29 Eylül 2017 Cuma

Allah'ın Adem'e İsimleri Öğretmesi Bize Dair Neler Söylemektedir?

Bakara s. içinde geçen Adem ve İblis kıssasında, Allah (c.c) Adem'i yarattıktan sonra ona isimlerin tümünü öğrettiğini bildirmektedir (bakara s. 31. ayet). Adem ve İblis kıssası direk olarak bütün insanları ilgilendirmesi nedeniyle, bu öğretmenin bizler için ne anlam ifade edebileceği bu yazımızın konusu olacaktır.

 Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesinin anlamını, insanın yaşamını doğru biçimde idame ettirmesini sağlayacak olan tüm temiz fıtri bilgiler olarak tarif edebiliriz. Ancak burada Öyleyse Allah (c.c) nin bir çok ayette insana iki yol göstermesini, ona fücuru ve takvayı ilham etmesini beyan etmiş olmasını nasıl anlayabiliriz? sorusu sorulabilir.

Evet, Allah (c.c) insanı iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapıda yaratmıştır. Ancak insanın kötülüğe meyyal tarafının baskın gelmesi, Adem ve İblis kıssasının en önemli aktörü olan Şeytan'ın insan üzerindeki etkisi nedeniyledir. Allah (c.c) insana fesat ve bozgunculuk yapmasını gerektirecek isimler öğretmemiştir. 

Allah (c.c) nin insana kötülük ile ilgili isimleri öğretmediğini nasıl ve nereden anlıyoruz?.

Bakara s. içinde geçen Adem ve İblis kıssasına baktığımızda surenin 30. ayetinde Allah (c.c) meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" dediğinde, melekler bu söze karşılık "yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?" demekte, meleklerin bu sözlerine karşılık ise Allah (c.c) onlara "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" diyerek, yaratacağı insanın yeryüzünde fesat çıkaran ve kan dökücülüğü öğretmediği birisini olacağının işaretini vermiştir.

Allah (c.c) Adem'i yaratıp ona isimlerin tümünü öğrettikten, Adem ise öğrendiği bu isimleri meleklere haber verdikten sonra, Allah (c.c) nin meleklere "Ben gökler ve yerde görünmeyeni biliyorum, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim, diye size söylememiş miydim?" demiş olması, meleklerin fesat ve kan dökücülük isnat ettiği insana, bu fiilleri işleyebilecek yeteneğe sahip olacağı isimleri Allah'ın öğretmediğini göstermektedir.

Peki, Allah'ın fesatçılık ve kan dökücülük öğretmediği insana bu fiilleri kim öğretti?.

Bu sorunun cevabını, İblis'in Ademe secde etmemesi neticesinde huzurdan kovulması, Allah'tan insanları onun öğrettiği isimlere aykırı davranışlar sergilemelerini iğva etmek için kıyamete kadar mühlet istemesinde, ve bu mühletin ona verilmesinde bulmaktayız.

İşte Allah'ın insana öğrettiği isimler içinde bulunmayan Fesatçılık, ve Kan dökücülük olarak gördüğümüz olumsuz davranışların kaynağı Allah değil Şeytan'dır. Allah bu noktada insana iki yol göstermiş, bu iki yolun hangisini seçerse bu seçimlerinin onlara ne gibi karşılığı olacağını bildirmiş, seçimi hangisi olursa olsun ona müdahale etmeden seçtiği yolu ona açmaktadır.  Adem ve İblis kıssası içinde geçen ayetlerde, Şeytan'ın onlara düşman olduğu haber verilerek, ona uydukları takdirde başlarına gelecek olanın haber verildiği ayetlerde de görmekteyiz. Allah Adem ile eşine yolu göstermiş, fakat seçimlerinde onlara müdahale etmemiş, onları seçimlerinde serbest bırakmıştır.

Allah Adem ile eşine, onlara öğrettiği isimler dahilinde bir yaşam sürdükleri takdirde cennette kalabileceklerini haber vermiştir. Fakat Şeytan devreye girerek, onlara öğretilen bu temiz öğretilerin aksine kirli öğretileri onlara süslü göstermek sureti ile onların ayaklarını kaydırmıştır.

İnsanın olumsuz tarafı olarak fesatçılık ve kan dökücülüğünün öne çıkması, Bakara suresinin diğer ayetlerde gördüğümüz İsrailoğullarının yaptıkları yanlışlar ile ilgilidir. Bakara suresi içinde anlatılan İsrailoğulları ile ilgili ayetlerde, onların fesatçılık ve kan dökücülüklerinin öne çıktığı dikkat çekmekte, onların bu yanlışlarının sebebinin ise, Allah'ın öğretilerini bırakarak Şeytan'ın öğretilerine tabi olmaları neticesinde olduğu anlatılmak istenmektedir. Adem ve İblis kıssasının hemen arkasından uzun bir bölüm İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin gelmesi dikkat çekicidir.

[007.071]  «Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve öfkesini hak ettiniz. Allah'ın hiçbir delil indirmediği, isimlerini de siz ve babalarınızın koyduğu putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim» dedi.


[012.040]  Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

[053.023] Aslında bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu, kuru isimlerden, boş lafızlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılıklarına delil olabilecek hiçbir şey indirmemiştir. Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar. Halbuki onlara Rab’leri tarafından uyacakları mükemmel Rehber çoktan gelmiş bulunuyor!

[013.033] Böylece herkesin bütün kazancım gözetim altına alan zat (Allah) hiç inkar edilir mi? Tuttular Allah'a ortaklar koştular. De ki: «Söyleyin bakalım onların isimlerini!» O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz, yoksa anlamı olmayan sadece kuru bir laf mı? Doğrusu küfre saplananlara hileleri hoş gösterildi ve doğru yoldan saptırıldılar. Allah her kimi saptırırsa artık onu yola getirecek yoktur!

