6 Şubat 2018 Salı

ŞEFAAT YA RESULULLAH Sözünün Tehlikesi Üzerinde Bir Mülahaza

Şefaat ya Resulullah, bugün bir çok Müslümanın dilinden düşürmediği, hatta dini bir gereklilik olarak gördüğü, fakat kişiyi şirk batağına düşüren sözlerden bir tanesidir. Yazımızda bu sözün Müslüman itikadına verdiği zarar üzerinde durmaya çalışacağız.

Allah'ın elçilerini aşırı bir yüceltmeye tabi tutmak şayet meşru olsaydı, İsa (a.s) için yapılan aşırı yüceltme, Kur'an içindeki ayetlerde neden Küfür ve Şirk olarak nitelendirilmektedir?.

Allah (c.c) elçilerini insanlara dair olan emir ve yasaklarını onlara tebliğ etsinler diye göndermiş olmasına rağmen, zaman içinde bu elçiler getirdikleri vahyin önüne geçirilmek sureti ile maalesef putlaştırılma ameliyesine tabi tutulmuşlardır. Bu ameliyenin en bariz örneği ise, İsa (a.s) dır. 

Kur'an, Hristiyanlar tarafından yapılan ameliyeyi bir çok ayetinde ret etmekte, İsa (a.s) ın bir KUL ve ELÇİ olduğunu, üzerine basa basa vurgulamaktadır. Kur'an bu vurgu ile biz Müslümanlara da aynı ameliyeyi Muhammed (a.s) a uygulamamız için hatırlatmalar yapmış olmasına rağmen, maalesef bu hatırlatmalar kulak arkası edilmiş, Muhammed (a.s) bir nevi putlaştırılmaya tabi tutulmuştur.

Muhammed (a.s) ın putlaştırılmış olduğu iddiamız, bazı kimseler tarafından yadırganacak, hatta tepki ile karşılanacaktır. Ancak Kur'an içindeki ayetlerde gördüğümüz müşrik portresinde, onların putlardan beklentilerini gördüğümüz, ve bu putların nasıl bir işlevi olduğuna dair Kur'an içinde İbrahim (a.s) ın kavmini uyardığı ayetlerde geçen sözlerini dikkate aldığımızda, iddiamızın pek de haksız olmadığı görülecektir.

[026.072] (İbrahim) Dedi ki, «O putlar,'kendilerini imdada çağırdığınızda sesinizi işitirler mi?»

[007.194] Çünkü Allahtan başka taptıklarınızın hepsi sizin gibi kullardır, eğer da'vanızda sadıksanız haydi onlara çağırın da size icabet etsinler

[035.014] Onları çağırırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size cevap veremezler; ama kıyamet günü sizin ortak koşmanızı inkar ederler. Herşeyden haberdar olan Allah gibi, sana kimse haber vermez.

Yukarıda verdiğimiz örnek ayet mealleri, müşriklerin Allah dışında çağırdıklarının eleştirisini yapmakta, bu çağrıları ŞİRK olarak nitelemektedir. Bir çok Müslümanın doğru bilgi olarak bildiği fakat büyük bir yanlış olan bilgilerden bir tanesi de, Muhammed (a.s) ın ölmediği, kabrinde diri olduğu, kendisine yapılan çağrıları duyduğu şeklindedir. 

[039.030] Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.

Allah (c.c) nin kendisi için Ölü dediği bir elçisi için, bunun aksine bir iddiada bulunarak ona diri muamelesi yapmak, Müslümanları şirk batağına çeken sebeplerden bir tanesidir. Şefaat ya Resulullah şeklindeki sesleniş, onun diri olduğuna dair olan inancın bir tezahürüdür. Onun diri olduğunu ve ona yapılan çağrıyı işittiği düşünmek, geçmişteki müşriklerin kulluk ettikleri putlarına yükledikleri misyonun aynısının, bugün Muhammed (a.s) a yüklenmesi anlamına gelmektedir. 

[010.018] Onlar, Allah'ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar: «Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır» derler. De ki: «Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?» Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.

Kur'an tarafından ŞİRK olarak nitelenen amellerden bir tanesi, Allah ile aralarında aracılık yaptıklarına inanılan putların şefaatçi olduğuna inanmaktır.

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi? (şefaat edecekler)»
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.>>

Bugün bir çok Müslümanın itikadi sorunlarından bir tanesi, Kur'an'ın müşrik inancı olarak gördüğü şefaat inancına sahiplenilmiş olmasıdır. Dün Mekke'deki taştan tahtadan yapılmış ve Allah ile arada şefaatçi olduğuna inanılan putların yerini bugün, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, Allah'ın dışında edinilen şefaatçiler inanç dünyamızda yerini almış bulunmaktadır.
Şefaat ya Resulullah sözünün ne gibi sakıncaları bulunmaktadır?.

Öncelikle böyle bir sözü söylemek, Muhammed (a.s) ın ölmediğini, hayatta olduğunu, söylenenleri işittiğini iddia etmek anlamına gelmektedir. Halbuki Muhammed (a.s) biz gibi bir beşerdir, her beşer gibi ölümü tatmıştır (Ankebut s. 57), ölü olan bir kimsenin kendisine seslenildiğinde duyduğuna dair Kur'an merkezli bir bilgi asla mevcut değildir. Böyle bir iddia içinde bulunmak bizim itikadımıza derin yaralar vuracaktır. 

Şefaati Muhammed (a.s) dan beklemek, aynı zamanda Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek anlamına gelmektedir. Onun Allah'ın elçisi olmuş olması, ahirette Allah (c.c) nin herhangi bir kişi hakkında vereceği ateş hükmüne karşı gelebilecek gücü olduğunu göstermez. 

[039.019] Hakkında azap sözü gerçekleşmiş kimseyi, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?

Muhammed (a.s) ın şefaat yetkisine sahip olduğunu haber veren rivayetleri nereye koyacağız?.

