis ve tasavvuf kaynaklı din anlayışını ret ettiğini düşünen bu  Müslümanların daha uç kesimleri , özellikle Kur'anın "Tağut" olarak nitelediği kavrama karşı duyarsız kalarak , yaşanılan sisteme destek çıkmaktadırlar. Laik , Kemalist , Cumhuriyetçi temellere oturan bu sistem içindeki bazı yasalar , Allah (c.c) nin "Haram" olarak beyan ettiği ayetlere ters bir davranış sergileyerek onları "Helal" kapsamına almaktadır.

Muhammed (a.s) ın haram helal koyma yetkisi olmadığı konusunda hem fikir olan bu kişiler , konu yaşadığımız sistemin haram-helal tayin etme yetkisine gelince "Dut yemiş bülbül" kesilmekle kalmayıp, bu tayini destekler bir tavır sergilemektedirler. 

Amacımız kimseyi "Müşrik" olarak tekfir etmek olmayıp , Müslüman kimliğine sahip olduğumuzu iddia etmenin bizi şirk batağından kurtarmaya yetmediğini ifade etmeye çalışmaktır. Bu tehlikenin üzerimizden ebediyyen kalktığını düşünen bir hayat , bizleri büyük bir yanılgı içine sokarak , yarın telafisi imkansız bir duruma düşürecektir. 

Sonuç olarak ; Kur'an  her konuda şifa kaynağı olduğu gibi , şirk hastalığının çarelerini ihtiva eden reçeteler taşımaktadır. Önemli olan bu reçeteyi emanet olarak alınmış gözlüklerle veya başkalarının bize takmaya çalıştığı gözlüklerle okumaya çalışmamak olmalıdır. 

Eğer bu reçeteleri, "Tasavvuf" kaynaklı din anlayışının taktığı bir gözlükle okumaya çalışırsak , o reçeteler bizlere şirkten arınmayı değil şirke davet eden , şirki teşvik eden bir reçete olarak karşımıza çıkarak , içine düştüğümüz şirk hastalığından kurtulmak yerine bizi daha ağır bir hasta konumuna düşürecektir. 

Eğer bu reçeteleri , "Ehli Hadis" kaynaklı din anlayışının taktığı bir gözlükle okuyacak olursak , tasavvuf kaynaklı din anlayışının şirk düşüncesini ret edip muvahhitlerden olduğumuzu sanarak , Muhammed (a.s) ın haram -helal koyma yetkisi  , veya hadislerin de vahiy olduğunu savunmak sureti ile Muhammed (a.s) ı Allah (c.c) ile denk bir duruma getirmiş oluruz.   

Eğer bu reçeteleri , sadece tasavvuf ve hadis merkezli din anlayışını ret eden bir gözlükle okumaya çalışarak , Kur'anın hayatın her anına dair sözü olan bir kitap olduğunu öteleyerek , tağuti sistemlere destek veren ve bu sistemlerin kurucularına secde edenler olarak bir hayat sürmüş oluruz. 

Kur'anın insan hayatını ilgilendiren her konuda belirleyici olması gerektiği fikri , Müslümanlar tarafından özümsenmediği müddetçe , şirk tehlikesinin bizim dışımızdakiler için geçerli olduğu fikri bizde kalıcı olacak , ve bu tehlike içine girenler , düştükleri bu durumun farkına bile varamayacaklardır. 

"Şirk" olgusu , Kur'ana bakıldığı zaman toplumların yıkılışına zemin hazırlayan en büyük sebep olarak karşımızda durmasına rağmen , bu yıkılışlar bizlere gerekli ibretleri vermekten uzak bir okumaya tabi tutularak , bu yıkımların artık gerçekleşmeyeceği gibi bir kanıya sahip olmaktayız. Sünnetullah yasalarında değişme olmayacağını hesaba katarak yapılan bir okuma , bu yıkımların şartlar olgunlaştığında kıyamete kadar devam edeceğini bizlere haber vermektedir.

Rabbimiz , bizleri Kur'an dışı kaynaklara itibar ederek, bu kitabı o kaynaklar doğrultusunda okuma hatasından kurtarsın. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

11 Ocak 2016 Pazartesi

FASIK : İstismara Kurban Giden Bir Kur'an Kavramı

Bir düşünceyi veya fikri yozlaştırmanın en kolay yolu , o düşünce veya fikri oluşturan anahtar kavramları ters çevirerek, anlamlarını kendi isteğimiz doğrultusunda yeniden düzenlemekten geçmektedir. Bu yozlaştırma olayını İslam ile ilişiklendirecek olursak , bu dinin kitabı olan Kur'anın , içindeki bazı anahtar kavramları yeniden dizayn ederek buharlaştırma ameliyesi, neredeyse Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında başlayan bir sürecin devamı olarak günümüzde de devam etmektedir.

Geçmişte yönetim kademesinde olanların yapmış olduğu icraatları temize çıkarmak gibi bir görev yüklenen bir takım "Saray Uleması" , bazı kavramları siparişe uygun bir biçimde yeniden dizayn ederek keselerini doldurmuşlardır. Onların yapmış olduğu bu ameliyeler sonucu çıkarmış oldukları kurallar , maalesef sanki dinin bir kuralı gibi gösterilerek bugüne kadar gelinmiştir. 