Yukarıdaki ayetleri dikkatle okuduğumuz zaman, şirk konusunda insanların düştükleri yanılgılarda, Allah'a rağmen insanların yaşamları konusunda isim koyma yetkisini kendilerinde görmesinin rol oynadığını görmekteyiz. Çünkü Allah'ın insana öğrettiği isimlerde onu şirke düşürecek herhangi bir bilgi yoktur. Şirk, insanın fıtratında bulunan bir özellik değil, sonradan oluşan yani Şeytan olgusunun devreye girmesi ile meydana gelen arızi bir durumdur. İnsanın şirke düşmesi kendi fıtratına yüklenmiş olan temiz bilgiyi terk ederek, Şeytan tarafından empoze edilen kirli bilgiyi tercih etmesi, bu bilgilerin gösterdiği doğrultuda isimler edinmesidir.


Bu noktada Şeytanın kimliği gündeme gelecektir. Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki insan kendisinin şeytanı olabilir. Onun fücura yönelmeye olan itiyadı, içindeki şeytanın harekete geçmesi ile gerçekleşmektedir. Şeytan olarak bildiğimi şey, kafasında boynuz elinde iki uçlu mızrak ile karikatürize edilen korkunç bir yaratık değildir. İnsannın kendi cinsinden olan yakınları da onun şeytanı olabilir. Hülasa şeytanı, İnsanın ayağının cennetten kaymasına sebep olan her şey olarak tarif etmek mümkündür.

Ütopik (imkansız) olsa da, olayın daha net anlaşılabilmesi için şöyle kurgu bir hayat sunabiliriz;

Bir kişi dünyaya gelir ve yaşamında sadece kendisine öğretilen temiz bilgileri uygulama alanına koyar, kendisine içinden seslenen kötü duygulara asla prim vermez, yaşadığı hayat içinde karşısına çıkan kişiler ve olaylar hakkındaki yaklaşımını Allah'ın kendisine öğrettiği isimlerin gösterdiği yönde değerlendirir. İşte böyle bir insan tipinin ahiret karşılığı cennet olacaktır. Ancak başta da söylediğimiz gibi bu imkansız bir olay olup, yaşama alanına çıkan her insan bir takım tehlikeler ile karşı karşıya mutlaka kalacaktır.
Bu noktada devreye Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar girmektedir.

Zaman içinde şeytan iğvası ile bozulan insanların imdadına elçiler ve kitaplar yetişmekte, insanın unuttuğu temiz duyguları ve yaşamı onlara tekrar hatırlatmakta, onların fabrika ayarlarına geri dönmeleri konusunda uyarılar ve hatırlatmalarda bulunmaktadırlar.

Sonuç olarak; Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesi, onun fıtratına temiz bilgileri yerleştirmesi anlamında olup, bu temiz bilgiler şeytan tarafından bozulmadığı sürece insanı cennete taşıyacaktır. Ancak şeytan insanın hiç bir zaman rahat bırakmamakta, onun ayağını kaydırmak için fırsat kollamaktadır. 

Allah'ın insana öğrettiği isimler kullanılarak yaşanan hayatlar, insanı cennete taşırken, Allah'ın dışındakilerin öğrettiği isimler insanı cehenneme taşıyacaktır.


                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Adem İle Eşinin Cennette Yerleştirilmesi Bize Dair Neler Söylemektedir?

Adem ve İblis kıssasının, yaratılmış bütün insanları direk olarak ilgilendiren bir kıssa olması nedeniyle, Kur'an içindeki kıssaların en önemlisi (diğer kıssaların önemsiz olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz) olduğunu söyleyebiliriz. Kıssa içinde geçen Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesi ile ilgili olarak tefsirlerde tartışılan konulardan bir tanesi de, onların yerleştikleri cennetin nerede olduğu yönündedir. 

Bu gibi soruların, kıssayı anlamaktan daha çok anlamamayı, yani kıssadan hisse alamamayı beraberinde getirmesi bakımından vakit kaybından başka bir şey olmadığını düşünmekteyiz. Halbuki, Bu kıssa bize dönük ne gibi mesajlar içeriyor olabilir? sorusu sorularak, bu sorunun cevabı aranmaya çalışılmış olsa idi, bu gibi soruların cevaplarını aramaya çalışmakla vakit kaybedilmeyerek kıssadan hisse alınması mümkün olabilirdi.

Biz bu yazımızda, Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesi bize dair neler söylemektedir? sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Bu sorunun cevabını bulabilmek için, Bakara s. içindeki kıssada geçen Ademin yaratılışı ile ilgili ayetler, bize yol gösterecektir.

[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.

Bakara s. 30 ayetinde geçen Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? cümlesi, fıtratına uygun davranmayan insanın bozguncu yönünü göstermesi bakımından dikkat çekici bir cümledir.

[002.031] Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: «Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları bana isimleriyle haber verin» dedi.

Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesini, İnsanın yaşamını doğru biçimde idame ettirmesini sağlayacak olan doğuştan sahip olduğu tüm fıtri bilgi ve yetenekler olarak okumak mümkündür.

[002.032] Dediler ki: «Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hakim'sin».

Bu ayette meleklerin söylediği "Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur" cümlesi. Bilginin öğrenilmesi gereken adresi göstermesi açısından önemli bir cümledir. Alim ve Hakim olan Allah'ın öğrettiği bilgiden başka bilgiler ve öğreticiler aramak, arayanları hüsrana düşürecektir. Kıssada Adem'in düştüğü yanlış, Allah'ın kendisine öğrettiği bilgiyi terk ederek, Şeytanın iğvasını tercih etmiş olmasıdır.

[002.033] (Allah:) «Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver» dedi. O da, bunları onlara isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: «Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da ben bilirim.»

Ademin isimleri haber vermesi, bu isimleri öğrendiğini göstermektedir. Bu durum bize bütün insanların yaşamlarında doğru biçimde ilerlemelerini sağlayacak olan bilgiler ile mücehhez olduğunu da göstermektedir. Aynı zamanda Allah'ın Ademi yaratacağı zaman meleklerin, "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" şeklindeki itirazlarının yersiz olduğu, Ademe Allah'ın kan dökücülüğü ve fesat çıkarıcılığı öğretmediği anlaşılmaktadır. 