Kur'an şayet aramızdaki sorunları çözen bir hakem kitap olarak görülmediği ve raflardan indirilmediği sürece, bu tür soruların ardı arkası kesilmeyecektir. 

[006.114]  «Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir hakem mi isteyeyim?» Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse, sen şüpheye düşenlerden olma!

Kur'an'ın hakem olduğu şefaat konusunda, öncelikle bu konunun bir müşrik inancı olarak Kur'an tarafından kesinlikle ret edilmiş olduğu anlaşılacaktır. Rivayetlerin baskısı altında kalan konuların, ve rivayetler kanalı ile gelen bilgileri tasdiklemek amacı ile çevrilen ve yorumlanan ayetlerin başında gelen şefaat konulu ayetlerin, şefaate izin veren ve istisna getirenleri maalesef bu konuda bazı kullara açık kapı bırakıldığı gibi bir inancın oluşmasına sebep olmuştur. Halbuki bu ayetler Kur'an bütünlüğü gözetilerek ön yargısız bir şekilde okunduğunda gerçek ayan beyan ortaya çıkacaktır. 

Sonuç olarak; Yazımızın amacının kimseyi kafir veya müşrik olarak nitelememek olduğu bilinmelidir. Amacımız şefaat konusunda yanlış bilgi sahibi olduğunu düşündüğümüz ve bu konuda Muhammed (a.s) ın yetkili olduğuna inanan ve onun ölü bir kimse olduğu halde duyabileceğine inanan bazı kimselerin içinde bulundukları yanlışlara dikkat çekmeye çalışmaktır. 

Şurası hatırdan asla çıkarılmamalıdır ki, Muhammed (a.s) beşer bir elçidir, onun bu görevi Allah (c.c) nin ona ahirette ayrıcalık tanımasına bir sebep teşkil etmeyecektir. Her elçi gibi o da yaptıklarında sorulacaktır (Araf s. 6). Ahiret gününde onun şefaatçi olacağına inanılarak söylenen Şefaat ya Resulullah gibi sözler, o sözlerin sahiplerinin akidesinde derin yaralar açacaktır.

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Şubat 2018 Pazar

Fatiha s. 4. Ayeti: Allah'ın Din Gününün Sahibi Olduğu İnancının Müslüman Hayatındaki Yeri Üzerine

Fatiha suresi, hemen hemen bütün Müslümanların ezberinde olan, her gün defalarca okunulan, fakat diğer sureler gibi anlamının yaşam içinde nasıl olması gerektiği yönünde herhangi bir fikir yürütülmeyen surelerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bırakın anlamının hayat içinde nasıl olması gerektiğini, anlamının taban tabana zıttı olan inançlar, bir çok Müslümanın hayatında maalesef yer etmiş vaziyettedir.

Yazımızda, surenin 4. ayeti üzerinde durarak, bu ayetin nasıl bir mesajı olabileceği ve bu ayetin bir çok Müslümanın hayatındaki bazı inançla ile nasıl taban tabana zıtlık arz etiği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Surenin 4. ayeti olan Maliki yevmiddin ifadesi, bir çok mealde Din gününün sahibidir şeklinde anlamlandırılmaktadır. Peki nedir bu Din Günü, bu sorunun cevabını bizlere yine Kur'an vermektedir.

[015.035]  «Ve şüphesiz, din gününe kadar (ile yevmiddini) lanet senin üzerinedir.»
[015.036]  Dedi ki: «Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne kadar (ile yevmi yub'asune) bana süre tanı.»

Hicr suresindeki bu ayetlerde, Din Günü olarak bildirilen günün, insanların yeniden diriltilecekleri gün olduğunu görmekteyiz.

[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Ve dediler ki: Vay bize, bu; din günüdür.

[051.012] Din günü ne zaman? diye sorarlar.
[051.013] O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.

Saffat ve Zariyat surelerindeki bu ayetlerde de, Din Günü olarak bildirilen zamanın, ölüm sonrası diriliş olduğu görülmektedir.

[082.017] Din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.018] Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.019] Hiç bir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.

İnfitar suresindeki bu ayetlerde ise, Din Günü hakkında verilen bilgiler gerçekten çarpıcıdır, daha çarpıcı olan ise, ayetlerdeki verilen bilgi ile biz Müslümanların bir çoğunun sahip olduğu şefaat inancı taban tabana zıttır.

İnfitar suresi 19. ayetine baktığımızda, ki benzer bilgiler diğer ayetlerde de bulunmaktadır, hiç bir nefsin başka bir nefse faydasının olamayacağı, o günde emrin sadece Allah'a ait olduğunun özellikle hatırlatılmasına rağmen, neredeyse imanın şartı haline getirilmiş olan şefaat inancına göre, din gününde bir nefis başka bir nefse faydası olacak, yani onu ateşten kurtaracaktır.

Bu inanç aynı zamanda, din gününde Allah'ın Malik, yani tek yetkili ve tasarruf sahibi olmasına gölge düşürmektedir. Günde defalarca Allah (c.c) nin din gününün yegane yetkilisi ve tasarruf sahibi olduğunu lafzen tekrarlayan bir çok Müslümanın sahip olduğu şefaat inancında, Allah'ın yanında öyle yetkili ve tasarruf sahipleri ihdas edilmiştir ki bu durum maalesef akıllara zarardır. 

Her ne kadar kendi yanlarından ihdas ettikleri şefaatçileri için, Allah onlara izin verecek şeklinde bir kılıf bulsalar dahi, Allah'ın kendisi dışında bir kuluna şefaat etmesi için yetki vermesi bile yetki paylaşımına girer ki, böyle bir durum asla mümkün değildir. Yine her ne kadar, Allah kitabında bazı kullarına şefaat hakkı tanıyacağına dair haber veriyor şeklindeki iddiaların, şefaat ayetlerinin tamamını Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak okunduğunda ne kadar yanlış olduğu da ortaya çıkacaktır.