"Fasık" kavramı, sözünü ettiğimiz bu ameliyeye kurban edilen kavramlardan bir tanesi olarak karşımızda durmakta ve , "Fasık Müslümanın durumu" veya "Fasık imam arkasında namaz kılınır mı ?" veya "Fasık olan ulul emr'e itaat gerekli mi değil mi?" gibi tartışma konuları, hala kitaplardaki yerlerini korumaktadır.

 İtikadi fırkalardan olan , Harici , Mutezile ve Mürcie ve ehli sünnet'in bu konudaki yaklaşımlarının ortak yönünü, bu kavramın anlam alanını kaydıran yaklaşımlar olarak söylemek mümkündür.

Bu yazımızda , "Fasık" kavramının geçtiği ayetleri paylaşarak , bu kavramın anlam alanı hakkında, Kur'an içinde bir gezinti yapmaya çalışacağız. 

"Fasık" kelimesi ; "Çıkmak" anlamındaki Fe-se-ka kelimesinden türemiştir. Bu kullanım, Arapların  taze hurma kabuğundan çıktığında söyledikleri "Fesekarrutabu" sözünden gelmektedir. Kur'an bu kelimeye ıstılahi bir anlam yükleyerek, "Dinden çıkmak" şeklinde bir anlama döndürmüştür.