Bu noktada, İnsan fesadı ve kan dökücülüğü Allah'tan öğrenmedi ise o zaman kimden öğrendi? sorusu akla gelecek, bu sorunun cevabı ise kıssa içinde önemli bir aktör olan İblis'in ağzından dökülen insana ne gibi kötülükler yapacağını vaat eden sözlerden öğrenilebilecektir.

Bundan sonraki olaylar, Adem'in şahsında yaşamı için gerekli olan fıtri bilgileri donanmış olan insanın, mükellef bir varlık olarak hayat sahasına atılması, ve bu yolda önüne çıkan en büyük engel olan Şeytan tarafından nasıl tökezlenebileceğini gösterecektir.

[002.034] Meleklere, «Adem'e secde edin» demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu.

Tüm meleklerin Adem'e secde etme emrine karşı gelen İblisin, secde etmeme gerekçesini ve kendisine mühlet verildiği takdirde insana ne gibi kötülükler yapabileceğini, bu kıssanın geçtiği diğer suredeki ayetlerde görmekteyiz. Şeytan artık bundan sonra insanın kıyamete kadar en büyük düşmanıdır, ve bu düşman insana en büyük kötülüğü onu cennetten çıkararak yapmış, ve halen de yapmakta, kıyamete kadar da yapacaktır.

[002.035] Dedik ki; «Ey Adem, sen ve eşin Cennette yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi bolbol yiyiniz, fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz.»

Adem yaratılmış, akabinde meleklerin ona secde etmesi emredilmiş, İblis hariç bütün melekler secde etmiş, bundan sonra İblis artık Şeytan olarak anılmaya başlanmış, insana kıyamete kadar düşman olacağını ilan etmiştir. Şeytan Adem'in şahsında bütün insanlar için artık amansız bir düşmandır.

Bakara s. 35. ayetine gelince Allah (c.c) Adem ve eşini bir ağaç haricinde oradaki bütün nimetlerden faydalanabileceklerini söyleyerek cennette yerleştirmiştir. Bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlere bakıldığında yapılan yorumların Adem ile eşinin yerleştirildiği cennetin, ahiretteki cennet mi yoksa dünya üzerindeki bir bahçe mi olduğu tartışılmış, ve bu tartışma halen yapılmaktadır. Biz bu tartışmaların hiç bir tarafında olmadığımızı hatta bu tartışmaların gereksiz olduğunu yeniden hatırlatarak, bu yerleştirilmenin bizim için ne ifade edebileceğini düşünmeye çalışacağız.

Allah (c.c) Adem'e isimleri öğretmesini, onun yaşamı içinde ona gerekli olan fıtri bilgilere sahip olması olarak okumak gerektiğini merkeze aldığımızda, Adem ve eşi Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenmiş olan fıtri bilgileri taşıdığı sürece cennette kalacaklardır. Bu durumu bizler için düşündüğümüzde şunları söyleyebiliriz.

Bütün insanlar tıpkı Adem gibi yaşamları içinde kendilerinin doğru yolda yürümelerini sağlayacak olan fıtri bilgileri mücehhez olarak yaratılmışlardır. İnsan şayet hayatı boyunca bu fıtri bilgileri kendisine rehber edinerek hayat yolunda yürüdüğü zaman, bu yolun sonu ebedi cennete varacaktır. Adem ile eşinin cennette yerleştirilmiş olması işte bu durumu ifade etmektedir. Adem ve eşi şayet Allah (c.c) tarafından kendilerine öğretilen isimleri hayatlarında tatbik ettikleri sürece cennette kalacaklardır. 

Ancak Şeytan bu noktada devreye girmekte, insanın ayağına çelme takmak için her an tetikte beklemektedir. Ona yüklene fıtri bilgileri ona unutturmak, insanın unuttuğu fıtri bilgiden doğan açığı, kendisinin iğva ettiği bilgi ile doldurmak, onun ana görevidir.

Her insan yaratıldığı andan itibaren potansiyel cennet adayı bir birey olarak doğmaktadır. Allah (c.c) bütün insanların fıtratlarına yükledikleri bilgiyi yaşamları boyunca herhangi bir dış faktörün etkisi altına girmeden pratiğe aktardıkları sürece, sahip oldukları fıtri bilgiler onları cennete taşıyacaktır.

Bakara s. 30. ayetinde geçen insanın yeryüzünde fesat çıkarıcılığı ve kan dökücülüğü, Allah'ın ona öğrettiği isimleri, yani Allah'ın ona öğrettiği doğru fıtri bilgileri kullanmayarak, başkaları tarafından öğretilen isimlere yani fıtratını bozacak bilgilere yönelmesi, insanı fesada ve kan dökücülüğe yöneltmektedir. İnsanın kan dökücü ve fesat çıkarıcı olması, fıtratındaki bilgileri başka bilgiler ile değiştirmek neticesinde meydana gelmektedir.

[002.036] Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı, onlara «Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz» dedik.

Şeytanın Adem ile eşine ne gibi vesveseler vererek onların ayaklarını cennetten kaydırdığına dair ayetler, kıssanın diğer surelerindedir. Adem ile eşi, şayet Allah tarafından kendilerine öğretilen isimleri hayata geçiren bir yaşam sürmüş olsalardı, böyle bir cezaya çarptırılmayacaklardı. Fakat insanın ebedi düşmanı Şeytan onu hiç bir zaman yalnız bırakmamakta, Allah'ın onlara öğrettiği isimleri, yani fıtri bilgileri unutan bir hayat sürmeleri için, onlara her zaman iğvada bulunmaktadır.