Sonuç olarak; Fatiha s. 4. ayetinin Müslüman hayatında doğru bir şekilde yer bulması, din gününde Allah (c.c) den başka kimseden medet beklememek üzerine kurulu bir inanca sahip olmaktan geçmektedir. Bu ayeti defalarca tekrarladığı halde din gününde kendisini onun hakkında verdiği ateş kararından döndüreceğine inandığı bazı kimseler olacağına inanan bir kimse, bu ayetin anlamı ile taban tabana bir zıt bir inanca sahip olmakta, bu inancın literatürdeki adı ise şirktir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Şubat 2018 Cuma

FATİHA SURESİ MEALİ

                                                            FATİHA SURESİ MEALİ

1- Dünyada mü'min veya kafir ayrımı yapmadan bütün kullarına eşit mesafede olan, ahirette ise mü'min kullarına merhamet eden Allah adına.

2- 3- Övgü, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanları (1), besleyen, büyüten, yetiştiren, hayatiyetlerini elinde tutan, dünyada bütün kullarına mümin kafir ayırmadan eşit yasalar uygulayan, ahirette ise sadece kendisine iman eden bir hayat sürenleri bağışlayan Allah'a mahsustur.

4-  Hiç bir nefsin başka bir nefis üzerinde yetki ve tasarruf hakkının bulunamadığı günde (2), bütün nefisler üzerindeki yetki ve tasarruf hakkı sadece onundur.

5- Yalnız sana kulluk eder, (Türbelerden, Şeyh, Kutup, Gavs gibi lakaplar takılan insanlardan değil) yalnız senden yardım isteriz.

6-  Bizi Rab ve İlah olarak sadece seni tanıyan doğru bir yola(3) klavuzluk et.

7- Nebilerin, Sıddıkların, Şahitlerin, Salihlerin (4) yoluna, gazaba uğrayan ve klavuzu terk edeerek (sahte klavuzlar edinenlerin) yoluna değil.
 


Dipnotlar:

1- Fatiha s. 2. ayetinde geçen "Alemine" kelimesinin anlamı, Şuara s. 23. ayetinde Firavun tarafından Musa (a.s) a sorulan soru üzerine, Musa (a.s) tarafından, Şuara s. 24. ayetinde verilen cevaptan alınmıştır.
2- Fatiha s. 4. ayetinde geçen "Yevmiddin" deyiminin anlamı, İnfitar s. 19. ayetinden alınmıştır.
3- Fatiha s. 6. ayetinde geçen "Sıratel Müstakim" deyiminin anlamı, Al-i İmran s. 51. , Yasin s. 61. ve Zuhruf s. 64. ayetlerinden alınmıştır.
4- Fatiha s. 7. ayetinde geçen "En'amte" kelimesinin anlamı, Nisa s. 69. ayetinden alınmıştır.

13 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 78-79. Ayetleri: Davut ve Süleyman'a Verilen Hüküm ve İlmin Hayat İçindeki Yansıması

Davut ve Süleyman (a.s) lar, Kral Peygamber olarak bildiğimiz, ellerinin altında büyük bir coğrafya bulunan ve bu coğrafya içinde yaşayan insanlara hükmeden elçiler olarak, onların Kur'an içinde anlatılan yaşamları, yönetici ve hakim konumunda olanlar için örneklikler teşkil etmektedir. Onların Enbiya s. 78-82. ayetler arasında anlatılan kıssasında, bize dönük mesajlar olarak şunları görmekteyiz.

[021.078] Davud ve Süleyman'a da. Hani kavmin koyunlarının gece çobansız halde yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken; Biz, onların hükmüne şahidlerdik.
[021.079] Biz bunu (hükmü) Süleymana kavrattık, her birine de hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik. (Bunları) Yapanlar biz idik.

Yukarıdaki ayet meallerinde Davut ve Süleyman (a.s) ların bir konuda hüküm verdikleri anlatılmaktadır. Kavmin gece çobansız olarak yayılan koyunları olarak geçen konunun, hakiki anlamda bir koyun olayı mı, yoksa mecazi bir anlatım mı olduğu üzerinde fazla durmayacağız. Çünkü kıssayı mesaj odaklı okumaya çalıştığımızda ayette anlatılan konu ikinci planda kalmakta, birinci plana ise hüküm verirken takındıkları tavır çıkmaktadır.

Enbiya s. 78. ayetinde geçen Biz, onların hükmüne şahitlerdik cümlesini, hakim konumunda olan bir kimsenin asla hatırından çıkarmaması gerekmektedir. Hakim ünvanı ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği her hükme onu yaratanın şahit olduğunu bilmelidir. Hakim konumunda olan bir kimse, kendisinden daha üstte olan bir hakime karşı sorumlu olduğunu unutmadığı sürece, verdiği hüküm adil olacaktır. Bu cümle Davut ve Süleyman (a.s) ların verdikleri hükümde kendilerinin üzerinde Allah'ın şahit olduklarını her zaman bildiklerini ve ona göre hüküm verdiklerini bildirmekte, bu cümle bütün hakimlerin başlarının üzerinde yazması gereken bir cümledir.

Hükmün Süleyman'a kavratılması demek, sadece o mesele hakkında nasıl hüküm vereceğinin ona vahiy yolu ile öğretilmesi değil, bütün konularda vereceği hükmün adil biçimde olması gerektiğinin öğretilmesidir. Bu noktada Enbiya s. 79. ayet içinde geçen, Her birine hüküm ve ilim verdik cümlesi dikkat çekicidir. Hüküm denildiğinde aklımıza yetki, ilim denildiğinde ise bilgi geldiğinde, bu iki kelimenin anlaşılması ve hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceği de kolay anlaşılacaktır.