[018.050]  Yine o vakti hatırla ki biz, meleklere: «Âdem'e secde edin!» demiştik. İblis hariç olmak üzere onlar hemen secde ettiler. İblis cinden oldu, Rabbinin emrinden dışarı çıktı (FEFESEKA). Şimdi siz beni bırakıp da İblis'i ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişmedir.
[010.033]  İşte böylece Rabbinin yoldan çıkanlar (FESEKU)hakkındaki «Onlar inanmazlar» sözü gerçekleşmiş oldu.
[017.016]  Bir kasabayı da helak etmek istediğimiz zaman; varlıklılarına emir veririz de, orada fasıklık yaparlar (FESEKU). Bunun üzerine artık oraya söz hak olur. Ve Biz de onları yerle bir ederiz.
[032.020] Ama yoldan çıkanların (FESEKU), işte onların varacağı yer ateştir. Oradan çıkmak isteyişlerinin her defasında geri çevrilirler ve onlara: «Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın» denir.
[046.020]  İnkar edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: «Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın (TEFSUKUNE)karşılığında alçaltıcı bir azap göreceksiniz»
[002.059]  Ama zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler. Biz de, zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı (YEFSUKUNE) gökten azab indirdik.
[006.049] Ayetlerimizi inkar edenlere yoldan çıkmalarından ötürü (YEFSUKUNE)azab dokunacaktır.
[007.163]  Onlara, deniz kıyısındaki kasabanın durumunu sor. Cumartesi yasaklarına tecavüz ediyorlardı. Cumartesileri balıklar sürüyle geliyor, başka günler gelmiyorlardı. Biz onları, yoldan çıkmaları sebebiyle (YEFSUKUNE)böylece deniyorduk.
[007.165]  Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındıranları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmaları (YEFSUKUNE) yüzünden ağır bir azaba uğrattık.
[029.034]  «Biz, şüphesiz, bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık (YEFSUKUNE) gökten (feci) bir azap indireceğiz.»
[005.003]  Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır (FISKUN). Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
[006.121]  Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış olanlardan yemeyin, çünkü onu yemek yoldan çıkmaktır (FISKUN). Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, muhakkak ki, Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.
[049.006]  Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri (FASIKUN) size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.
[032.018]  Öyle ya, mümin olan, yoldan çıkmış kimse (FASİKAN) gibi midir? Bunlar elbette bir olamazlar.
[002.099] And olsun ki, sana apaçık ayetler indirdik. Onları sadece yoldan çıkmışlar(ELFASİKUNE) inkar eder.
[003.081-82] Allah peygamberlerden ahid almıştı: «And olsun ki size Kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?» demişti. «İkrar ettik» demişlerdi de: «Şahid olun, Ben de sizinle beraber şahidlerdenim» demişti.Artık bundan sonra her kim dönerse işte onlar yoldan çıkmışların (ELFASİKUNE)ta kendileridir.
[003.110] Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. Kitap ehli inanmış olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu; içlerinde inananlar olmakla beraber, çoğu yoldan çıkmıştır (ELFASİKUNE).
[005.047] İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır (ELFASİKUNE).
[005.049] Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır (ELFASİKUNE).
[005.059]  De ki, «Ey kitap ehli! Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamızdan ve çoğunuzun fasık olmasından(ELFASİKUNE) ötürü mü bizden hoşlanmıyorsunuz?»
[005.081] Eğer Allah'a, Peygambere ve ona indirilen Kuran'a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu fasıktır (ELFASİKUNE).
[009.008]  Nasıl olabilir ki, size üstün gelselerdi ne bir yakınlık, ne de bir ahd gözetirlerdi. Kalpleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnut etmeye uğraşırlar; çokları fasıktırlar (ELFASİKUNE).
[009.067]  Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirlerinin tıpkısıdırlar; kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyarlar ve ellerini sıkı tutarlar. Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. Gerçekten münafıklar, yoldan çıkmışların ta kendileridir(ELFASİKUNE).
[009.084]  Onlardan ölen kimseye salat etme, mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini inkar ettiler, fasık olarak öldüler (ELFASİKUNE).
[024.004]  İffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahidliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir (ELFASİKUNE).
[024.055] Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır (ELFASİKUNE).
[046.035]  Artık sen sabret; peygamberlerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi, onlar için de acele etme. Onlar, tehdit edildikleri şeyi (azabı) gördükleri gün, sanki kendileri gündüzün yalnızca bir saati kadar yaşamışlar. (Bu,) Bir tebliğdir. Artık fasık (ELFASİKUNE) olan bir kavimden başkası yıkıma uğratılır mı?
[057.016]  İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir (ELFASİKUNE).
[057.026]  And olsun ki Nuh'u ve İbrahim'i Biz gönderdik; ikisinin soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik; soylarından gelenlerin kimi doğru yoldadır, birçoğu da yoldan çıkmıştır (ELFASİKUNE).
[057.027] Onların izleri üzerinden peygamberlerimizi ard arda gönderdik; Meryem oğlu İsa'yı da ardlarından gönderdik ve ona İncil'i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet duyguları koyduk; üzerlerine bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerinin güya Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları ruhbaniyete bile gereği gibi riayet etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik; ama çoğu yoldan çıkmışlardır (ELFASİKUNE).
[059.019]  Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir (ELFASİKUNE).
[002.026]  Şüphesiz Allah, bir sivrisineği olsun, ondan üstün olanını olsun (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden hak olduğunu bilirler; küfredenler ise, «Allah, bu örnekle neyi amaçlamıştır?» derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete ulaştırır. O bununla ancak fasıkları (ELFASIKİNE) saptırır.
[005.025-26]  Musa: «Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış (ELFASIKİNE) toplumun arasını ayır» dedi. Allah: «Orası onlara kırk yıl haram kılındı; yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış (ELFASIKİNE)kavim için tasalanma» dedi.
[005.106-108]  Ey İnananlar! Ölüm birinize geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki adil kimseyi; şayet yolculukta olup başınıza da ölüm musibeti gelmişse, namazdan sonra alıkoyacağınız, şüpheleniyorsanız, «Akraba bile olsa yeminle hiçbir değeri değiştirmeyeceğiz, Allah'ın şahidliğini gizlemeyeceğiz, yoksa şüphesiz günahkarlardan oluruz» diye yemin eden sizden olmayan iki kişiyi şahid tutun. Eğer bu şahidlerin günah işlemiş oldukları ortaya çıkarsa ölene daha yakın hak sahibi diğer iki kişi bunların yerine geçer ve «Bizim şahidliğimiz ikisininkinden de daha doğrudur, biz aşırı gitmedik, yoksa şüphesiz zulmedenlerden oluruz» diye Allah'a yemin ederler. Bu, şahidliği gerektiği gibi yapmalarını veya yeminlerinden sonra yeminlerin kabul edilmemesinden korkmalarını daha iyi sağlar. Allah'tan sakının, dinleyin. Allah fasık (ELFASIKİNE)kimselere yol göstermez.
[007.101-102]  İşte o kentlerin haberlerini sana anlatıyoruz. And olsun ki onlara peygamberler belgeler getirdi; önceleri yalanladıklarından ötürü inanamadılar. Allah kafirlerin kalblerini böylece kapatıp mühürler.Onların çoğunda ahde bağlılık görmedik, çoğunu fasık kimseler olarak bulduk. (ELFASIKİNE)
[007.145]  Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık. (Ve dedik ki): Bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzelini almalarını emret. Yakında size, yoldan çıkmışların (ELFASIKİNE) yurdunu göstereceğim.
[009.024]  De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri (ELFASIKİNE) doğru yola eriştirmez.»
[009.053]  De ki: «İstekli yahut isteksiz olarak verin, nasıl olsa kabul edilmeyecektir. Siz şüphesiz fasık (ELFASIKİNE) bir topluluksunuz.»
[009.080]  Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Allah'ı ve Peygamberini inkar etmelerinden ötürüdür. Allah fasık (ELFASIKİNE) topluluğu doğru yola eriştirmez.
[009.096] Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsıklar (ELFASIKİNE) topluluğundan asla razı olmaz.
[021.074]  Lut'a da. Ona hüküm ve ilim verdik, onu çirkin işler yapan o memleketten kurtardık. Doğrusu onlar, yoldan çıkmış (elfasıkine) kötü bir kavim idiler.
[027.012]  Elini koynuna sok da kusursuz bembeyaz çıksın. Dokuz ayet ile Firavun ve kavmine (git). Çünkü onlar artık yoldan çıkmış (elfasıkine) bir kavim olmuşlardır.
[028.032] [FK] Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek. İşte bunlar, Firavun'a ve onun adamlarına karşı Rabb'inin verdiği iki delildir. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdirler» (elfasıkine) denildi.
[043.054] Bu şekilde (Firavun) kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler, çünkü yoldan çıkmış (ELFASIKİNE) bir kavim idiler.
[051.046] Daha önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar da yoldan çıkmış (ELFASIKİNE) bir toplum idiler.
[059.005]  Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları (ELFASIKİNE) cezalandırması içindir.
[061.005-6]  Bir zaman Musa kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar (ELFASIKİNE) topluluğunu doğru yola iletmez.Senin onlar adına mağfiret dilemen ile mağfiret dilememen onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir. Şüphesiz Allah, fasık (ELFASIKİNE) olan bir kavme hidayet vermez.
[002.197] Hac, bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder, (yerine getirir) se, (bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak, fısk (ELFÜSÜKU) yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, kuşkusuz, azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup-sakının.
[002.282]  Ey İnananlar! Birbirinize belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. İçinizden bir katip doğru olarak yazsın; katip onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Borçlu olan da yazdırsın, Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan bir şey eksiltmesin. Eğer borçlu, aptal veya aciz, ya da yazdıramıyacak durumda ise, velisi, doğru olarak yazdırsın. Erkeklerinizden iki şahid tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir. Şahidler çağırıldıklarında çekinmesinler. Borç büyük veya küçük olsun, onu süresiyle beraber yazmaya üşenmeyin; bu, Allah katında en doğru, şahidlik için en sağlam ve şüphelenmenizden en uzak olandır. Ancak aranızdaki alışveriş peşin olursa, onu yazmamanızda size bir sorumluluk yoktur. Alışveriş yaptığınızda şahid tutun. Katibe de şahide de zarar verilmesin; eğer zarar verirseniz, o zaman  yoldan çıkmış (ELFUSÜKÜ) olursunuz. Allah'tan sakının, Allah size öğretiyor; Allah her şeyi bilir.
[049.007]  Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı (ELFUSÜKU) ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.
[049.011] Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; inandıktan sonra yoldan çıkmış olmak (ELFUSÜKU) ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir.