[002.037] Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Şeytanın iğvası sonucu hata yapan insanın, bu hatasından tevbe ederek dönmesi mümkündür. Adem'in Şeytanın iğvası sonucunda düştüğü hatanın telafisi bu şekilde mümkün olmuştur. İnsan şayet yaşadığı hayat içinde böyle bir hataya düşecek olursa, yaptığı hatadan dönme imkanı bulunmaktadır. 

Allah'ın Adem ile eşine yasakladığı ağaç bizim için ne ifade etmektedir?.

Allah (c.c) Adem ile eşine yasakladığı ağaç, onun bize emrettiği yasakları sembolize etmektedir. Allah kullarının hayatlarına bir takım yasaklar koymak sureti ile müdahale etmekte, onun tarafından konulan bu yasaklar insan tarafından elçileri aracılığı ile gönderdiği kitaplarda bulunmakta, bu yasaklar insan fıtratı ile herhangi bir uyumsuzluk arz etmemektedir. Şeytan insana olan düşmanlığını onlara bu yasakları çiğnetmek sureti ile gerçekleştirmekte, bu yasakları çiğnetirken ise, bu yasakları onlara güzel göstermektedir.

Burada insana düşen görev, Allah (c.c) ona neyi yasaklamış ise, o yasakların delinmesi için yapılan hiç bir tavsiyeye prim vermemesi olmalıdır. Şeytan denilince aklımıza, bizim ayağımızı cennetten kaydırmak için çalışan her türlü kişi, kuruluş, düşünce gibi şeyler geldiği zaman, bu kavramın anlamı daha net anlaşılacaktır.

Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Adem kıssası bütün insanları birebir ilgilendiren bir kıssa olması nedeniyle hepimizi yakından ilgilendirmektedir. Onun ve eşinin cennete yerleştirilmesi, insanın doğuştan sahip olduğu fıtri bilgileri kullanan bir hayat sürdüğü takdirde potansiyel bir cennet adayı olması anlamına gelmektedir.

Ancak Şeytan bu noktada devreye girmekte, insanın ayağını cennetten kaydırmak amacı ile ona her türlü iğvayı yapmaya çalışmaktadır. Şeytanın iğvasına kapılan insan için bu hatasından dönme imkanı bulunmakta, tevbe ettiği takdirde tevbesi kabul olmaktadır.

Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesini hangi cennette yerleştirilmiş olabileceği üzerinden yapılan tartışmalar, kıssanın bize dair ne gibi mesajları olabileceğini anlamaktan uzak tartışmalar olması nedeniyle bu tür kısır tartışmalardan uzak durulması daha doğru olacaktır. 

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


25 Eylül 2017 Pazartesi

Bakara s. 2. Ayetindeki "Zalikel Kitabu" İfadesi Üzerinde Bir Mülahaza

Bakara s. 2. ayetinde geçen Zalikel Kitabu ifadesi, bütün meallerde Türkçeye,  İşte bu kitap şeklinde çevrilmektedir. Çeviride herhangi bir yanlışlık olduğunu iddia etmemekle birlikte, İşte bu kitap ifadesinin, kitabın iniş süreci içinde Medine'de inen ayetlerden olması, Kur'an'ın iki kapak arasına alınmasının yani bildiğimiz anlamda kitaplaşmasının, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında gerçekleştiğini hesaba kattığımızda, bu ifade bazı kimselerin kafasında soru işaretleri oluşturabilecek, henüz iki kapak arasına alınmamış bir kitap için neden böyle bir ifade kullanıldığının cevabı aranacaktır. 

Yazımızda, bazı kimselerde oluşabilecek bu türden soruların cevabını aramaya çalışacağız.

Bazı kimselerin kafasında oluşabilecek bu türden soruların başta gelen sebebi, Kitap denilince zihnimizde ilk olarak, iki kapak arasına alınmış kağıttan mamul bir materyal şeklinde bir anlamının oluşmuş olmasıdır. Halbuki Arapçada bu kelimenin anlamı sadece bu şekilde değildir. Kelimenin Arap dilindeki anlamını öğrendiğimiz zaman, böyle bir sorunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

El ketbü: İki deriyi dikmek sureti ile birbirine eklemek.
Ketebtüssiqae: Su tulumunu diktim.
Ketebtül bağlete: Dişi katırın fercinin dudağını (bir halkayla) birleştirdim.

Bu kelime yaygın dilde ise, harfleri yazarak birbirine eklemek anlamında kullanılır. Ayrıca bu kelime ağızdan çıkan lafzın birbirine eklenmesi ile ilgili de kullanılmaktadır. Konumuzu aydınlatacak olan nokta, kelimenin bu anlamıdır. Kitap kelimesinin anlamlarından birisini, ağızdan peş peşe çıkan harflerin oluşturduğu cümleler olarak tarif ettiğimiz zaman, Bakara s. 2. ayetinde geçen ibare açıklığa kavuşacaktır.

Kur'an bilindiği üzere Muhammed (a.s) a yazılı olarak değil, sözlü olarak inen bir vahiydir. Yaklaşık 1500 yıl öncesi Medine'ye gidecek olursak karşımıza şöyle bir manzara çıkacaktır. Bakara s. 2. ayeti olarak bildiğimiz Zalikel Kitabu .............. diye devam eden ayetler, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkarak muhataplarına okunmaktadır. Fakat zalike zamirinin işaret etmiş olduğu kitap Muhammed (a.s) ın elinde yoktur. Bizim anladığımız dilde, bir kimse bize İşte bu kitap şeklinde bir hitapta bulunacak olduğunda, elinde işaret ettiği herhangi bir kitap eğer yoksa ona Hangi kitabı işaret ediyorsun? şeklinde bir soruyu haklı olarak sorarız.

Fakat Medine'deki ilk muhatap olan Araplar, Muhammed (a.s) a böyle bir soru sormamışlardır. Çünkü Kitap kelimesini duyduklarında, bu kelime anlam olarak onların zihninde sadece iki kapak arasındaki bir materyal olarak ifadesini bulmamaktadır. Bakara s. 2. ayetinden önce 1. ayeti olan Elif, Lam, Mim harfleri, İşte bu kitap ifadesinin ne anlama geldiğini onlara anlatmakta idi.

Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan ve Elif, Lam, Mim gibi Arap alfabesinin oluşturduğu harfler ile kurulan kelimeler, kelimelerin oluşturduğu cümleler, cümlelerin oluşturduğu ayetler, bu ayetlerin oluşturduğu sureler, İşte bu kitap ifadesinin Arap zihnindeki anlamını karşılamakta idi. Yani ilk muhataplar bu ifadeyi duyduklarında Hangi kitap? diye bir soru sormaya gerek duymamışlar, bu kelimenin onların zihnindeki anlamını karşılayan, ağızdan peş peşe çıkan harflerin oluşturduğu cümleler anlamı onlara yeterli gelmiştir.

Netice olarak, Bakara s. 2. ayetindeki Zalikel Kitabu ifadesi, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan harflerin birleşmesi ile meydana gelen vahyi ifade etmektedir. Bu bağlamda Kitap kelimesinin bu anlamı, bizlere genel bir kanı olan Kitap verilen elçi, Kitap verilmeyen elçi ayrımının yanlışlığını da ortaya çıkaracaktır. Çünkü bu hataya düşülmesinin en başta gelen sebebi, kitap kelimesinin sadece iki kapak arasındaki bir materyal olarak anlamlandırılmış olmasıdır.

Kur'an'a baktığımızda Allah (c.c) nin gönderdiği beşer elçilerin klasik tarifteki gibi bir kısmının Nebi, bir kısmının ise Resul olduğunu değil, tamamının NEBİ RESUL olduğunu görürüz. Allah (c.c) gönderdiği bütün elçilerine önce vahyederek onların NEBİ olmasını sağlamıştır. Onların Nebi olması kendilerine kitap verilmiş olması gelmektedir. Çünkü beşer elçiler kendilerine indirilen vahyi kavimlerine iletmekle görevli kişiler olup, bu görevleri onları aynı zamanda RESUL olmalarını beraberinde getirmekte idi. 

Bütün elçiler ağızlarından çıkan ve kavimlerinin dili olan harflerin oluşturduğu cümleler ile kendilerine inen vahyi muhataplarına tebliğ etmişlerdir. Bu anlamda kendisine kitap inmeyen elçi diye bir şey olması asla mümkün değildir. Çünkü kitap kelimesinin anlam alanına, ağızdan çıkan harflerin oluşturduğu cümleleri dahil ettiğimiz zaman, bütün elçilerin Allah'tan vahiy aldıkları, ve aldıkları bu vahyin kitap kelimesinin anlamını karşıladığı dikkate alındığında, genel geçer olarak bilinen bir yanlışın önüne de geçilmiş olacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an içinde geçen bazı kelimelerin sahip oldukları anlamlara dikkat etmeden yapılan okumalarda, zihinlerde cevap bekleyen bir takım soruların oluşması kaçınılmazdır. Bakara s. 2. ayetinden geçen Zalikel Kitabu ifadesindeki kitap kelimesi, eğer bizim zihnimizdeki klasik anlamı çerçevesinde anlaşılacak olduğunda, ortaya bir takım soruların çıkması muhtemeldir. Ancak bu kelimenin sahip olduğu başka anlamları da dikkate alarak ifadeyi anlamaya çalıştığımızda, ortada herhangi bir sorun kalmayacaktır. 

Ayrıca kitap kelimesinin bu anlamı, doğru bildiğimiz yanlışlardan olan Nebi ve Resul kavramlarının da doğru bir zemine oturmasını sağlayacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

18 Eylül 2017 Pazartesi

Şems s. 15. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ı Türkçeye çevrilmiş meallerinden okuyan, ve okumayı farklı mealleri karşılaştırmak sureti ile yapanlar, Şems s. 15. ayetinin birbirinden farklı anlama gelen iki şekilde çevrildiğini görecek, ve hangi çevirinin daha isabetli olabileceğinin cevabını arayacaklardır. Yazımızda bu ayetin iki farklı çevirisinden hangisinin daha uygun olabileceği üzerindeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.

وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا

1. gurup çeviriler.

[091.015] [Diyanet İşleri] Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur.
[091.015] [Elmalılı Hamdi Yazır] Öyle ya o sonundan korkacak değil ki.
[091.015] [Ömer Nasuhi Bilmen] Ve Allah Teâlâ onların bu ihlak-i akibetinden korkacak değildir.

2. gurup çeviriler.

[091.015] [Bayraktar Bayraklı]Çünkü onların hiç biri başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyorlardı.
[091.015] [Mustafa İslamoğlu] Çünkü o (kavim) kendi akıbetinden zerrece endişe etmezdi.
[091.015] [Muhammed Esed] Çünkü (onlardan hiçbiri başlarına gelecek olan şeyin korkusunu taşımıyordu.

1. guruptaki çevirilerde Şems s. 15. ayetinin, Allah (c.c) nin Semud kavminin helak etmiş olmasından dolayı herhangi bir sorumluluğu veya o kavmi helak ederken korkacağı herhangi bir merci olmadığını beyan eden bir anlama sahip olduğu anlaşılır iken, 2. guruptaki çevirilerde, Semud kavminin başlarına gelecek olan helaktan korkmadıkları şeklinde bir anlama sahip olduğu anlaşılmaktadır. 

Kanaatimizin, 1. guruptaki mealler doğrultusunda yapılan meallerin daha isabetli olduğu yönünde olduğunu baştan söyleyerek, bu kanaatimizi dayandırdığımız delillerimiz de şöyledir;


Ayetin bağlamı Şems s. 11. ayetinden itibaren başlayan Salih (a.s) kıssası ile alakalıdır, ve 15. ayetin anlamını tespit etmekte kıssanın bağlamı bize yol gösterecektir.