Bir insan sahip olduğu bilgi ve yetkiyi, istediği gibi kullanmak gibi bir hak ve özgürlüğüne sahip değildir. İnsan kendisine bu yetenekleri kim verdiyse, onun isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır. İnsanlar arasında hüküm vermek bilgi ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği hükümde adil olmak ve ona göre karar vermek zorundadır. Davut (a.s) ın Sad s. içinde geçen kendisine gelen davacılar hakkında verdiği kararın her iki tarafı da dinlemeden vermiş olması ve bu hatasından dolayı tevbe edip bağışlanma istemesi, hakim olan bir kimsenin yargılamada nasıl davranması gerektiği bizlere öğretmektedir.

Hakim konumunda olan bir kimse, karşısına gelen davalarda hüküm vermek konusunda siyasi, ve ekonomik bakımdan güçlü olanlar tarafından baskı altına alınarak, vereceği kararın siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü olanların lehine olması istenebilir, hatta böyle bir kararı vermesi için rüşvet dahi teklif edilebilir.

Hakim konumunda olan kişilerin kendilerini siyasi ve ekonomik baskı guruplarından tecrit edebilmesi, onların boyunduruğu altında kalmadan karar verebilme yetki ve gücüne sahip olması, bir ülkede adaletin tesisi için olmazsa olmazlardandır.

Adalet herkese lazımdır.

Bugün ellerinde siyasi ve ekonomik güç bulundurarak adaleti istedikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olanlar, yarın ellerindeki bu güçleri gittiği zaman istedikleri şekilde yönlendirdikleri adalet, başkaları tarafından yönlendirilerek bu sefer kendileri adalet diye bağıracaklardır.

Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüzde hukukun bağımsızlığı söylemi, sıkça dile getirilmekte, fakat bağımsızlıktan anlaşılan şey, siyasi iktidara bağımlılık olarak gerçekleşmektedir. Hangi siyasi parti olursa olsun iktidara geldiğinde yaptığı icraatların başında, mevcut hukuk sistemini kendi düşünce ve menfaatleri doğrultusunda yeniden yapılandırmak olmuş, halen de aynı şey olmaktadır.

Elindeki gücünü kullanarak hukuku yönlendiren iktidar, elindeki mevcut gücünü kaybettiğinde ise, diğer iktidar tarafından bazı haksızlıklara uğramakta, kendisi bu sefer adalet diye haykırmaktadır. Fakat aynı iktidar daha önce kendisini ebedi olarak kalıcı zannederek uyguladığı hukuk kurallarının bu sefer kendi aleyhine işlememesi için imkanlarını seferber etmektedir.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Bir ülkede olması gereken şey, hukuk kurallarının siyasi iktidarların belirlemelerine göre değil evrensel ahlak ve vicdan kurallarına göre işlemesidir. Bu yönde işleyen hukuk kuralları kimseye göre değişkenlik göstermez, siyasi ve ekonomik durumu nasıl olursa olsun, herkes için eşit olarak işler.

Davut ve Süleyman (a.s) lar siyasi ve ekonomik güce sahip iktidar sahipleri olarak adil yönetimin örneği sergilemişler, tüm zamanlarda gelecek olan yönetici kademesine yol göstermişlerdir. Bugün dünyanın bazı ülkelerinde yönetici konumunda olanların kendilerine layık gördükleri dokunulmazlık adındaki zırh, hangi ülkede olursa olsun o ülke için yüz karasından başka bir şey değildir. Yönetici konumunda olanların bu konularda halka karşı daha şeffaf olmaları gerekirken, kendilerini özel kanunlarla koruma altına alması adalet kavramı asla bağdaşmaz.

Davut ve Süleyman (a.s) ların hüküm verirken kendilerinden daha üst bir makam olduğunu unutmamış olmaları, günümüzde yaşayan iktidar sahipleri için örnek olmalıdır. Hukuksal düzenlemeler ile yaptıkları hatalardan dolayı dünyada hesap vermekten bir şekilde kurtulanlar, bu hataların bedelinin ahirette asla yanlarına bırakılmayacağını unutmamalıdır.

Ahiret hesabı sadece halk tabakası için değil, bütün insanlar için vardır. Dünyevi konumu ne kadar büyük olursa olsun, bütün insanlar hakimlerin hakimi olan Allah'ın karşısında mahkemeye çıkacak, ve bu mahkemede sadece Allah'ın vereceği hüküm olacaktır. Bu durumu aklından çıkarmayan yöneticiler tarafından yönetilen ülkeler, dünyada cennetin yaşanacağı ülkeler olacaktır.

Sonuç olarak; Davud ve Süleyman (a.s) lara verilen hüküm ve ilmin hayat içindeki yansıması, yönetici bir konuma sahip olmaları nedeniyle, insanlar arasında adaletle hükmetlerini gerektirmiş, ve bu gereği gereği en doğru biçimde yerine getirerek, kendilerinden sonra gelecek olanlara örnek teşkil etmişlerdir. Onların Kur'an içinde anlatılan kıssalarına baktığımızda, yönetici kademesinde bulunan kimseler için el kitabı olacak öğütleri bulmak mümkündür.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Ocak 2018 Perşembe

İnsanları Birleştirici Unsurlardan Olan Dinin İnsanları ayrıştırıcı Unsur Haline Dönüşmesi

Fıtri bir haslet olarak birlikte yaşamaya ihtiyaç duyan insanlar, bu birlikteliği perçinleyecek ve diğer insanlarla daha sıcak ilişkiler kurmasını sağlayacak olan bazı unsurlara da ihtiyaç duymaktadır. Din, insanların birbirleri ile arasında daha sıkı bağlar oluşturmak için oluşturulmuş olan unsurlardan birisi olarak binlerce yıldır varlığını sürdürmekte, kıyamete kadar da bu varlığını sürdürecektir. 

İnsanların din olarak bildiği ve kabul ettiği unsurlar, ilahi veya beşeri kaynaklı olabilir. Bizim konumuz, kendisinin İslam Dinine bağlı ve Müslüman olduğunu iddia eden insanların bu birlikteliği sağlayamamış olmaları, dahası birbirlerini en büyük düşman olarak görmeleri ve kanlarını dökmenin meşru bir hak olduğunu dahi iddia edebilecek kadar vahşi bir hale dönüşebilmesidir.