Sonuç olarak ; Kur'an içinde geçen "Fasık" kelimesi ve türevlerini alt alta koyup okuduğumuzda, kelimenin doğru yoldan çıkarak yanlış yola girmeyi ifade ettiğini görmekteyiz. "İman" ile Fısk" ın bir arada durması gibi bir durum asla mümkün olmayıp , birisinin olduğu yerde diğerinin olması imkansızdır. Kişi hem iman sahibi hem de fasık olamaz ,"Fasık Müslüman" veya "Fasık imam" deyimini kullanmak , "Kafir Müslüman" , "Münafık Müslüman" , "Müşrik Müslüman" terimlerini bir arada kullanmak ne kadar doğru ise , o deyimleri kullanmak ta o kadar doğrudur.

Bu tür hataların kaynağı , başta birilerini temize çıkarmak adına yapılması ile birlikte , yine klasik düşünce içinde bulunan , günahkar Müslümanların günahları kadar cehennemde ceza gördükten sonra , cennete girecekleri düşüncesi ile bağlantılıdır. Bu tür düşünceler, kaynağını Yahudi düşüncesinden almış bir düşünce olup , Yahudilerin bu iddiaları Kur'an tarafından ret edilmektedir (2.80 / 3.24).

Bu kavramın yanına getirilen "Müslüman" eki , birilerine yaranmak amacının yanı sıra , "Alim" kisvesine sahip olanların , yönetici tabakasına karşı olan tutumlarını göstermesi açısından ibret vericidir. Kelle korkusu , cehennem ateşine tercih eden alimler var oldukça , İslam ümmetinin ayağa kalkmasının mümkün olmayacağını bir kere daha hatırlatmak isteriz. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Ekim 2015 Pazartesi

Ruh Kavramı Üzerinde Bir Düşünce Denemesi

"Ruh" kavramı , önemli  kavramlardan birisi olarak Kur'an da yerini almıştır. Bu kelime , nuzül öncesi arap dilindeki kullanımı ile birlikte , anlam genişlemesine uğrayan kelimelerden olup, günlük dilde kullanılan anlamına ilave olarak izafi bir anlam kazanmıştır. Kur'anın nazil olması ile teknik bir anlam yüklenmiş olan kelimelerin anlaşılabilmesi , bu kelimenin nuzül öncesi arap insanının dilindeki anlamı ile yakından alakalıdır. "Ruh" kelimesinin anlaşılabilmesi , bu kelimenin arap insanının dilindeki anlamı ile yakından alakalı olup , Kur'anın sıkça kullandığı "Teşbih" yani benzetme metodu, bu kelimenin ifade ettiği anlamın anlaşılmasında da kullanılmıştır.

Yazımızda bu, kelimenin Kur'anda geçişlerinin, önce günlük dilde kullanıldığı anlam ile ilgili olan ayetlerini sonra , bu kelimeye Kur'an tarafından katılan anlam üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

"Rihu" kelimesi , etkisi hissedilen fakat gözle görülemeyen kuvvet , rüzgar , esinti , koku gibi anlamlara gelmektedir. Rüzgara bu adın verilmesi , gözle görülmediği , fakat insan üzerinde etkisi hissedildiği ve bir şeyin hareketlenmesine sebeb olduğu içindir. Ruh kelimesini bu anlam üzerinden değerlendirmek gerekmektedir. Önce bu kelimenin hakiki anlamda kullanıldığı ayetleri görerek , konumuz olan kavramın anlaşılmasını kolaylaştıralım.