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا
Semûd, azgınlığıyle yalanlamıştı. 
[091.011] Semud, azgınlığı yüzünden yalanladı

إِذِ انْبَعَثَ أَشْقَاهَا 
[091.012] En azgınları ileri atıldığında.

فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا
[091.013]  Allah'ın resulü onlara: Allah'ın devesi ve onun su hakkı, demişti.

فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّاهَا
[091.014] Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti onları.

وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا
[091.015] (Allah, asla) Bunun sonucundan korkmaz.

Şems s. 13. ve 14. ayet içindeki bazı ibareler, 15. ayete nasıl bir anlam verilebileceği yönünde bizlere yol gösterecektir. 13. ayet içindeki  لَهُمْ ibaresinin çoğul bir ifade, 14. ayet içindeki kelimelerin de çoğul ifadeler olduğunu dikkate aldığımızda, 15. ayete 2. guruptaki mealler yönünde bir anlam verilebilmesi için ayet içindeki وَلَا يَخَافُ  (ve la yehafu) korkmaz ibaresinin tekil olarak değil çoğul, yani وَلَا يَخَافُونَ (ve la yehafune) korkmazlar şeklinde gelmesi gerekirdi ki, Semud kavminin kafirlerinin başlarına gelecek akıbetten korkmadıklarını ifade etmiş olsun, ama kelime tekil olarak ifade edilmektedir.

وَلَا يَخَافُ ibaresinin tekil olarak gelmiş olması, kavmin başına gelecek olan akıbetten korkmaması anlamına değil, Allah'ın bu konuda korkacak ve hesap verecek bir durumda olmadığını ifade etmesi bakımından anlaşılmasının, bağlama daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.

Ayrıca Buruc s. 16. ayetinde فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ ve diğer ayetlerde Allah'ın irade ettiğini yapacağını buyurmuş olması, kendisinin sorumlu olacağı herhangi bir merci olmadığını beyan etmesi açısından dikkate alınabilecek ayetlerdendir.

Katılmadığımız 2. gurup çevirileri yanlış olarak nitelememekle birlikte, bağlamı dikkate almayan çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.

                                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


Abdullah Parlıyan:
Çünkü Allah bu işin sonundan korkmazdı ki.

13 Eylül 2017 Çarşamba

Müddessir s. 56. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an ayetlerinin bütünlük gözetilmeden veya sahip olunan itikadi düşünceler doğrultusunda çevrilmesi veya yorumlanması neticesinde ortaya çıkan sorunlar, bazı art niyetli kimselerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'ın çelişkili bir kitap olduğu yönündeki iddialara mesnet teşkil etmektedir. Bu tür iddialar ile karşılaşan bazı kimselerin kafaları karışmakta, Kur'an'da herhangi bir çelişki olmadığına inanmakla birlikte, ortaya atılan iddialara nasıl cevap verebilecekleri düşünmektedirler. 

Bu yazımızda, mevcut çevirilerini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusunun, Bu çeviride bir problem var dedirteceğini düşündüğümüz Müddessir s. 56. ayetini ele almaya çalışacağız.

وَمَا يَذْكُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ هُوَ اَهْلُ التَّقْوٰى وَاَهْلُ الْمَغْفِرَةِ

Ayetin problem teşkil eden yönü, Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü  cümlesinin Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR şeklinde yapılan çevirisindedir. Ayetin bu şekilde yapılan çevirilerini okuyan dikkatli ve Kur'an bütünlüğüne vakıf bir okuyucu, bu şekilde yapılan meallerde bir sorun olduğunu rahatlıkla görebilecektir şöyle ki;

Ayet içindeki ALAMAZLAR olarak çevirisi yapılan kelime, kulun iradesinin sanki Allah (c.c) tarafından ipotek altına alındığı, kulun serbest iradesini kullanması sanki Allah (c.c) tarafından engelleniyormuş gibi bir anlam ortaya çıkarmaktadır. Halbuki Allah (c.c) bütün kullarını iradelerini serbest biçimde kullanmaları yönünde serbest bırakmış, onlara gösterdiği 2 yolun hangisini seçerlerse seçsinler onlara bu seçimlerinde herhangi bir müdahalede bulunmayacağını beyan etmektedir.

Konuyu sure bütünlüğüne dikkat ederek okumaya çalıştığımızda 42. ve 48. ayetler arasında cehennem ehlinin ateşi hak etme sebepleri, kendileri konuşturularak anlatılmakta, 49. ayetten itibaren ise Mekke'li müşriklere geri dönülmektedir. 

[074.049] Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?
[074.050] Sanki ürkmüş yaban eşekleri,
[074.051] Arslandan korkup kaçan.
[074.052] Hayır; onlardan her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister.
[074.053] Hayır; daha doğrusu ahiretten korkmazlar.
[074.054] Gerçek (şu ki), o (Kur'an), elbette bir öğüttür.
[074.055] Dileyen ondan öğüt alır.

Surenin 49. ve 55. ayetler arasını okuduğumuzda, Mekke müşriklerinin kendilerine indirilmiş olan Kur'an'a iman etmeme noktasındaki kararlılıkları ve inatçılıkları dikkat çekmektedir. 55. ayette Dileyen ondan öğüt alır buyurulması, muhatapların inanmak veya inanmamak noktasında muhayyer olduklarını göstermektedir. Bu nedenle 56. ayetteki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü cümlesine verilecek anlamın bu ayetlerle uyum arz etmesi gerekmektedir. 

[074.056] Allah dilemedikçe, onlar öğüt ALMAZLAR; takvanın sahibi (onu kabul etmeye ehli olan) O'dur, mağfiretin sahibi (bağışlamaya ehil olan da) O'dur.

Müddessir s. 56. ayetindeki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü doğru çevirisi "Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR" şeklinde değil, "Allah dilemedikçe öğüt ALMAZLAR" şeklinde olmalıdır.