[003.103] Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız sakın ayrılığa düşmeyiniz, Allah'ın size bağışladığı nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz halde O, kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani siz bir ateş kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlatır ki, doğru yolu bulasınız.

Vahiy ile tanışmadan önce birbirleri ile yüzlerce yıldır kan davaları olan ve birbirlerinin kanlarını döken bazı Arap kabilelerinin, vahiy ile tanışmalarından sonra bu düşmanlıklarını unutarak kardeş olmaları, ancak Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında yeniden eski düşmanlıkları körükleyerek kan dökmeye devam etmeleri, ve bu kan dökmenin halen devam ediyor olması ne ile izah edilebilir?.

Burada şu noktayı da hatırlatmak gerekmektedir. Kin ve düşmanlıklar sadece kendilerini Müslüman olarak görenler arasında değil, bütün dinlerin mensupları arasında da yaşanmaktadır. Biz, kendisini Müslüman olarak gören insanların, aralarındaki kin ve düşmanlık oluşmasına sebep olan unsurlardan bir tanesi olan, kaynak sorununa dikkat çekmeye çalışacağız. 

[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.

Allah (c.c) nin insanlara din olarak gönderdiği İslam'ın öne çıkan özelliği, Nebi Resul olarak gönderilmiş olan insanlara Kitap verilmiş olmasıdır. Elçiler bu kitabın hakemliğinde insanların arasındaki ihtilaflar konusunda hüküm vermişler, doğruyu yanlışı ayırmanın ölçüsü olarak, Allah'ın indirdiği bu kitabın hakemliğine başvurmuşlardır.

[006.114] «Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir hakem mi isteyeyim?» Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse, sen şüpheye düşenlerden olma!

Elçiler hayatta iken kendilerine inen kitap doğrultusunda insanlar arasında hakemlik yaparlerken, vefatları sonrasında vefatları sonrasında, bu hakemliğin yerini başka kitap ve kişiler almış, ayrışım bu nedenle başlamış, bu ayrışımlar ise bitmek tükenmek bilmeyen kin ve düşmanlıkların önünü açmıştır.

[023.051] Ey Resuller! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu Ben, yaptığınızı bilirim.Şüphesiz bu; bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabb' ınızım. Ben'den korkun. Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

Tarih boyunca bütün elçilerine aynı emirleri veren ve insanların tek bir topluluk altında toplanmasını isteyen Allah (c.c) nin bu istekleri maalesef yerine getirilmemiş, insanlar parçalara ayrılmayı tercih etmişlerdir. Öyleyse insanların aynı dine mensup olduklarını iddia ettikleri halde birliklerinin zedelenmesini engelleme yollarından bir tanesi dinde kaynak olarak bu dinin sahibinin indirdiği kitabı aralarında hakem tayin etmeleridir.

Bugün İslam dünyasına baktığımızda Müslümanların ezici çoğunluğunun, Kur'an'ın ne ve nasıl bir kitap olduğu konusundaki bilgileri, yaşadığımız sıkıntıların sebebi hakkında bizleri malumat sahibi yapacaktır. Kur'an adı var kendi yok mesabesinde ve sadece belirli gün ve zamanlarda anlamadan okunacak bir sevap makinesi, sadece kağıdı ve cildinin kutsallaştırıldığı bir kitap halindedir.

Onun önünde Muhammed (a.s) a atfedilen rivayetlerin bulunduğu kitaplar, ve bu kitaplar içindeki rivayetlerin Kur'an ile sağlamasının yapılması gerektiği söylendiğinde ter ter tepinerek bu rivayetlerin aynı Kur'an gibi olduğunu savunan Müslümanlar var oldukça, birlik ve beraberlik sadece kuru bir hayal olarak kalacaktır.

Bugün biz Müslümanların fırkalaşma ve düşmanlaşmasındaki en büyük etken, kişi ve rivayet merkezli bir din anlayışının oluşturulmuş olması, ve bu din anlayışının asla sorgulanamaz bir hale getirilmiş olmasıdır.

Bugün Müslümanların arasındaki bu sıkıntıları fark ederek kaynağa yönelme iddiasında bulunan Müslümanlarında kendi aralarındaki birlik ve beraberliği pek sağlayamamış olmaları, rivayet ve kişi merkezli din anlayışını savunan Müslümanlarda istismar konusu olmuş, Bakın siz de kendi aranızda birliği sağlayamıyorsunuz şeklinde, bir yönden de haklı diyebileceğimiz ithamlara sebep olmaktadır.

Kur'an'ın dinde hakem olmasını savunanların kendi aralarında dahi bir takım sorunların olması, Nereye yanlış yapıyoruz? sorusunun cevabını aramaya yöneltmelidir.

[021.025] Senden önce gönderdiğimiz her elçiye mutlaka: Ben'den başka ilah yoktur. Sadece bana kulluk edin, diye vahyetmişizdir.

Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği tüm elçilerin ortak çağrısı, onun bütün insanların tek rabbi ve ilahı olduğudur. İlah ve Rab kavramlarının anlam alanlarını öğrenen, bilen, içselleştiren Kur'an okuyucularının birbirleri arasında kin, nefret ve düşmanlık oluşturacak derecede bir husumeti asla olamaz.

Aralarında ortak bir hedef belirlemiş olan Müslümanların bu hedefe varmak için ortaya atacakları fikirler, ancak hedefe varmayı kolaylaştıracak olan teklifler olacak, ve bu tekliflerdeki bazı ihtilaflar ise kin ve düşmanlığı değil, Müslümanlar arasındaki fikri zenginliği artıracaktır.