[016.005-6] Allah davarları da yarattı. Bunlarda sizi soğuktan koruyan (deri, yün, kıl gibi) maddeler ve birçok faydalar vardır. Hem onların etlerini ve ürünlerini de yersiniz. Akşam getirir (turihune), sabah salarken onlarda sizin içîn bir cemal de vardır.

Ayet içinde geçen "Turihune" kelimesi , serinlik ve rüzgarın daha etkin olduğu akşam vaktini ifade etmek için kullanılmıştır. 

 [034.012]  Süleymana da rüzgâr (errihe): sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü (revahuha)bir ay, erimiş bakır menbaını da ona seyl gibi akıttık, hem rabbının iznile elinin altında Cinnîlerden de çalışan vardı, onlardan da her kim emrimizden inhiraf ederse ona Saîr azâbını tattırırız.

[012.087]  Ey oğullarım haydi gidiniz de Yusüfle kardeşinden bir tahassüste bulununuz ve Allahın revhınden (ravhillahi) ye'se düşmeyiniz, çünkü Allâhın revhınden ye'se düşen Ancak kâfirler güruhudur

[056.089] Ferahlık (fe ravhun), hoş kokular (reyhanun) ve bol nimetli cennet onu bekliyor

Vakıa suresinin bu geçen "reyhan" kelimesi , etkisi hisedilen fakat kendisi gözle görülmeyen temel anlamından hareketle "hoş koku" anlamındadır.

[003.117]  Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın (rihin) durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.
 [007.057]  Rüzgârları (erriyahe)rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız.
[008.046]  Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (rihukum) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
[010.022]  Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla (rihin tayyibetin) götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, «Bizi bu tehlikeden kurtarırsan and olsun ki şükredenlerden oluruz» diye O'na yalvarırlar.
[012.094]  Kafile daha Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, öteden babaları: «Şayet ‘Bunadı’ demezseniz, doğrusu, ben Yusuf’un kokusunu(rihi yusufe) alıyorum!» dedi.
 [002.164]  Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarları (erriyahi)ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.
[014.018]  Rabblerini inkâr edenlerin durumu tıpkı fırtınalı bir günde rüzgarın(errihu) şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte asıl uzak sapıklık budur.
 [015.022]  Rüzgarları (erriyahe)aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız.
[017.069]  Yoksa sizi tekrar oraya iade etmesinden, sonra da üzerinize şiddetli bir rüzgar (qasıfen min errihi) gönderip de sizi küfrettiğinizden dolayı garkedeceğinden emin mi oldunuz? Sonra kendiniz için Bize karşı intikam alacak da bulamazsınız.
 [018.045] Onlara dünya hayatinin misalini şöyle ver (Dünya hayatı) gökten indirdiğimiz bir suya benzer ki. onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karışmış, nihayet rüzgarların(erriyahu) savurup götürdüğü bir çöp kırıntısı olmuştur. Allah herşeye muktedirdir.
[021.081] Bereketli kıldığımız yere doğru, Süleyman'ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgarı (errihi asıfeten), onun buyruğuna verdik. Biz herşeyi biliyorduk.
[022.031] Allah'ın birliğini onaylayan kimseler olunuz, O'na ortak koşmayınız. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki gökten yere düşmüş de kuşlara yem olmuş ya da rüzgâr (errihu) tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur.
 [025.048]  Rüzgarları (erriyahe)rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen ve gökten tertemiz bir su indiren O'dur.
[027.063]  Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bolduran ve rahmetinin önünde rüzgarları(erriyahe) müjdeci olarak gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir ilah mı? Allah; onların koştukları ortaklardan münezzehtir.
[030.046] Rahmetinden size tattırmak, emriyle gemiler aksın, lütfundan arayıp kazanmanız için ve belki, şükredersiniz diye, rüzgarları (erriyahe) müjdeleyiciler olarak göndermesi de O'nun ayetlerindendir.
[030.048]  Allah O'dur ki, rüzgârları (erriyahe) gönderir, bunlar da bulutu kaldırır. Derken, Allah onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder; nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah dilediği kullarına yağmuru nasip edince, onlar seviniverirler.
 [030.051] Bir rüzgar (rihen)göndersek de yeşilliklerin sarardığını görseler hemen nankörlüğe başlarlar.
[033.009] Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar(rihen) ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.
[035.009]  Rüzgarları (erriyahe) gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir.
[038.036]  Bunun üzerine ona rüzgârı (errihe) müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan ederdi
Rüzgarın Süleyman (a.s) emrine müsahhar kılınması ile ilgili ayetlerin ne anlama ayrı bir konu başlığı altında değerlendirilebilecek ayetler olup , bu kelime mecaz anlamda " güç kuvvet" anlamında kullanılmış ve Süleyman (a.s) ın hakimiyet alanının genişliği vurgulanmaktadır.
 [041.016]  Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir rüzgâr (rihen sarsaren)gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.
[042.033] Eğer dileyecek olsa rüzgarı (erriha) durdurur. Artık onun (denizin)sırtı üzerine durakalırlar. Şüphe yok ki, bunda elbette âyetler vardır, her ziyâde sabreden, ziyâde şükreden kimse için.
 [045.005]  Gece ile gündüzün birbiri ardından gelmesinde, gökten, Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip, yeri onunla, ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgarları (erriyahe) yönetmesinde, akleden kimseler için dersler vardır.
[046.024]  Nihayet onu, vâdilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur, dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgârdır!(rihun)
[051.041] Âd kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgârı (rihel aqıme)göndermiştik.
[054.019]  Biz onların üstüne, uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgâr(rihen sarsaren) gönderdik.
[055.012]  Yapraklı daneler ve hoş kokulu (erreyhanu) bitkiler vardır.
[069.006] Ad'a gelince; onlar da uğultulu, azgın bir fırtına(rihin sarsarin atiyetin) ile helak edildiler.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri "Rih" kelimesinin ,etkisi hissedilen fakat göz ile görülmeyen , rüzgar , esinti , harekete geçirmek ,  koku  anlamında kullanıldığı ayetlerdir. "Ruh" kelimesini de , etkisi hissedilen fakat göz ile müşahede edilemeyen , hareket ve canlılık kazandıran şey olarak bir anlam etrafında düşünebiliriz.