Böyle bir anlam Mekke müşriklerinin Kur'an karşısındaki inatçı tavırlarına dikkat çekmekte, serbest iradeleri ile imanı seçmemekteki kararlılıklarını göstermektedir. Bu cümle Mekke'li müşriklerin inkarcı tavırlarının kırılmasının ancak onların Allah (c.c) tarafından imana zorlandığı takdirde mümkün olacağını bildirmektedir. 

Cümlenin yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR kelimesi, kulun iradesine Allah tarafından ipotek konulmuş olması gibi bir anlamı çağrıştırırken, doğru olduğunu düşündüğümüz ALMAZLAR kelimesi, kulun iradesinin serbest bırakıldığını, iman etmemeyi serbest iradeleri ile seçtiklerini, onların iman etmemekteki inatlarının hür iradelerini kullanarak kırmalarının mümkün olmadığı beyan edilerek, bu inadın ancak onların iradelerine iman etmeleri noktasında konulacak bir ipotekle gerçekleşeceği bildirilmektedir. 

Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerin birçoğunda yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR şeklinde çevirinin bulunması, Kur'an çevirilerinin dikkatsiz ve ön yargılı, başka çevirileri taklit eder biçimde çevrildiğini göstermektedir. Kur'an çevirisi yapmaya soyunan dikkatli ve Kur'an'a hakim bir çevirmen bu kelimenin çevirisine dikkat edilmesi gerektiğini, yapılacak bir hatanın doğurabileceği sonuçları dikkate alması gerektiğini bilmelidir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
 

12 Eylül 2017 Salı

Müddessir s. 48. Ayeti: Şefaatçilerin Şefaatinin Fayda Sağlamaması Ne Anlama Gelmektedir?

Kur'an'ın bir müşrik inancı olarak ret ettiği, fakat ilerleyen zamanlarda İslam inancının amentüsü haline getirilmiş olan şefaat, sadece Allah'tan beklenmesi gereken bazı şeylerin kullardan da beklenerek bugün bir çok Müslümanın kula kul olmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın yarattıklarından medet ummak anlamına gelen şefaat konusu nuzül dönemi arka planı bilinmeden asla doğru anlaşılamayacak olan bir konudur. Nuzül öncesi Arap müşriklerinin Allah (c.c) dışında kulluk ettikleri putları şefaatçi olarak kabul etmeleri, şefaat konulu ayetlerin anlaşılmasında anahtar rol oynamaktadır.

Şefaat konulu ayetleri alt alta koyup okuduğumuzda bir gurup ayetlerin şefaati kesin olarak ret ettiğini, bir kısım ayetlerin ise şefaati izne ve istisnaya bağladığını görebiliriz. Şefaati kesin olarak ret eden ayet gurubu üzerinde herhangi bir tahrifat yapılamamasına karşın, izin ve istisna gurubundaki ayetler üzerinde anlam ve yorum tahrifleri ile şefaat ayetleri çarptırılmıştır. Bu yazımızda Müddessir s. 48. ayetini ele alarak bu konuda yanlış anlamaya kapı açabilecek olan ayet üzerinde durmaya çalışacağız.

[074.048] Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez.

Müddessir s. 48. ayeti, hesap gününde müşrik Arapların şefaatçi olarak gördükleri putlarının onlara faydası olmayacağını haber vermektedir. Bu ayet hesap gününde Allah dışında herhangi bir şefaatçi olduğunu, o şefaatçilerin kafir olarak ölenlere herhangi bir faydası olmayacağı şeklinde bir bilgi vermemektedir.

Bu ayeti yerleşik şefaat algısına göre yorumlanacak olursa ki tefsirlerde bu şekilde yorumlanmaktadır, şefaatin kafirlere fayda etmeyeceği, bu ayetin şefaatin kafirler dışındakiler yani Müslümanlar için fayda edeceğine delil teşkil ettiği ileri sürülmektedir. 

Halbuki yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi, şefaat konusunu nuzül dönemi müşrik Araplarının şefaat algılarına göre okuduğumuz zaman ayetin böyle bir delil teşkil etmeyeceği görülecektir. 

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Zümer s. 43. ve 44. ayetleri müşrik Arapların şefaat algılarının arka planını bildiren ayetlerden birisidir. Bu ayet Allah'tan başka şefaatçilerin olduğuna inanan bir topluma, şefaatin tümünün Allah'a ait olduğunu, yani onun dışında bir şefaatçi olmadığını hatırlatmaktadır.

[010.018]  Allahı bırakıyorlar da kendilerine ne zarar, ne menfaat veremiyecek şeylere tapıyorlar, ve «ha, onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizdir» diyorlar, de ki: siz Allaha Göklerde ve Yerde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Hâşâ o onların isnad ettikleri ortaklıklardan münezzeh sübhan, yüksek çok yüksektir

Yunus s. 18. ayeti, müşrik Arapların şefaat algısını net biçimde ortaya koyan bir ayettir. Bu ayet Arap müşriklerinin Allah ile beraber kulluk ettikleri putları şefaatçi olarak gördüklerini, ve böyle bir inancın onlara Allah tarafından indirilen bir inanç olmadığı açık ve net bir şekilde beyan edilmektedir.

[036.023]  «Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar.»

Yasin s 23. ayeti, konumuz olan Müddessir s. 48. ayetini anlamakta yardımcı olacak ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet müşrik Arapların yerleşik şefaat algısını dile getirmektedir. Ayette konuşan kişi kavmine bu ayette zımnen, Sizin şefaatçi olarak gördüğünüz putlarınız şayet Allah size bir zarar verecek olduğunda, o putların bu zararı önlemeye asla güçleri yetmez demektedir.

[007.053]  Onlar, onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri, bize hakkı getirmiştir. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin. Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım? Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Ve uydurageldikleri şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.