Kur'an'ın bazı ön yargıları onaylatmak amacı, veya tevhit merkezli çağrısının dışında başka çağrılarının olduğu düşüncesi ile okunması, Kur'an okuyucularının arasındaki ihtilafları doğurmaktadır. Şayet Kur'an'ın ve önceki kitapların ortak çağrısının ne olduğu doğru olarak bilinerek, Kur'an bu yönde bir okuma, anlama ve yaşama ameliyesine tabi tutulduğunda, ihtilaflar en aza inecek, düşmanlıklar yok olacaktır.

Bugün bazı kimseler tarafından İslam dinine mensup olanların birbirleri ile aralarında olan husumetlerin kabahatinin Müslümanlara değil, İslam dinine yüklenmek istenildiğine de şahit olmaktayız. İslam dininin ayrıştırıcı özelliği, bu dini kabul etmeyenler için olup, bu dine mensup olduğunu iddia edenler arasında birlik ve beraberliğin önemini vurgulayan bir çok ayetin görmezden gelinerek kabahatin Kur'an'a yüklenmeye çalışılması üzücüdür.

[035.006] Şeytan şüphesiz sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman tutun; o, kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem yaranı olmaya çağırır.

İnsanlar hayatlarını kendilerince düşman olarak gördükleri her ne ise onunla mücadele etmeye adarlar. Bu durum bütün insanlar için geçerli olup, değişmez bir olgudur. Her insanın hayatında mutlaka düşman olarak gördüğü bir şey bulunmakta, ve bu düşmanlıklar onun var oluş amacını oluşturmaktadır.

Şeytan, Allah (c.c) tarafından bize düşman olarak gösterilen, bizim de ona düşman olmamız emredilen önemli bir Kur'an kavramıdır. Bu kavram işte tüm Müslümanlar için bir nevi ORTAK HEDEF olarak görülmek zorunda, ve bütün gücün bu kavramın anlam alanına giren şeylerle mücadele etmeye harcanması gerekmektedir. Şayet bu kavramın anlam alanına bizim düşündüğümüz gibi düşünmeyen Müslümanları da dahil edecek olursak, Şeytanın tuzağına düşerek onun oyuncağı haline gelmiş oluruz.

Sonuç olarak; Din insanları birleştirici unsurlardan biri olmasına rağmen, maalesef bu görevi yerine getirememekte, düşmanlıklar Müslümanların kendi içlerinde kan dökmeye kadar varmaktadır. Dinde kaynak sorunu ayrılıkları körükleyen ana unsurlardan biri olmakla birlikte, Kur'an'ı dinde kaynak olarak görenlerin bir kısmında da ayrılıkların görülmesi, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda fikir birliği yapamamış olmalarının getirdiği bir başka sorundur. Ortak hedef teriminin Kur'an'ın gösterdiği doğrultuda bilinmesi, tanınması ve hayata geçirilmesi, ayrılıkların en aza indirgenmesinde önemli bir çözümdür.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 64-65. Ayetleri: Ataların Yoluna Bağlılığın Sağ Duyuya Galip Gelmesinin Örneği

Kavminin şirkine karşı var gücüyle mücadele eden İbrahim (a.s) ın, Enbiya s. 51-73. ayetleri arasında geçen kıssası içindeki bir konuşma, insanlardaki yanlışa karşı olan bağlılığın nasıl sağ duyuya galip geldiğinin örneğini göstermektedir. Kıssada gördüğümüz bu örnek, sadece o zamanda yaşayan insanlara has bir durum değil, bugün dahi bir çok Müslümanda arız olan bir hastalıktır.

Kavminin işlediği şirke karşı onlarla mücadele içine giren İbrahim (a.s), putlarla yalnız kaldığında biri hariç bütün putları kırar. Putlarının kırıldığını gören kavmi ise, putlarına bu kötülüğü !! İbrahim'in yaptığını anlar ve onu yakalarlar.

[021.062] Dediler ki: «Ey İbrahim, Bizim ilâhlarımıza bunu sen mi yaptın?»
[021.063]  «Hayır» dedi. «Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.»
[021.064] Bunun üzerine kendilerine, (asli yaratılışlarına) dönüp dediler ki: Hiç şüphesiz zalimler sizsiniz siz
[021.065] Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: «Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin.»
[021.066] Dedi ki: O halde Allah'ı bırakıp da size hiç bir fayda veya zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız?
[021.067] Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?

Konuşamayan, kendilerine fayda veya zarar verebilme gücü bulunmayan tahtadan taştan yapılmış olan putlara tapan kavim, içinde bulundukları yanlışı fark ederek bir an için dahi olsa fıtratlarına dönmekte, ve onların bu durumları ise 64. ve 65. ayetlerde dile getirilmekte, fakat doğru yolu bulmaya yanaşmayarak eski yanlışlarına geri dönmekte ve ayak diretmektedirler.

65. ayette geçen Tepeleri üstüne ters döndüler olarak çevrilen cümlenin Arapça orjinal metni, Nükisu ala ruusihim dir. Nükisu kelimesi, Bir nesneyi baş aşağı çevirmek anlamındadır. Doğum sırasında çocuğun ayakları başından önce çıktığında Nükisel veledü denir. 65. ayet içinde geçen bu ifade, şirk içinde yüzen insanların durumunu veciz bir biçimde ifade etmektedir.

Başı yukarıda ayakları yerde olmanın, doğal bir durum olduğunu dikkate aldığımızda, 64. ayette bir an için normal durumlarına dönerek içinde bulundukları yanlışı fark eden müşrik toplum, bu doğal durumlarını yine bozarak arızi durumlarına geri dönmüşler, onların bu durumları ise, ayakları yukarıda başları aşağıda olarak tasvir edilmektedir.

Aynı durumu Musa (a.s) kıssasında da görmekteyiz. Musa (a.s) tarafından getirilen ayetleri gören Firavun ve melesinin vicdanlarının bu ayetleri kabul etmelerine rağmen, zulüm ve kibirlerinin iman etmelerine mani olduğu, Neml s.14. ayetinde beyan edilmektedir.