"Ruh" kelimesinin geçtiği ayetleri okumaya , Adem , İsa ve Meryem'e ruh üflendiğini beyan eden ayetler ile başlayabiliriz.

[032.007-9] Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen (ve nefeha fihi min ruhihi) Allah'tır. Size kulaklar, gözler, kalbler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.
[015.028-9]  Rabbin meleklere: «Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde(ve nefahtü fihi min ruhii) ona secdeye kapanın» demişti.
[038.071-2] Rabbin meleklere şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman (ve nefahtü fihi min ruhii) ona secdeye kapanın.»

[021.091] Mahrem yerini koruyan Meryem'e ruhumuzdan üflemiş (fenefahna fihe min ruhina), onu ve oğlunu, alemler için bir ayet kılmıştık.
[066.012] Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik(fenefahna fihi min ruhina; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden itaat edenlerdendi.
[004.171]  Ey kitab ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, Meryem'e atmış olduğu kelimesi ve O'ndan bir ruhtur.(ve ruhun minhu) Allah'a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinde, Allah (c.c) Adem ve İsa Meryem'e "ruh" üflediğini beyan etmektedir. "Rih" kelimesinin ,  "bir şeyin harekete geçmesi , canlılık kazanması" anlamını dikkate aldığımızda , Allah (c.c) yaratıcı gücü ile biz insanlara hayatiyet kazandırdığını beyan etmektedir. Adem 'in şahsında biz bütün insanlara hayat kazandıranın kendisi olduğunu beyan ederek , gerçek İlah olmanın gücünü , İsa ve Meryem'in ondan bir ruh olması ise , onlarında aynı Adem gibi onun yarattıklarından iki insan olduğu , dolayısı ile ilahlıktan herhangi bir payları olmadığını beyan etmektedir. 

Bir şeyin üflenerek yerinden oynatılması hareketlikve canlılık kazanmasını düşündüğümüzde , Allah (c.c) benzetme metodunu kullanarak , "ruh üfledim" demesi insana kazandırdığı canlılığın anlatılmasıdır.

[017.085]  Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ılimden ancak az bir şey verilmiştir
[040.015] O, dereceleri yükselten, arş sahibi olan Allah, o büyük buluşma gününün dehşetini haber vermek için, kullarından dilediğine emrini tebliğ için rûhu indirir.
[042.052]  İşte böylece Biz; sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitab nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz; onu, kullarımızdan dilediğimizi hidayete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.
[016.002]  O, kullarından dilediği üzerine kendi emrinde Ruh ile melekleri indirir ki, korkutunuz. Şüphe yok ki, Benden başka ilâh yoktur. Artık Benden korkunuz.

Bu ayetlerde "Ruh" kelimesinin ,iman edildiği takdirde , ölü insanı canlandıran , ona hayatiyet kazandıran "vahiy" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Kur'anda bir çok ayette , ölü ile diri nin bir olmadığı , vahye iman etmeyenlerin ölüler ile bir tutulduğu ayetleri göz önüne aldığımızda "Ruh" kelimesinin vahiy anlamında kullanılmasının hikmeti daha kolay anlaşılacaktır. 

[002.087]  Andolsun, biz Musa'ya Kitap verdik ve ardından peşpeşe peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Demek, size ne zaman bir peygamber nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?
[002.253] İşte bu peygamberler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudûs'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelen (ümmet) ler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi de küfretti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır.
[005.110] Allah, «Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an» demişti, «Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitap'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, 'Bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.»

Bakara ve Maide surelerindeki ayetlerde , İsa (a.s) ın "Ruhul Kudus" ile desteklenmiş olduğu beyan edilmektedir. Bu desteklemeden bahsedilme sebebi , onun Hıristiyanların iddia ettiği gibi ilahlıktan bir payı olmadığını vurgulamak amacına dayalı olup , onun kul ve elçi olduğu , Allah (c.c) nin beşer içinde seçtiği elçilere , yine meleklerden seçtiğini beyan ettiği elçiler vasıtası ile vahyetmesinin bir sonucu olarak ona da bu yolla vahyedilerek elçi seçildiği beyan edilmektedir. 