[026.096-102] Orada birbirleri ile çekişirken şöyle derler « Tallahi de biz besbelli bir sapıklık içinde imişiz!» «Çünkü biz sizi Rabbülâlemin ile bir tutuyorduk. Ama bizi saptıranlar da, o mücrimler oldu. «Şimdi artık ne şefaatçimiz var bizim, ne candan bir dostumuz!» «Ah! Ne olurdu, imkân olsa da dünyaya bir dönsek ve müminlerden olsaydık!»

[030.012-13] O saat çattığı gün mücrimler her ümidi keserler. Koştukları ortakları artık şefaatçileri değildir; ortaklarını inkar ederler.

[006.094] Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda) ' bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri dikkatli okunduğunda, müşrik Arapların yerleşik şefaat algılarının ret edildiği açık ve net olarak görülmektedir. Ayetlerin tamamı, şefaatçi olarak görülen putların ihtiyaç anında yanlarında olmayacağı, onlara hiç bir şekilde yardım edemeyeceği haber verilmekte, ihtiyaç anında yanımızda kim olacak ise şefaatçinin de o olacağı haber verilerek, Allah dışındaki şefaatçi sanılanların acziyetleri ortaya dökülmektedir.

[006.051]  Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Öyleki, kendileri için O'nun huzurunda ne bir dost ne de bir şefaatçı vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.

[006.070] Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis,kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.

[032.004] Allah, o ki Gökleri ve Yeri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur, sizin için ondan başka ne bir veliy vardır, ne bir şefi', artık düşünmez misiniz?

[040.018] Onları, yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan kıyamet günü ile uyar. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur.

[002.048]  Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.

[002.123]  Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

[002.254] Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

Yukarıdaki ayet meallerini müşrik Arapların yerleşik şefaat algılarını dikkate alarak okuduğumuz zaman, onların Allah'ın bu konuda herhangi bir bilgi indirmemiş olmalarına rağmen, kendi yanlarından ihdas ettikleri yanlış inançlarının, hesap gününde onlara fayda etmeyeceği haber verilmektedir. 

Şimdi sorarız, şefaat konulu ayetlerin şefaate izin ve istisna getiren ayetlerin, Allah'ın dilediği kimseye şefaat yetkisi verebileceği şeklinde anlaşılabilmesi mümkün müdür?.

Bu soruya evet anlaşılması mümkündür şeklinde verilebilecek bir cevap, Kur'an'a çelişki yüklemek anlamına gelecektir şöyle ki;

Allah (c.c) bazı ayetlerinde şefaatin tümünün kendisine ait olduğunu, hesap gününde kimsenin kimseden bu konuda herhangi bir fayda göremeyeceğini haber vermesine rağmen, şefaate izin ve istisna getiren bazı ayetlerin kendisinden başka kimselere böyle bir yetki verilebileceğini iddia etmek, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına gelecektir. 

Çünkü Kur'an içinde şefaat konulu ayetler parçacı mantıkla değil, bütüncül mantıkla okunması gerekmektedir ki , öncelikle şefaat konusunun çıkış kaynağının müşrik Arap inancı olduğu anlaşılmalı, ondan sonra şefaat konulu bütün ayetlerin, yanlış olan bu müşrik Arap inancını ret ettiği anlaşılabilsin. Şefaat konusunda düşülen en büyük hata, bu inancın arka planının göz ardı edilmesi ve sadece belirli ayetlerin okunması, o ayetlerin de metin ve yorum tahrifi yapılarak okunarak Müslüman inancı haline sokulmaya çalışılmasıdır. 

Sonuç olarak; Kendisinin yanında hiç bir şeyi ve hiç bir kimseyi ortak olarak tanımayan, kullarından da böyle bir yaşam sürmelerini isteyen Allah (c.c), Kur'an'ın inmeye başladığı Arap toplumundaki Allah'a ortak koştukları putlarına yükledikleri aracılık yani şefaat inancını kesinlikte ret ederek, kimseye ve hiç bir nesneye böyle bir yetki vermediğini beyan etmektedir. 

Bu yönde anlaşılması gereken şefaat ayetleri zaman içinde İslam inancı haline dönüşmüş, Allah'ın En büyük zulüm olarak nitelediği Şirk şefaat inancı ile İslam düşüncesinin içine sokulmuştur. Bugün nuzül öncesi Arap toplumunda yerleşik olan şefaat inancı ile İslam inancı içine sokulan şefaat inancı arasında tek fark, müşrik Arapların taştan tahtadan putlara verdiği yetkinin, bizim cenahta etten kemikten yapılmış olan insanlara verilmiş olmasıdır. 


Allah (c.c) nin sakınmamızı emrettiği şirk, içimize şefaat inancı ile girmiş, bir çok Müslüman bu inancı ret etmenin şirk olduğuna inanarak kabullenerek geçmişteki müşrik Arapların yolunu izlemeyi dinimizin bir gereği olarak görmektedir. Bu yolla bir çok Müslüman maddi ve manevi olarak sömürülmekte, kendilerine hesap gününde şefaat edeceklerine inandıkları kerameti müritlerinden menkul din baronlarının elinde oyuncak haline gelerek onların kapılarında kul olmaktadırlar.

Hesap gününde Allah dışında edindikleri şefaatçilerin kendilerine fayda vermediğini görenler, hayatta iken bu ayetlerin sadece Arap müşriklerini ilgilendirdiğini düşünerek, kendilerine dair mesajları olmadığına inandıklarından dolayı pişman olacaklardır.

Şefaat konusu Kur'an merkezli anlaşılmadan bu sömürü kapısının kapanması da mümkün olmayacaktır.


                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

9 Eylül 2017 Cumartesi

Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.

Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20.  ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.

Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
                                                                                                                           (Elmalılı Hamdi Yazır meali) 

Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.

18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.

Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.

İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.

İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.

Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.

[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.

Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar,  Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.

[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.

Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.

Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.

Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir. 

Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.

Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.


Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.

Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir. 

Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine  düşmesine sebep olmaktadır. 

Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur. 

Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.

Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.