Asıl meselemiz Kur'an'da zikri geçen bu kavimlerin gerçeği gördükleri halde neden gerçeğe teslim olmadıklarıdır. Bunun cevabını kıssanın anlatıldığı 53. ayette bulmaktayız.

[021.053] «Atalarımızı onlara tapar bulduk» demişlerdi.

Bu cevabı bütün müşrik topluluklar tarafından söylenen bir söz olarak Kur'an'ın bir çok ayetinde görmekteyiz. İşledikleri şirkin haklı gerekçesini sadece atalarını bu yolda bulmak olarak gösterenler,  Ya onların ataları hiç bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler ise?  sorusunu ise cevapsız bırakmaktadırlar. 

Körü körüne atalar yolunu izleme hastalığı, sadece kıssaları anlatılan kavimlere has bir durum değil, kadim bir hastalık olarak bizlere de sirayet etmiş, ve bugün bazı Müslümanlarda da arız olan bir hastalıktır.

Bugün bir çok Müslümanın dini inanç adına bildikleri şeylerin büyük bir kısmı, rivayet ve kişi merkezli din anlayışı tarafından üretilmiş ve Kur'an ile sağlaması yapıldığında ise yanlışlığı ortaya çıkan bilgilerdir. Rivayet ve kişi merkezli din anlayışı tarafından üretilen bilgilerin, kesin doğrular olduğuna körü körüne bağlanmış olan bir kimsenin karşısına, bu bilgilerin yanlış olduğu, Kur'an tarafından onay almadığı, hatta Kur'an ile taban tabana zıt bilgiler olduğu söylendiğinde, alınan tepkiler yukarıdaki ayetteki cevabın aynısından başka olmamaktadır.

Siz falan alimden daha iyi mi biliyorsunuz?.

Dini doğrularını falan alimin belirlediği bir kimsenin karşısına Kur'an ayeti çıkarılsa dahi, falan alimin yanlışı ona doğru gelmekte, Kur'an o kişi için sadece adı var kendisi yok mesabesinde bir kitap haline dönüşmektedir.

Yüzlerce yıldır hiç kimse doğruları bilemedi de sizler mi biliyorsunuz?.

Yanlış bilgilerin yüzlerce yıl öncesi yaşamış alimler tarafından ortaya atılmış ve bu yanlışların yine yüzlerce yıl başka alimler tarafından tastiklenerek bizlere ulaşmış olması, yine bir çok Müslümanın dayanağı olmakta, savundukları yanlışları desteklemek için bu argümana sıkı sıkıya sarılmaktadır. Genel geçer din anlayışının Ehli sünnet vel cemaat  olması,  tarih içinde bu düşüncenin tasdikinden geçen anlayışların halk arasında yaygınlaştırılmaya çalışılması, bu düşüncenin tasdikinden geçmeyen düşüncelerin, Kur'an'i doğrular olsa dahi kabul görmeyerek dışlanmış olması, bugün elimizdeki kaynakların tek düze bilgilerle dolu olmasını beraberinde getirmiştir.

Yüzlerce yıl öncesinde rivayet kültürüne muhalif olan görüşlerin Harici, Mutezile, Zındık v.s gibi isimler altında mahkum edilmeye çalışılmasına karşın, bugün Mealci, Hadis inkarcısı, Sünnet inkarcısı, Sapık v.s gibi isimlerle mahkum edilmeye çalışıldığı herkesçe malumdur.

Din adına bildiklerinin yanlışlığı Kur'an ile ispatlanan bir çok kişi bu bilgilerin doğru olabileceğini düşünse dahi, bu bilgileri daha önceki muteber olarak bildiği alimler tarafından onay almadığı için kabul etmemekte, yanlışta körü körüne ayak diretmektedirler.

Ya doğru olarak bildikleri alimleri hata yapıyor, yanlışta ısrar ediyor ise?.

Maalesef bu durumu bir çok Müslüman düşünememekte, hatta aklının ucuna dahi getirmemekte, Benim alimim hata yapmaz mantığına sahip bir biçimde yaşamını sürdürmektedir.

Alimler de insandır, onlar da hata yapabilir.

Müslümanların bir çoğundaki yaygın kanaat, savundukları alimin hata yapma imkanının asla olmaması, din adına yazdıklarının sorgulanamaz olmasıdır. Bu tabu Müslümanların fırkalaşmasında, birbirine düşman olmasında ve cahil kalmasında maalesef en büyük etkendir. Görüşlerini kabul ettiği alimi rab edinme noktasına getiren bir kişi, bir başka alimi veya o alimin görüşlerini kabul edenlere düşman kesilmekte, o alimin yazdıklarını ve dediklerini yeterli görerek kafasını ona kiraya vermek sureti cahil kalmaktadır.

Halbuki mümeyyiz akla sahip olan bir Müslüman, alim ve hizip taassubu göstermeden herkesi okuyabilmeli, her alimi dinleyebilmeli, okuduklarını ve dinlediklerini Allah'ın kitabına göre değerlendirebilme yeteneğine sahip olabilmelidir. Böyle bir yeteneğe sahip olan Müslüman bir toplumda, fırkalaşmaların önü alınabilecek, düşmanlıklar yok olacak, cehaletten kaynaklanan her türlü yanlışlar büyük ölçüde giderilmiş olacaktır.

                                          EN  DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Ocak 2018 Pazartesi

Kur'an'ın Erkek Merkezli Dili ve Cennette Erkeklere Verileceği Vaat Edilen Huriler Üzerinde Bir Mülahaza

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kullarının hayat sürdüğü dünyayı geçici bir mekan, ölüm ve yeniden diriliş sonrası sürecek olduğumuz hayatın ebedi olduğunu haber vermektedir. Yeniden diriliş sonrası geçecek olan hayatımızı, dünya hayatımızda yaptığımız ameller belirleyecek olup, bu amellerimizin karşılığı olarak gideceğimiz yerin cennet veya cehennem olacağı bildirilmektedir.