"Ruhul kudus" terkibi , Nahl s. 102. ayetinde yine karşımıza çıkmakta ve kim veya ne olduğu bir tarafa , Muhammed (a.s) a Kur'anın Ruhul kudus tarafından indirildiği bildirilmektedir. Dolayısı ile İsa (a.s) ile Muhammed (a.s) ın durumları , aynı görevi yüklenen kul ve elçiler olmaları nedeniyle bu noktada aynilik kazanmaktadır.  

[016.102]  De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak gereğince indirdi.»

[026.192-93] Muhakkak ki o  âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruhu'l-Emin indirdi.

Şuara s. 193. ayetinde , Kur'anın "Ruhu'l Emin"in indirdiği beyan edilmektedir. Allah (c.c) nin seçtiği beşer elçiye , keyfiyetini ve mahiyetini bilmediğimiz "melek elçi" ile mesajını iletmesi ile ilgili bilgileri göz önünde tutarak bu ayeti okuduğumuzda "emin" (güvenilir) ibaresini, Kur'anın indirilmesi ile bilgileri içeren tekvir s. 21. ayetinde görmekteyiz. Tekvir s. 19. ayetinde "Kerim elçi" olarak bahsedilen kişiden , 21. ayette "Eminin" (güvenilir) olarak bahsedilmektedir. 

Allah (c.c) nin beşer elçiye vahyi iletmekle görevlendirdiği melek elçi den "emin" olarak bahsedilmesinin , Şuara s. 193. ayette ki "Ruhu'l emin" terkibi ile ve Meryem s.17. ayetinde Meryem'e gönderilen elçiden "Ruh" olarak bahsedilmesinin ilişkisini kuracak olursak , Tekvir s. 19. ayetinde bahsedilen "Kerim elçi" ile aynı kişi olduğu anlaşılacaktır.

[019.017] Onlardan öte bir perde çekti derken kendisine ruhumuzu gönderdik de düzgün bir beşer halinde ona temessül ediverdi

Meryem s. 17. ayetinde , Allah (c.c) nin Meryem'e "ruh" gönderdiğini ve bu ruh'un Meryem'e "düzgün beşer" şeklinde temessül ettiği beyan edilmektedir. Allah (c.c) Meryem'e erkek bir çocuğunun olacağını haber vermek için, seçmiş olduğu elçiyi insan kılığında birisi olarak Meryem'e göndermiştir. Şuara s. 193. ayetinde , Kur'anı Muhammed (a.s) a indiren den "Ruh" olarak bahsedilmesini dikkate aldığımızda , Meryem'e gelen beşer kılığındaki elçi Allah (c.c) nin elçilere gönderdiği vahiy elçisidir. 

[058.022]  Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.

Mücadele s. 22. ayetinde , Allah (c.c) nin iman edenleri "ruh" ile desteklediği beyan edilmektedir.Bu desteğin ne olduğu Fussilet s. 30-31. ayetlerinde anlatılmaktadır.

[041.030-1]  Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.Biz dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey sizindir.

Allah (c.c) nin iman edenlere olan desteği , elle tutulur gözle görülür bir şey olmayıp soyut bir şeydir . Allah (c.c) soyut olan bir şeyi bizim zihnimizde somutlaştırmak için "melek" ile bizleri desteklediğini bildirmektedir. Melekler ile desteklemek demek , Allah (c.c) nin iman edenler üzerinde olan gözetim ve kollamasının somutlaştırılmış bir tezahürü olup , Mücadele s. 22. ayeti bu durumu beyan etmektedir. "Rih" kelimesinin sıcak bir iklimde serinliğe hasret olarak yaşayan insanlar nezdindeki değerini düşündüğümüz zaman , "ruh" kelimesi ile ifade edilen kelimenin anlamının , Allah (c.c) nin iman edenlere verdiği ferahlık ve rahatlama daha kolay anlaşılacaktır.

[070.004]  Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.
[078.038]  O gün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân'ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler.
[097.004]  Melekler ve Ruh, o gece Rabblarının izniyle her iş için iner de iner.

Bu ayetlerde ki "melek ve ruh" u anlamak için, Kur'anda geçen "Mele i Ala" terkibi ile kast edilmek istenileni anlamak gerekmektedir. 

[037.008] Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»

Kur'an'a  baktığımızda , Allah (c.c) nin aşkın bir varlık olması nedeniyle bize kendisi ile ilgili olan bilgiyi , zihni kapatisitemizin sahip olduklarına benzeterek anlattığını görürüz. Allah (c.c) kendisini bizlere tanıtmak için "Hükümdar" tasvirini kullanmaktadır. Bizler "Hükümdar" denildiği zaman , tahtı , hazinesi , elçileri , orduları , mele yani yakın çevresi gibi kendisine has olguları zihnimizde canlandırırız. 