Kur'an'ın cennette geçecek olan hayatın anlatıldığı ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde erkeklere Huri olarak isimlendirilen kadınlar verileceğinden bahsedilmekte, bu durum ise bazı kimselerde bir takım soru işaretleri bırakmakta, bazı kimselerde ise şüpheli ve alaycı tavırlara neden olmaktadır. Bu rahatsızlıklara karşı ise, bazı kimselerde savunmacı yaklaşımlar görülmekte, O ayetler aslında öyle değil meallerinde hata var şeklindeki sözlerle, bu alaycı engellenmeye çalışılmakta, biraz daha cesur olanlar ise ilgili ayet meallerinde bazı oynamalara dahi imza atabilmektedir.

Çoğunlukla kalplerinde hastalık olanlar tarafından sorulan bu tür alaycı sorulara bizler ne cevap vermeye çalışır isek çalışalım, onları ikna etmemiz asla mümkün olmayacak, onlar alaycı tavırlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Bizim amacımız bu konuda art niyet taşımayan, fakat bu konularda bilgi sahibi olmak isteyenler ile bildiklerimizi paylaşmaktır.

Kur'an belirli bir mekanda yaşayan Arap toplumuna nazil olmuş, bu insanlar Arap olmalarının yanı sıra öncelikli olarak insandır, ve her insan gibi dünya hayatının geçici nimetlerine karşı istekli olarak yaratılmışlardır.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Al-i İmran s. 14. ayetinde görüldüğü üzere, insanlara kadınların güzel gösterildiğinden bahsedilmektedir. Burada geçen İnsanlara ifadesi, insanlardan kadın cinsini kapsam alanına almamakta, sadece erkek cinsini kapsam alanına almaktadır. Eğer kadınları da aldığı iddia edilirse, ki bu  iddia kadınların da birbirlerine karşı şehvet duyduğu gibi bir anlama gelir ki, bu asla doğru bir düşünce olamaz. 

Peki Allah (c.c) neden her iki cinsten de bahsetmeyip sadece erkekler ile ilgili olarak böyle bir ifade kullanmıştır?.

Bu sorunun cevabı, Kur'an'ın erkek merkezli bir dil kullanmış olmasıdır. Bu kullanıma ise Tağlip Sanatı denilmektedir. Kur'an'ın kullandığı bu dil üslubunu bilen birisi, Al-i İmran s. 14. ayetinde geçen ifadeyi karşılıklı olarak anlar, ve kadınların da erkeklere karşı şehvet duygusu ile yaratılmış olduğunu bilir. Yani Allah (c.c) kadın ve erkeği birbirine karşı şehvet duyacak bir fıtratta yaratmıştır. Öyleyse cennette verilecek olan nimetlerden kadınların da mahrum kalması gibi bir durum söz konusu olamaz.

[016.097]  Erkekten ve kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle mükafatlarını elbette vereceğiz.

[040.040] «Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim, inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar cennete girerler; orada hesapsız şekilde rızıklanırlar.»

Kur'an'ın cennette verilecek nimetlerden bahsederken erkek merkezli bir dil kullanması, bu nimetlerden kadınların mahrum olacağı anlamına gelmez. Çünkü dünya hayatında ortak mükellefiyetleri olan kadın ve erkeğin, ahiret hayatında da alacakları karşılıklar da aynı olacaktır. 

Cennet nimetleri ile ilgili ayetlere baktığımızda insanların yeme, içme, cinsellik gibi fıtri ihtiyaçlarının göz ardı edilmediğini görmekteyiz. İnsan olmuş olmamız bizleri her zaman lüks ve ihtişam içinde bir hayat sürme isteği içine sokmakta, cennet nimetleri ile ilgili ayetlere dikkat edildiğinde nazil olduğu Arap toplumunda zenginlik adına bilinen şeylerin cennettekilere verileceğinden bahsedilmektedir.

Yeme, içme, cinsellik gibi fıtri ihtiyaçların karşılanmasının nasıl olacağı konusunda fikir yürütmeye çalışmak, kanaatimizce gaybı taşlamaya çalışmaktır. Bizlerin bu konuda bilmesi gereken şey, dünya hayatında sevdiğimiz istediğimiz, ve zevk aldığımız bütün şeylerin en iyileri ve en güzellerinin bizlere ahiret hayatında verilecek olmasıdır. Çünkü bizler gaybi alana dair anlatılanları, yaşadığımız hayat içinde duyularımız ile şahit olduğumuz alana dair olan bilgilere benzetilme yolu ile anlayabiliriz. Gaybi alana ait olan cennet konusu da bizlere dünya hayatı ile ilgili konularda benzetme yolu ile anlatılmaktadır.

Kur'an'ın cennette erkeklere verilecek ve cinsellik çağrıştıran ayetlerinin, bu durum göz önüne alınarak okunması ve anlaşılması gerekmektedir. Eziklik psikolojisi içinde anlaşılmaya çalışılan bu ayetler gurubunun bazı kimseler eli ile yapılan çevirilerinde, tahrife kadar varabilen hatalar bulunmaktadır. Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki bizim kimseye şirin görünmek gibi bir zorunluğumuz olmadığı gibi, kimsenin hatırı için Allah'ın ayetlerini onların hoşuna gidecek şekilde çevirmek ve yorumlamak hakkımız da yoktur.

Erkek nasıl bir takım fıtri ihtiyaçlara sahip olarak yaratılmış ise, kadın da aynı şekilde bir takım fıtri ihtiyaçlara sahip olarak yaratılmıştır. Erkek kullarının fıtri ihtiyaçlarını karşılayan Allah'ın, kadın kullarının fıtri ihtiyaçlarına sırt çevirmesi gibi bir durum, onun adil olması ile bağdaşmaz. Kullarına nasıl muamele edeceğini kullarından öğrenmeye ihtiyacı olmayan Allah (c.c), ahirette kadın ve erkek bütün kulları hakkında en doğru kararı verecektir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.