Allah (c.c) kendisini "Hükümdar" olarak tanıtması çerçevesinde, etrafında "melei ala" (yüce topluluk) olduğunu bildirmektedir. Bizler bu topluluğun nasıllığı hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. "Melek" kelimesi ile bahsedilen varlıklar , böyle bir teşbih sonucu Allah (c.c) nin hükümdarlığının bir uzantısı olarak , bizlere bazı şeyleri anlatmak için kullanığı bir anlatım uslubunun somutlaştırılmış halidir. 

"Melek" denilince bizler onların ontolojik olarak nasıllığını değil , Allah (c.c) nin yüce bir hükümdar olması hasebiyle , onun mülkü altında yaşayan kulları olduğumuzu hatırlarız. Bu hükümdar, mesajını bildirmek için yeryüzünde yaşayan hükümdarler nasıl elçi kullanırsa kendi hükümdarlığını hatırlatmak için "elçi" kullandığını beyan eder. 

Allah (c.c) bu elçileri "İnsan ve Melek" lerden seçtiğini bildirir. İnsan elçiler gözümüzün gördüğü nesneler olup, beşer elçilere mesaj ulaştıran "Melek elçi" lerin mahiyeti hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Bizlerin "Melek" kavramını , sadece soyut bir şeyi bizim gözümüzde somutlaştırmak için kullanılan bir isim olarak bilmemizin yeterli olduğunu düşünmekteyiz.  

Kur'anın "Ruh" kavramı etrafında bizlere vermek istediği mesajı , öncelikle bu kelimenin "Etkisi hissedilen fakat gözle görülmeyen şey" temel anlamından hareketle rüzgar , koku gibi anlamı olan "Rih" kelimesi ile aynı kökten olduğunu gördük. Rüzgar estiği zaman , esintisi gözle görülmez fakat etraftaki nesnelerin hareketlenmesinden , veya bizleri ferahlatmasından bu olayı anlarız. 

Kur'anın ilk muhataplarının sıcak bir bölgede yaşayan insanlar olduğunu düşünecek olursak , tatlı bir esintinin onlar için ne kadar faydalı ve ne kadar rahatlatıcı olmasından hareketle inen vahiy, "Ruh" kelimesi üzerinden tasvir edilerek, o bölgede yaşayan insanlar için , onları rahatlatan , canlılık kazandıran bir rüzgara benzetilmiştir. 

Bereketli yağmurların gökten inerek, ölü bir beldeyi canlandırması ile ilgili ayetleri dikkate alarak , yağmurun ölü beldeyi canlandırması ile ilgili yapılan anlatımları , vahyin ölüleri canlandırmış olması ile birlikte düşündüğümüz zaman , yağmurların müjdecisi olarak , yağmurdan önce esen rüzgarlar yani "Riyah" , nasıl yağmuru taşıyorsa , vahyin taşıyıcılığını yapanların yani beşer elçiye ulaştıranın da "Ruh" olarak tanımlanmasının ne demek olduğu daha kolay anlaşılacaktır.

Sonuç olarak ; Kur'an , "Ruh" kavramının ne olduğunu anlatmak için, bir çok yerde kullandığı "Teşbih" yani benzetme uslubunu kullanmaktadır. Etkisi hissedilen fakat kendisi gözle müşahede edilmeyen bir şey olan rüzgar'ın, arapçada ki karşılığı olan "Rih" kelimesinin hakiki anlamda kullanıldığı ayetleri dikkate alarak, bu kavramın bizler için ne ifade ettiğini anlamak kolaylaşacaktır.

Bu kelime , 1- Allah (c.c) nin yarattığı insana "Ruh" üflemesinden bahsettiği ayetler bağlamında , "Rih" kelimesinin insan zihninde hatırlattığı anlama uygun olarak , insana hayatiyet kazandırılması , canlılık verilmesi  , Allah (c.c) nin yaratıcı gücünün bir tezahürü olarak , 2- rüzgarın esmesi ile durağan bir şeyin hareket eder hale gelmesi gibi , vahyin inmesi ile ölülerin canlılık kazanması hayatı canlandırmasına benzetilerek "vahiy" olarak , 3- yağmur öncesi rüzgarlar nasıl taşıyıcılık yapıyor ve yağmur vahiy gibi ölü beldeyi diriltiyor ise vahyin taşıyıcılığını yaparak  beşer elçiye getirilmesi de "Ruh" kelimesi ile ifade edilmiştir. 

Vahyin taşıyıcılığını yaptığı ifade edilen "Ruhu'l kudus" , "Ruhu'l emin" gibi terimlerin ifade ettiği anlamlar bizlere soyut olan şeyleri somutlaştırmak amacı ile kullanılmış terimlerdir. Melek kavramı ile bütünleşen bu terimler bizlerin şahid olamadığı bir alan ile ilgili bilgileri , şahid olduğumuz alana ait bilgilere benzetilerek anlatılmasından ibaret olup , ne veya nasıl oldukları konusunda gaybı taşlamak diyebileceğimiz yorumlardan uzak durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Bu anlatımların asıl amacı , vahyin Allah (c.c) katından olduğunun beyan edilmesi olup , bize düşen onu getirenlerin nasıllığı veya ne liği değil , gelen vahyin okunup , hayata pratize edilmesidir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.